İTTİHAT ve Terakkiciler de gazetecilere kızardı. Onlara önce "Bizi rahatsız ederseniz, susturmayı biliriz" mesajı gönderirlerdi.
Sonuç alamayınca planın ikinci aşamasını uygulayıp susturamadıkları gazeteciyi öldürtürlerdi. Hasan Fehmi Bey, Ahmet Samim Bey, Zeki Bey böyle gitti.
Yani susturulan gazetenin kendisi değil, tek kişiydi.
Şimdi çağ ve çağla birlikte metotlar da değişti.
Artık "toptancı" bakış egemen. Bir başka deyişle şimdiki irade, "Bir kişiyi, on kişiyi susturmak yetmez, susturunca ben 7’si büyük gazete, 3’ü büyük 22 televizyon ve radyo, 4 dergi grubuna bağlı pek çok dergi, 20 internet yayıncılığı yapan site olmak üzere hepsini birden sustururum" diyor.
Yasalar ve hukuk onu gerektiriyorsa, desin. Buna da itiraz eden yok.
Ama yasaları ve hukuku ayaklar altına alıp,işlemlerinin 2 Ocak 2007 tarihinde tamamlandığı tüm kayıtlarla ispat edilen bir hisse satışı olayını "Hayır, siz onları alıp satma hususunda 2006 yılında anlaşmışsınız. Biz satış bu tarihte yapıldı sayarız" diyerek bir yandan "muhasebe hilesi", öte yandan "vergi kaçakçılığı" gibi göstermeye kalkarsan, buna sadece mağdur etmek istediğiniz insanlar değil, vicdanı olan herkes isyan eder.
Çünkü bu, devlet yetkisini kullanarak "zulüm" yapmaktır, biir.
Bu, taammüden (tasarlayarak) cinayet işlemenin "kan dökmeden" yapılan türüdür ikii.
Bu, "gerçekleri halka duyuran" ve "düşüncelerini özgürce ifade eden" insanlara -dolayısıyla demokrasinin temel kurallarına- tahammül edememektir üüüç.
Daha da açık söylemek gerekirse, bu "faşizan" bir zihniyetin bu ülkeyi idare ettiğinin açık kanıtıdır. Bu da dööört.
O nedenle bu ülkenin bütün medya mensupları, bütün işadamları, bütün yazarı, çizeri, kendisini aydın sayan bütün bireyleri ve yaşadığı ülkenin nereye götürülmek istediğini merak eden bütün vatandaşları, bu yaşanandan kendilerine düşen dersi çıkarmalıdır. O dersin içinde, sadece ülkenin hukuk sisteminin, demokratik değerlerinin, insan haklarının değil, doğrudan kendilerini tehdit eden önemli bir gerçeğin yattığını görmelidir.
Görmezse ne olur?
Ne olacağını anlamamıza yetecek sayıda örnek bizim "basın tarihimizde" var. Ama onları söyleyince "sadece bizde böyle şeyler oluyor" sananlara yardım amacıyla anlatalım:
Bir tarihte -1950’lerde- Arjantin’de Juan Peron adında bir diktatör vardı. Aslında 24 Şubat 1946’da seçimle işbaşına gelmişti ama popülist politikalarla etkilediği yoksul insanlara dayanarak tam bir dikta yönetimi kurmuştu.
Ama her diktatör gibi o da "özgür basın"dan özellikle de etkili bir gazete olan La Prensa’dan çok şikáyetçiydi. Önce "La Prensa’yı satın almayın" diyen afişlerle başladı. Ardından gazete satan bayilerin kulübelerine "La Prensa’ya reklam vermeyin" yazılı posterler astırdı. Sokaklara hoparlörler yerleştirdi. Oradan La Prensa’ya hakaret dolu konuşmalar yayınlattı. Onlarla da susturamayınca gazeteyi polisler bastı. O da yetmedi sonunda Peron gazeteye el koydu.
Sonra ne mi oldu?
Peron defoldu gitti. La Prensa sıkıntılı günlerden sonra tekrar doğdu. Ve hálá yaşıyor.