En son Netflix projesinin setinden bir kare koymuş Beren Saat.
“Nihayet gülüyor” denilmiş o kare için. Sevinç çığlıkları fora.
İyi de diğer taraf, yani Kenan Doğulu neden hiç akla gelmiyor?
Acaba o ne hissediyor, nasıl günlerden/saatlerden geçiyor diye...
Neden kırılgan, hassas ve üzülen taraf sadece Beren Saat’miş gibi bir algı yaratılıyor ki?
Kenan Doğulu taş mı? Duyguları yok mu?
Sonuçta dizi bu, film değil ki...
Bu kültürel atak elbette daha çok Netflix’e yarar, bu yıl 38’inci kez yapılacak olan İstanbul Film Festivali’ne pek değil.
Belki de festival daha fazla popülarite adına böyle bir galaya onay verdi, orası meçhul.
Ya da Netflix’in cazip teklifine hayır diyemedi.
Ama sonuçta festivale dair esas konuşulacaklar şunlar olmalıydı:
Mesela Berlin Film Festivali’nde gösterilen çoğu filmin ilk kez İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek olması...
Daha o zaman müjdeyi vermişti Bünyamin: Puma’yla global bir koleksiyon hazırlamak için anlaşma imzaladığını, koleksiyon tanıtımının da New York’ta yapılacağını...
Ve işte o büyük güne az kalmış.
Bünyamin’le önceki gece Nişantaşı Must’ta karşılaştık ve koleksiyonun 4 Nisan’da New York’ta yapılacak tanıtım gecesi için çok heyecanlı olduğunu söyledi.
Koleksiyon için hazırlanan tanıtım filmini de kendisi çekmiş Bünyamin.
Ayaküstü onu da izletti bana.
Tanıtım filmi New York Brooklyn’de başlayıp Türkiye’ye uzanıyor.
Teması seyahat fotoğrafçılığı.
İzleyen herkesi sarsan ve tartışmalara neden olan Leaving Neverland’i izlemek gerçekten hiç kolay değilmiş.
Belgeselde bazen öyle bölümler var ki; hakikaten çok fena, izleyemiyorsun.
Bu nedenle belgesel yer yer korku filmi gibi.
Michael Jackson’ın kült Thriller videosuyla zihinlere kazınmış o sempatik zombi imajı belgeseli izlerken korkutucu bir zombiye dönüşüyor, o kadarını söyleyeyim!
Şu gayet net: Belgeseli izlerken -eğer zamanında koyu hayranı değilseniz, ki ben hiç değildim- Michael Jackson’dan bayağı nefret ediyorsunuz.
Aynı şekilde, belgesel için yıllar sonra her şeyi anlatan Wade Robson ve James Safechuck’ın ailelerinden de...
Bir anne babanın gözü nasıl bu kadar kör olabilir diye!
Çünkü her şey ailelerin izniyle gerçekleşiyor aslında.
Bu alanda uzun süredir çalışan Paul Rockower’ın söylediğine göre ülkelerin markalaşmasında uzun zamandan beri tek önemli bir şey var. O da gastronomik güç!
“Çünkü” diyor Rockower “Yemek kalbe ve mideye hitap eder. Herkesin hayatında unutulmaz bir yeri vardır.”
Bunu ilk yapan örnek ülkelerden biri olarak Tayland’ı gösterdi Rockower.
Kendi mutfağını tüm dünyaya daha çok sevdirmek ve yaymak için gastrodiplomasi faaliyetlerine 2002’de başlamış Tayland.
O zamandan bugüne dünyadaki Thai restoranlarının sayısı ikiye katlanmış.
Ayrıca yabancı ülkelerde çalışmak isteyen Taylandlı şeflere kolaylık ve Tayland mutfağındaki her malzemenin dünyanın dört bir tarafına dağılması sağlanmış.
◊ Yine “Pardon, orası benim yerim değil miydi?” kavgaları yaşanacak.
◊ Yine bazı popüler defilelerde sıkış tepiş otururken aşırı parfüm kokusuna maruz kalacağız.
◊ Yine düğüne gider gibi giyinen defile davetlileriyle karşılaşacağız.
◊ Yine abartılı kostümlerle ortalıkta süzülen ve durmadan selfie çeken influencer, blogger ya da Instagram ünlüsüyle dolup taşacak Zorlu PSM.
◊ Yine podyumda sergilenen koleksiyondan çok karşı tribünde oturan davetlinin koca gözlüğünü ya da dev çizmesini filan konuşacağız.
◊ Yine ünlü ya da ters köşe isimlerden birini podyuma çıkartacak moda tasarımcılarımız.
◊ Yine defileden çok partiden partiye koşulacak.
Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri kapsamındaki konferansta şöyle konuşmuş Ünsal:
“Üç kere evlenip boşanan bir kadınım. Hayatta yapabildiğim en kötü şeydi.
Evlilik kurumu olduğu yerde duran, gelişmeyen bir kurum. Biz evrildik, kurum olduğu yerde kalıyor. Annelerimizin dönemindeki insanlar değiliz. Hayat değişiyor, biz değişiyoruz, teknoloji ilerliyor ama evlilik olduğu yerde kalıyor. Evliliğin marka yönetiminin yeniden yapılması gerekiyor. Bu haliyle ölmeye mahkum gibi görünüyor”.
Bu söylediklerinden sonra Tuba Ünsal’a kızabilirsiniz...
“Kendisi becerememiş, şimdi kalkıp evliliklere laf ediyor” diyebilirsiniz...
Ama çok uzağa gitmeden çevrenize şöyle bir dönüp baktığınızda şu gerçek değişmiyor:
Çünkü Sıla ile Ahmet Kural arasındaki şiddet davasının saçma bir şekilde “üçüncü kişisi” haline geldi.
Sıla ifadesinde diyor ki, “Mutfakta oturup sohbet etmeye devam ettik. Kurtulamadığım Okan Can Yantır sorusu geldi tekrardan. Ahmet Kural bir anda kıskançlık krizine girdi.”
Kurtulamadığım diyor Sıla, tekrar ve tekrar aynı soru...
Bıkkınlığını gizlemiyor.
Kural da zaten kafayı o meseleye taktığını:
“Evde 3-5 saat daha içtikten sonra içimde olan şüpheden dolayı aynı soruyu sormakta ısrar ettim.”
GÖRÜNEN ŞU DEĞİL DE NEDİR