Oktay Ekşi

Riskli bir yazı

4 Ağustos 2009
BİR süreç tamamlanmadan o konuda yazı yazarsanız, duvara toslamanız ciddi bir ihtimaldir. Ama TBMM Başkanlığı için bugün ilk tur oylamanın yapılacağı baştan belli olduğu halde özellikle iktidar partisi içinden kimin aday olacağı bu satırların yazıldığı dakikalarda bilinmediğinegöre, siz olsanız ne yaparsınız? Riski asgariye indiren bir yazı yazarsınız.

Riski asgariye indirmenin yolu, bilinenlere dayanmak, bilinmeyenlerin yazı içindeki payını en aza indirmektir.

Bilinenlerin başında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) içinden Köksal Toptan, Burhan Kuzu, Mehmet Ali Şahin, Salih Kapusuz, Hüseyin Çelik’in isimleri geliyordu.

Ortaya atılan ve atılmayan isimlerden hangisinin AKP adına -gayriresmi şekilde- aday gösterileceğini belirlemek üzere Başbakan’ın partili milletvekilleri arasında bir "eğilim yoklaması" düzenlediği, her milletvekiline "üç isim yaz, ver" dediği ve o káğıtları kendisinin incelediği biliniyor.

O anketten Burhan Kuzu, Salih Kapusuz ve Mehmet Ali Şahin’in önde çıktığı söyleniyor.

Aynen merhum Turgut Özal’ın, cumhurbaşkanı olmayı aklına koyunca Ekim 1989’da yaptığı gibi:

Merhum kendi yerine birini Başbakan tayin edebilmek için Anavatan partisi milletvekillerine "kimin başbakan olmasını istediklerini" sormuş ve "8’er isim" yazmalarını istemişti.

Sonra bu sekiz isimden ilk dördünün Hasan Celal Güzel, Mesut Yılmaz, Cengiz Tuncer ve Mehmet Keçeciler olduğu ortaya çıktı.

Ama Turgut Özal onların hiçbirini değil, Yıldırım Akbulut’u başbakan yaptı.

O nedenle siz siz olun bu "anket" hikáyesine inanmayın. O -bizdeki demokrasi anlayışına göre- anket sonuçlarına saygı göstermek için değil, milletvekillerinin gazını almak için yapılır.

Peki o zaman kimin aday gösterilmesi ihtimali güçlüdür derseniz önce Köksal Toptan’ın şansını tartmak gerekir:

Köksal Toptan 9 Ağustos 2007 tarihinde 450 oyla yani TBMM üyelerinin tamamının oybirliğiyle Başkan seçildi. Aldığı oy bu bağlamda "rekor" idi. Çünkü iktidar ve muhalefet partileriyle bağımsız milletvekillerinin tamamı Toptan’ın "tarafsız" bir TBMM Başkanı olacağını düşünüyorlardı. Nitekim Toptan gerçekten "tarafsız" bir TBMM Başkanı oldu. Ama bu AKP’yi memnun etmedi.

Çünkü o dönemde ufukta çetin geçeceği belli bir Cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. AKP buna bir de TBMM Başkanlığı sorunu eklensin istemiyordu. O yüzden TBMM Başkanlığı konusunda muhalefetle uzlaşmaya ihtiyaç duydu. Ama artık o AKP yok. Şimdi her dediğini yaptıran -yaptıramazsa küplere binen- o nedenle "AKP’nin TBMM Başkanını" isteyen bir AKP var.

Böyle bir konjonktürde Toptan’ın adaylığı en büyük sürpriz olmaz mı?

Geriye kalanlardan Mehmet Ali Şahin, bu konjonktüre en uygun isimlerden biridir. Bir ikincisi de Cemil Çiçek olabilir.

Peki başka isimler? Örneğin Burhan Kuzu, Hüseyin Çelik, Salih Kapusuz.

Ve sizin benim aklıma gelmeyen bir başkası.

Hepsi olabilir. Yeter ki AKP’nin önümüzdeki iki yıllık siyasi planını uygulayabilsin.
Yazının Devamını Oku

Demokratikleşelim derken

2 Ağustos 2009
BİZ inisiyatifin İçişleri Bakanlığı’nda olacağını sanıyorduk. Anlaşılan bizzat yapmak yerine taşeronlara havale etmişler. O yüzden “Kürt Açılımı” denen girişimin, “görüş dinleme” işini Polis Akademisi’ne bağlı Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Araştırma Merkezi ile (UTSAM) Uluslararası Stratejik AraştırmalarKurumu (USAK) üstlenmiş.

Toplantının ilk oturumunda anlaşılan "usul/metot" meselesi konuşulmuş. İkincisinde "Demokratikleşme paketinde neler olmalı?" sorusuna yanıt arayışı varmış.

Kimin ne dediğini -en azından bu satırların yazıldığı sırada- bilmiyoruz ama toplantıyı düzenleyenlerin hemen hemen hep aynı havayı çalan "ver kurtul"cuları dinlemek istediğini anlıyoruz. Doğrusu Demokratik Toplum Partisi (DTP) ileri gelenleriyle Abdullah Öcalan’ın avukatlarını da çağırsalardı, öyle fazla vakit kaybetmeden "demokratik çözüm"ü bulur ortaya koyarlardı.

Böyle bir kompozisyonda PKK zaten yeterince güçlü şekilde temsil edilmiş olurdu.

Oysa konu o kadar ucuz değil. Hele DTP’nin Eylül 2008’de resmen açıkladığı "Çözüm Projesi"ni göz önüne alırsanız, "demokratikleşeceğiz" derken postu deldirebileceğimizi görürsünüz.

Tamam, "demokratikleşelim" ama bunu yapmak için DTP’nin istediği gibi söze "Türkiye’de iki ayrı halkın" var olduğunu kabul ederek mi başlayalım?

DTP, -bir büyük iftiradan çekinmeksizin- bugünün Türkiye’sinde, "askeri, idari ve yargısal devlet örgütlenmesinin tamamında Türk etnisitesini esas alan bir anlayışın hákim kılındığını" ileri sürüyor.

Bu kuyruklu iftirayı kabul mü edelim?

DTP hem "ülke bütünlüğünü" (ulus ve devlet bütünlüğünden söz etmeksizin) koruyan öneriler getirdiğini söylüyor, hem de buna kanıt olsun diye "Bayrak" ve "Resmi Dil"in Türkçe olmasını, (Türk ulusu yerine) Türkiye ulusu kavramının kullanılmasını, ayrıca Türkiye’yi 20-25 bölgeye ayırıp, her bölgenin kendi renkleri ve sembolleri ile yönetilmesini" öneriyor.

Bu önerinin Türkiye’nin bütünlüğünü korumayı gerçekten istediğine mi inanalım?

Eğer ona inanırsak, "eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmetleri bölge yönetimine" bırakan, Ankara’ya da "Sen sadece dışişleri, maliye, savunma konularına bak" diyen, "emniyet ve adalet konularında da işbirliği yapmaya" lütfen razı olan öneriyi kabul mü edelim?

DTP’liler "Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez" diyorlar.

(Kendilerini akıllı, başkalarını aptal sanıp sanmadıklarını sormayıp devam edelim.)

"Türkçe resmi dil olmakla beraber, diğer dillerin bölgelerin çıkarılacak demografik yapısı da dikkate alınarak, kamusal alanda da eğitim dili olarak kullanılabilmesi anayasal güvence altına alınmalı" diyorlar.

Ayrıca insanların "Kendi kimliği ile siyaset yapma hakkı" tanınsın, yani siz "Kürtlerin, ben Lazların, öteki Çerkezlerin, dördüncüsü Gürcülerin, beşincisi Abazaların temsilcisi olsun" diyorlar.

Ne dersiniz? Geriye ne kaldı diye sormayalım mı?
Yazının Devamını Oku

Keşke olsa ama...

1 Ağustos 2009
HABERLERE bakarsanız işimiz artık kolay. Nitekim o haberlerin dayandığı “Kamu hizmetlerinin sunumunda uyulacak esaslara ilişkin yönetmelik” dünkü Resmi
Gazete’de yayımlandı ve yürürlüğe girdi. Buna göre kamu kurumları 86 yerde vatandaştan “sabıka kaydı” istemeyecekmiş. Ayrıca 215 ayrı hizmette “noter onayı” kaldırılmış.

Çalışma Bakanı Ömer Dinçer ile Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala bir basın toplantısı düzenleyerek bilgi vermişler. Bilgi verirken işin şakasını da ihmal etmemişler. Örneğin "ıssız bir adaya giden Türk, yanına 6 adet vesikalık fotoğraf, bir nüfus cüzdanı sureti, bir ikametgah ilmühaberi ve bir de sabıka kaydı almaya" ihtiyaç duymayacakmış.

Tutturabilirlerse gerçekten iyi... Çünkü yönetmelik "Kamu hizmetlerinin, başvuru yapılan ilk kademeden sunulması ve sonuçlandırılması, başvuru mercii ile karar/onay mercii arasında birden fazla kademe oluşturulmaması esastır" diyor.

Keşke öyle olsa ve vatandaş-devlet ilişkisi yüz yıllardır üzerine oturduğu "karşılıklı güvensizlik" temelinden bir yönetmelikle "karşılıklı güven" temeline kaydırılabilse...

Ve işler, yönetmeliğin istediği gibi, hizmetin sunulmasında vatandaşın "beyanı" esas alınsa/alınabilse... "Zorunlu olmadıkça işlemin tekemmülü aşamasına kadar belge talep" edilmese...

"Başvuruda istenen belgeler" ilgiliye önceden bildirilse... "Ödemek zorunda olduğu mali yükümlülükler, onların mevzuat dayanakları ile birlikte" baştan, başvuru sahibine açıklansa...

Ve Dinçer ile Ala’nın iddia ettiği gibi kamu hizmeti verenlerin gereksiz işlemler ve belgeler yüzünden harcadıkları 96 milyar 100 milyon iş saati gerçekten verim için kullanılsa...

Ama itiraf edelim, kuşkuluyuz...

Çünkü "yönetmelik" yukarıda dediğimiz "karşılıklı güvensizlik" temelini değiştirmeye yetmez.

Nitekim -daha eskileri bırakalım- merhum Turgut Özal da 1984’te yani Başbakan iken aynen böyle bir çalışma başlattı. Kurallar getirdi. Sonra da televizyona çıkıp "Araba ehliyetini 12 dakikada, pasaportunuzu 24 dakikada alacaksınız" türünden açıklamalar yaptı.

Ne mi oldu?

Bakın ne olduğunu Turgut Özal’ın Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde basınla ilişkilerini yöneten Başdanışmanı -dostumuz- Can Pulak’ın, 19 Nisan 1987 tarihli Milliyet’te yayımlanan mülakatında merhum Yener Süsoy’a verdiği yanıttan öğrenelim:

"Bürokrasi azalmadı, çoğaldı!"

Nitekim bu mülakattan önce yani 10 Eylül 1986 tarihli Hürriyet’te yayımlanan Şeniz Yurtman imzalı haberde, "Devlet dairelerine bir vida almak için 411 işleme ihtiyaç olduğu" bildiriliyordu.

Çünkü bizim bürokraside yanlış bir iş nedeniyle kimin sorumlu tutulacağını bulamazsınız. Zaten bulmamanız istendiği için en basit işlemin altında 8-10 imza bulunur. O nedenle sadece "başvurunun en çok ilk iki kademe içinde tamamlanacağını" emretmek yetmez, o kademeleri buna göre yetkilendirmeniz ve işi yapmadığı zaman sorumlu tutacak düzenlemeleri tamamlamanız gerekir.

Hele bu yönetmelikte olduğu gibi "yaptırımı olmayan" kurallarla bir yere varamazsınız.
Yazının Devamını Oku

Başlangıç iyi

31 Temmuz 2009
İÇİŞLERİ Bakanı Beşir Atalay iyi başladı. Kendi ifadesiyle “Kürt meselesi olarak adlandırılan” sorunun çözümü konusunda şimdiye kadar yapılmış teşebbüslerin
en sonuç verecek türden olanını üstlendi. Önceki günkü basın toplantısında da sağduyu sahibi herkese “sağlıklı” görünen bir üslup ve yaklaşım sergiledi.

Beşir Atalay bu bağlamda kabinenin en uygun ve en deneyimli ismi... Gerçi deneyimi bu kadar çetrefil bir konuyla ilgili değil. Anımsamakta yarar var:

Devlet Bakanı sıfatıyla görev aldığı ilk AKP hükümeti, son elli yılı aşkın süredir üzerinde çok laf edilen ama bir türlü değiştirilemeyen 5680 sayılı Basın Yasası’nı -ve medya ile ilgili öteki yasaları- değiştirmeyi vaat edince bu sorunu çözme ona düşmüştü.

Atalay önyargılı davranmadı. Önce tüm medya dünyasının ilgililerini bir "Şûra"da topladı. Herkesi dinledi. Akademisyenlere kulak verdi. Sonunda ortaya çıkan taslağı yine ilgilere sundu. Böylece olgunlaşan ve hayli ileri hükümler içeren 5187 sayılı yeni Basın Yasası’nı o çıkarttı.

Ama öyle sanıyoruz ki AKP içindeki "medyadan nefret" kültürü öteki yasaları çıkartmasını engelledi.

Demek istediğimiz Beşir Atalay dinlemeyi ve sonuca varmayı bilen biridir.

Basın toplantısında "Üslup ve yöntemin en az işin özü kadar önemli olduğu bilinmektedir. Hele böyle hassas konularda bazen üslup ve yöntem işin özünden daha öne geçebilmektedir" demesi de bu açıdan önemlidir.

Dikkat edilirse Atalay, "çok titiz, çok hassas" ve "kavramları da çok seçerek" kullanmaya gereksinim duydukları bir çalışmadan söz ediyor.

Konuşma metnindeki "Kürt meselesi" deyimini bile başkaları tarafından "adlandırılan" kaydıyla kullanması bu titizliğin örneği olarak gösterilebilir. Nitekim konuşmayla ilgili bir özette "halklar"dan söz ettiği bildirildiği halde metni dikkatle okuyunca görüldüğü gibi ağzından böyle bir deyim çıkmış değildir.

Atalay çözümle ilgili çalışmanın içeriğine ilişkin bilgi vermediği gibi malum ve meşhur "kırmızı çizgi" türü bir laf da etmemektedir.

Ancak sorunun, "Vatandaşlarımızın demokratik haklarının genişletilmesi ve pekiştirilmesiyle, nerede yaşarsa yaşasın her vatandaşımızın kendisini devletin eşit ve hür ferdi olarak hissetmesini sağlamakla çözülebileceğine" inandığını söylemesi, temel bakış açısını ortaya koymaktadır. Bu, çözümü "bireysel demokratik hakları genişletmekte" gören ve doğru olan yaklaşımdır. AKP iktidarı bu yaklaşımı terk etmediği takdirde genel kamuoyunun desteğini arkasında bulur ve yılların sorununu çözebilir.

Ama "Biz farklıyız, o nedenle şu hakları isteriz" diyenlere ödün vermeye kalkarsa, başladığımız yere döneriz.

Hele başta Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk olmak üzere bazılarının söylediği gibi ülkeyi "halklar" bazında bölmeyi, 30 bin insanın hayatını kaybetmesinden sorumlu bir suçluyu devletin muhatabı konumuna yükseltmeyi amaçlayanlara olumlu yanıtlar verilirse belki bir 30 bin cana daha patlayacak bir sürece gireriz.

Neden böyle düşündüğümüzü yeri gelince DTP’nin talepleri üzerinden konuşuruz.
Yazının Devamını Oku

Hakkını arayan yargı

30 Temmuz 2009
MADEM son günlerin en çok tartışılan “yargı bağımsızlığı” meselesine bu kadar girdik. Bari birazdaha üzerinde duralım da “yargının bağımsızlaşması” için her şeyi siyasi iktidardan beklemek zorunda mıyız, biraz da onu konuşalım. Çünkü niyeti olsa bu iktidar 7 yılda bu sorunu çözerdi. Yargı bağımsızlığı deyince herkesin aklına çözüm olarak "Adalet Bakanı’nın ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı’nın Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) katılarak oy kullanmalarına karşı çıkmak" geliyor.

Ve sanki onlar bu kuruldan çıkarılsa, mesele çözülecekmiş gibi bir izlenim veriliyor.

Oysa Bakan ile Müsteşar’ın bu kurula katılması olayın özünü değil, ayrıntısını teşkil ediyor. Çünkü o aşamaya gelmeden önce yargı bağımsızlığını zedeleyen birçok hüküm başka yasalarda öylece duruyor.

Nitekim Anayasamıza bakan bir insan "mahkemelerin bağımsızlığı"nı düzenleyen 138’inci, "Hákimlik ve Savcılık Teminatı"nı düzenleyen 139’uncu, "Hákimlik ve Savcılık Mesleği" başlıklı 140’ıncı maddeleri okuyunca zanneder ki "Türkiye’de yargı bağımsızdır". Çünkü bu maddelere göre her şey -tabii o arada yasalar da- "mahkemelerin bağımsızlığı ve hákim teminatı" ilkelerine uygun şekilde düzenlenmek gerekir.

Lakin "Hákim ve Savcıların denetimi"ni düzenleyen 144’üncü maddeye bakınca görürsünüz ki, sözde "bağımsız" olmaları istenen yargıç ve savcıları denetleme yetkisi Adalet Bakanlığı’na aittir. Nitekim sizin "Hukuk çiğneniyor" diye feryat etmekten göbeğiniz çatlasa bile, bakan eğer duymak istemezse, hiçbir şey yapamazsınız. Yani yargı bakanın keyfine tabidir.

Şimdi siz yanıt verin:

Yargıçları ve savcları denetleme yetkisi neden HSYK’ya değil de Bakanlığa aittir? Bağımsız yargıda bunun bir açıklaması var mı?

Sadece "denetim" meselesi değil, "yargıç ve savcıların sicil dosyaları" da Adalet Bakanlığı’ndadır.

Peki ama neden?

Öyle ya... Savcı ve yargıçlar hakkında disiplin kararı verme, onları bir görevden başkasına atama gibi yetkiler Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na aitse... Neden dosyalar orada değil de Bakanlıkta bulunsun?

Çünkü yasalar HSYK’nın "sekretarya" görevinin Bakanlık tarafından yürütülmesini emrediyor.

Daha doğrusu HSYK’ya hizmet sunmak için değil, onu Bakanlığın onayı olmadan hiçbir dosyaya, hiçbir bilgiye ulaşamaz hale getirmek için yasaya bu hüküm konmuş bulunuyor.

Ve her şeyiyle bakanlığa bağımlı hale getirilmek istenen HSYK’nın bütün bunlardan sonra "yargı bağımsızlığı"nın güvencesi olması isteniyor.

Öteki yasalara girecek yerimiz yok. O nedenle şu kadarını söyleyelim:

Tamam yasalarda bu hükümler var ama özellikle "her düzenlemenin yargı bağımsızlığı ve hákim teminatı esasına göre yapılmasını" emreden Anayasa hükmü orada iken yargımız neden yasal hakkını kullanıp da buna aykırı hükümleri Anayasa Mahkemesi’ne götürmez?

Öyle ya, ister genel mahkemeler, ister idare mahkemeleri, ister Yargıtay veya Danıştay olsun, yargı bağımızlığını çiğneyen bu yasaları iptal ettirmenin yolunu hiç mi bulamadılar?
Yazının Devamını Oku

HSYK zaferi

29 Temmuz 2009
HİKÂYE daha eski ama biz en azından son 60 senesine tanığız. Bu süre içinde “yargıcın teminatı (yargının bağımsızlığı) kendi vicdanındadır” diyen Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağ’dan, ona rahmet okutan Prof. Dr. Hüseyin Avni Göktürk’e kadar yargı bağımsızlığını çiğneyen çok isim geldi geçti. Ama Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile siyasi iktidar arasında yaşanan son kriz gibisine hiç rastlamadık.

Yargının bağımsızlığını bugünkü HSYK kadar güçlü bir şekilde savunan başka bir yargı organına da tanık olmadık.

Üyeleri içtenlikle kutluyoruz.

Oysa HSYK’ya ateş püsküren gazetelerde dün görmüşsünüzdür:

"Savcı Öz kaldı, kriz aşıldı" diyen de vardı, ""HSYK’da toplumsal talep kazandı, savcılar değişmedi" diyen de... Keza "Davanın Öz’ü sağlam" diyenle, "Korsan kararname krizi bitti, savcılar yerinde kaldı" diyen de... Bu Adalet Bakanlığı ile HSYK arasındaki ihtilafı "kişiselleştiren" bir bakış açısıydı. Eğer HSYK meseleye böyle baksaydı, özellikle Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıların yerlerinde kalmasına karşı çıkar ve istediği sonucu da çok muhtemelen alırdı. Çünkü kurulun 5 üyesi "hukuken" güçlüydü. Bunun da nedeni, Anayasa’dan ve yasadan kaynaklanan yetkiyi kullanıyor olmalarıydı.

Oysa bakanlık zayıftı, çünkü bir önceki bakan Mehmet Ali Şahin ile şimdiki bakan Sadullah Ergin tartışılan savcılar hakkındaki -bir iddiaya göre 100 kadar- şikáyeti "müfettişlere" havale etmemişlerdi. Bu yüzden, belki de suçlu bulunacak savcıları peşinen kayırmış sayılıyorlardı.

Nitekim HSYK kurulduğu günden beri yapılmamış bir şey yaptı:

Bakanı, "görevini yapmaya" mecbur eden bir karar aldı. "Soruşturmayı açacaksın, müfettişlerin vereceği raporu da HSYK’ya getireceksin" dedi.

O da -kusurunu bildiği için- ister istemez boyun eğdi.

Demek ki bu konu müfettişlerin raporu geldikten sonra ele alınacak. Karara bakanla müsteşar muhalefet şerhi koymuşlar.

Boş laf!

"Hukuk devleti" olmak iddiasındaki bir ülkenin Adalet Bakanlığı için bundan daha ağır, daha utanç verici bir durum olabilir mi?

Bitmedi:

"Siyasallaştığı" artık kimse tarafından inkár edilemeyen "Ergenekon" davasıyla ilgili işlemleri yürüten savcıların hukuken kabul edilemez kararlar verip uygulamalarına engel olmak için HSYK bir başka şey daha yaptı:

Soruşturmanın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın koordinatörlüğünde ve Başsavcı Vekili yetkisiyle donatılmış ikinci bir savcının da görevlendirilmesi suretiyle yürütülmesine karar verdi.

Bu HSYK’nın soruşturmada "hukuk tekniği" yönünden kabul edilemez yanlışlar gördüğünü göstermiyorsa neyi gösteriyor?

Buna rağmen soruşturmayı yürüten savcıların ve davaya bakan yargıçların başka görevlere tayin edilmemiş olmaları kanımızca yerindedir.

Aksi halde "yargının bağımsız bir tavırla ve adalet dağıtması amacıyla" dile getirilen önerileri, "HSYK yargıya müdahale ediyor" demek için kullanan marifetlilere yeni bir koz verilmiş olacaktı.

Şimdi yargı görevini yapsın. Suçlu olan cezasını çeksin ama masumlar birilerinin keyfi için yanmasın.
Yazının Devamını Oku

Gül’ün yanıtı

28 Temmuz 2009
BU gazeteciler çok muzır şeyler... Dün Kayseri’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e “Türkiye’de güzel şeyler olacak dediniz, oluyormu?” diye sormuşlar. Bu soruya siz olsanız ne yanıt verirsiniz: “Oluyor... Nitekim bakın şu şu oldu” veya “Öyle dedim ama henüz olmadı”dersiniz. Sayın Cumhurbaşkanı mutat üzere öyle bir şey söylememiş.

Mutat üzere diyoruz çünkü Sayın Cumhurbaşkanı, "malumu ilam" yani bilinenleri tekrar etme konusunda gerçekten eşsizdir. Nitekim yine bilinenleri tekrar etmiş:

"Bunların hepsi olacak. Herkes güzel şeylerin olmasına yardımcı olur. Herkes yardımcı da oluyor herkes. Türkiye için güzel şeyler olacaktır. Bunlar tartışılarak konuşularak, büyük bir sorumluluk duygusu içinde hep yapılacak şeylerdir.

Bu açıdan bütün devlet organları başta olmak üzere Türkiye’nin düşünen insanları, aydınları, entelektüelleri, yazarları, çizerleri görüyorsunuz, gayet canlı bir tartışma da yapılıyor.

Önemli olan burada ülkemizi problemlerden nasıl kurtarabiliriz ve ülkemizin önünü nasıl açabiliriz, bütün vatandaşlarımızı nasıl kazanabiliriz, Türkiye’nin bütün vatandaşlarının Türkiye Cumhuriyeti’ne olan aidiyet duygusunu nasıl güçlendirebiliriz. Herkes, ben bu ülkenin en şerefli vatandaşıyım diye nasıl bunu hisseder, yapılacak şeyler bunlardır.

Aslında Türkiye’nin demokratikleşme süreci, reform süreci de bununla ilgilidir. Ülkemizin çok meseleleri vardır, her ülkenin çeşitli meseleleri olduğu gibi. Türkiye bu çeşitli meseleleri demokrasinin standartlarını yükselterek, kendine özgüven duyarak, farklılıklarını zenginlik olarak halledecektir. Bu da herhalde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin, sorumlu olan herkesin en mutlu olacağı şeylerdir. Problemlerimizi çözersek, o zaman Türkiye’nin önünün ne kadar daha büyük açık olduğunu, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, bütün Türk vatandaşlarının, Türk insanının ne kadar çok daha özlediği standartlara, noktalara süratle ulaştığını göreceğiz"
demiş.

Bunlar malumun ilamı niteliğinde laflar diyoruz ama itiraf edelim ki acaba Sayın Cumhurbaşkanı bu tür konuşmalarla birtakım mesajlar veriyor da biz mi anlayamıyoruz diye ara sıra tereddüt ediyoruz.

Belki de öyledir.

Konuştuğunuz biri sorunuza yanıt olarak 300 yahut 500 atasözünü alt alta sıralasa, ne anlarsınız?

İhtimal onlardan biri veya birkaçı konuştuğunuz konuyla ilgilidir ama siz asıl "yanıt" niteliğinde olanı bulup ortaya çıkartıncaya kadar göbeğiniz çatlar.

Bu "güzel şeyler olacak" meselesi, biliyorsunuz Türkiye’nin yıllardır sürüp gelen "terör" sorununa çare bulma umutlarının arttığı anlamına geliyordu. Zaten o yüzden ilgi çekmişti.

Peki "teröre çözüm" anlamında ne yapıldı?

Hadi ona yanıt istemek için "erken" diyelim. Peki ama hiç olmazsa Abdullah Öcalan’ın, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’la arasında dolaylı da olsa bir iletişim oluştuğuna ilişkin sözlerine açıklık getirse fena mı olurdu?
Yazının Devamını Oku

Utanmazlık

26 Temmuz 2009
Kalemin altına geleni yazsak ağır olacak. O nedenle lafı yumuşatsak da hem “yargı bağımsızlığı” ve “yargı tarafsızlığı”ndan yana görünen, hem de yargı bağımsızlığının güvencesi olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) söylenmedik laf bırakmayanlara, “Bu yaptığınız utanmazlıktır” demekle yetinsek bilmiyoruz yeter mi? Gerçekten son yirmi gündür "yandaş" gazetelerde HSYK’yı hedef alan sistemli bir kampanya yürütülüyor. Bahane, özellikle Ergenekon isimli soruşturmayı yürüten ve davaya bakan savcı ve yargıçlardan bazılarının başka yerlere tayin edilmesi yönünde HSYK’ya öneri getirildiği iddiası.

Bu iddia ve o vesileyle denenlere gelmeden belirtelim:

Aldığımız bilgiye göre üzerinde çalışılan kararnamenin "unvanlı" yargıç ve savcıları (Ağır Ceza Mahkemesi Başkanları, Ticaret Mahkemesi Başkanları, Başsavcılar, Geniş Yetkili (Ergenekon davasına bakan türden) Mahkemelerin üye ve savcıları) dışındakilerle ilgili kısmı yakında yayınlanacakmış. Geriye 150 kadar "unvanlı" tayini kalacakmış. Onun da önümüzdeki hafta tamamlanması bekleniyormuş.

Görüldüğü gibi kararnamenin asıl tartışılan bölümüyle ilgili sorun çözülmüş değil.

Sözün burasında "unvanlı" yargıç ve savcılar dahil, tüm yargı sistemiyle ilgili "teminat" (yargı güvencesi) ile ilgili kuralı anımsatalım:

Yürürlükteki Anayasa’nın getirdiği sistem yargıç ve savcılara "coğrafi güvence" vermiyor. Yani "Ankara’daki yargıcı onun rızası veya talebi olmadan İstanbul’a tayin edemezsin" diyen bir hüküm yok. Bunun yerine "bölge" bazında bir güvence var. Bu da gelişmişlik düzeyine göre Türkiye 5 bölgeye ayrılarak uygulanıyor. Örneğin Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa en gelişmiş yöreler olduğu için birinci bölgeyi oluşturuyor. Bu bölgede görev yapan yargıç veya savcıyı bir disiplin cezası almadıkça ikinci bölgeye tayin etmek mümkün değil. Ama HSYK aynı bölge içinde başka yere -örneğin İstanbul’dan Ankara’ya- tayin edebiliyor. Bunun önünde hiçbir engel yok.

Gerçi 5190 sayılı yasanın "Yürürlükte mi değil mi?" tartışması bitmeyen bir Geçici Birinci Maddesi, "Geniş Yetkili Mahkemelerde görev yapan yargıç ve savcıların kendi arzuları olmadıkça 3 yıl süreyle başka yere tayin edilemeyeceklerini" söylüyor ama, daha sonra çıkan bir yasanın 5190 sayılı yasa hükümlerini yürürlükten kaldırırken bu maddeyi de lağvetmiş sayılacağı kabul edilmiş. Nitekim HSYK bugüne kadar bu görüş doğrultusunda hareket ederek birçok tayin yapmış. Bu tayinler nedeniyle de kimsenin itirazı olmamış.

Demek ki Ergenekon savcılarını veya bu davaya bakan yargıçları başka yerlere tayin etmeyi engelleyen bir kural yok.

Dahası... HSYK üyelerinin, Bakanlık’tan gelen "Tayin Kararnamesi Taslağı" üzerinde değişiklik önermelerine, kendilerinin öneri getirmesine veya bazı önerileri reddetmelerine engel kural da yok.

Ama HSYK üyelerinin "hiçbir dış baskı olmaksızın karar vermelerini" öngören bir temel kural var.

Şimdi bu kural ortadayken, HSYK’nın yasal tasarrufuna, yani üyelerden bazılarının "Şu yargıç veya savcıyı şuraya tayin edelim" diye önermesine "Korsan kararname" adını takanlara "Bu yaptığınız utanmazlıktır"dan başka ne diyeceksiniz?
Yazının Devamını Oku