Dengir Mir Mehmet Fırat şimdi sıradan bir milletvekili ama, ağzından çıkan lafa önem verilen bir politikacı. O nedenle savunduğu görüşün bir temeli olmak gerekir.
Belki anımsarsınız, bu “anayasal vatandaşlık” kavramını önce Sayın Süleyman Demirel, yine aynı konuyla ilgili olarak ortaya attı. O zaman Cumhurbaşkanı idi. Biz de aynen şimdiki gibi o tarihte de “bu kavramla neyin kastedildiğini” sorduk. “Acaba vatandaşla devlet arasındaki ilişkiyi, ev sahibi kiracı ilişkisi gibi mukaveleye bağlamayı amaçlayan bir formülden mi söz ediliyor?” dedik. Ama ne yanıt ne de sonuç alabildik.
Fakat deyim bazılarına parlak görünmüş olmalı ki, arada bir “anayasal vatandaşlık” deyimi karşımıza çıkmaya devam etti. Hatta bir konuşmasında Sayın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da bu deyimi kullandı.
Ülkemizi yıllardır uğraştıran “terör” belasının bu “tılsımlı” kavramla çözülmesi mümkün olacaksa, hemen lafımızı değiştirelim ve Anayasa’ya da “vatandaşlarla devlet arasındaki bağın dayanağı anayasadır” gibi bir şey yazalım.
Ama öyle yazarsak “vatandaşlık tanımını” yapmış olmayız. Sadece o, ne anlama geldiği belli olmayan kavramın hukukumuzdaki dayanağını söylemiş oluruz.
Yahut bazılarının söylediği gibi “vatandaş” kelimesi yerine “yurttaş” deyimini kullanalım. Nitekim saygın Anayasa profesörlerinin Türkiye Barolar Birliği için 2007 yılında hazırladıkları “Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi” isimli taslağın 39’uncu maddesinde “yurttaşlık” deyimi kullanılıyor. Bu deyimin ne anlama geldiği de “Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından oluşur” denerek anlatılıyor.
Eğer şimdiki Anayasa’da bulunan, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür” ifadesi rahatsızlık veriyorsa, işte buyurun, içinde “Türk’tür” kelimesi geçmeyen bir tanımlama...
Aslında oradaki
O iddianamede yer almış ne kadar ipe sapa gelmez malzeme varsa, dava ile ilgisi bulunup bulunmadığına ve ellerindeki malzemenin “haber değeri” olup olmadığına zerre kadar bakmaksızın... İnsanları insafsızca karalıyorlar.
Kim olduklarını kendileri de bildiği için isim vermiyoruz. Ama marifetlerinden örnekler ortaya koyarak bu “yüksek düzeyli profesyonel”(!)lerin yüzüne ayna tutmaya kendimizi zorunlu hissediyoruz.
Buyurun birlikte okuyalım:
Bir günlük gazetede, siyah zemin üzerine oturtulmuş, fotoğraflı, çerçeveli (yani ilk bakışta göze çarpmasına itina edilmiş) bir haber, “Balbay’a 48 bin lira” başlığıyla verilmiş.
Haberin metnine geçmeden aklınıza “Çalmış mı? Bir yerin parasını zimmetine mi geçirmiş? Yasadışı bir iş yapmış (örneğin yasadışı bir örgütün üyesi olduğunu veya onunla profesyonel bir ilişki kurduğunu ortaya koyan bir kanıt mı ele geçmiş)” diyerek okuyorsunuz:
“BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) murakıplarının incelemeleri sonunda, Ergenekon sanıkları arasında yer alan Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Mustafa Ali Balbay’a da 2004-2008 yılları arasında program (o dönemde yaptığı televizyon programları) bedeli olarak toplam 48 bin lira ödeme yapıldığı belirtildi.”
Diyelim ki bu bilgi aynen doğrudur.
Sanki yasadışı bir durum -veya iddia edilen suçlamalarla ilgili bir kanıt- keşfedilmiş gibi bir hava vererek böyle bir haber vermenin “ahlak”la, “dürüstlük”le, “insana saygı” ile, “hoşgörü” ile, “meslek adabı” ile ve özellikle de “insanları gereksiz yere karalamama” ilkesiyle zerre kadar ilgisi varsa lütfen siz karar verin.
Görmemiz de kolay değildi çünkü sabah kalkınca 23 evin polis tarafından basıldığı, bilmem kaç aydının gözaltına alındığı, akşam yatarken hangi paşayla kardeşi arasındaki özel konuşmanın “ortam dinlemesi” rezilliğiyle deşifre edildiği bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Herkesin kişilik haklarını korumakla yükümlü bir devlet bu tür iğrençlikleri önlemez, tam tersine bu suçların faili olduğu izlenimini verirse, kimde huzur kalır?
Öteki örnekleri saymayalım. Zaten maksadımız onları tekrar tekrar teşhir etmek değil. Onlar yüzünden, 6 gencin arkadaşlarıyla birlikte Ankara’da bir kebapçıya giden Başbakan Tayyip Erdoğan’a ulaşmak isterken engellenmelerini, bunun üzerine “Biz açız, harçlarımızı ödeyemiyoruz. Siz döner yiyorsunuz” diye bağırmalarını görmezden geldik.
Bu olay 2 Ağustos akşamı oldu ama öncesi de vardı:
Öğrenciler kızgındı çünkü Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın 26 Haziran 2009 tarihli gazetelerde çıkan sözleri, üniversite harçlarının hiç de böyle protestolara yol açacak kadar yükselmeyeceğini ifade ediyordu.
Buna göre Özcan gittiği Kahramanmaraş’ta 3-5 öğrencinin üniversite harcını ödeyemediği için üniversiteyle ilişkisinin kesildiğini öğrenince çok üzüldüğünü söylemiş ardından da 2009-2010 dönemi için harçlarda yüzde 8’den fazla zam olmayacağını, ikinci öğretim (öğleden sonra veya akşam verilen öğretim) harçlarının da en fazla geçen yılki miktar üzerine eklenecek enflasyon oranı kadar yükselebileceğini ileri sürmüştü.
Oysa ikinci öğretim harçları, asgari ücrete yüzde 4.1, emekli maaşlarına yüzde 1.8 oranında zam yapan Bakanlar Kurulu kararıyla, yüzde 8 değil yüzde 100 (bazen yüzde 500) artırılınca kıyamet kopmuştu.
Örneğin Veterinerlik Fakültesi’nde ödenmesi gereken harç bin 976 liradan 5 bin 276 TL’ye, Mühendislik Fakülteleri’ndeki katkı payı (harç) ise bin 416 liradan 2 bin 400 TL’ye yükseltilmişti.
Şimdi, kimini kulak vermeye değer bulduğumuz, kimine “ipe sapa gelmez” diyeceğimiz, kimine de “burada bunun ne işi var” diye bakacağımız bir sürü iddia ve bilgi karşımıza çıkacak. Öyle ya, daha önce bunları görmedik mi?
Gördüklerimiz arasındaki önemli “hukuk ihlalleri”ni Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyesi Ali Suat Ertosun, bir basın toplantısında 9 ayrı madde halinde sıralamadı mı?
Cumhurbaşkanı Gül hakkında “yargılama” kararı çıkartarak esmayı üstüne sıçratan Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz’ın başına gelenleri gazetelerden okuyunuz.
İnsan atıfta bulunurken bile utanç duyuyor.
Nitekim “Ergenekon” davası sanıklarına da “adil yargılanma hakkı” sağlansın diye HSYK, Adalet Bakanlığı’nı göreve çağırmaya mecbur olmadı mı?
Savcının gözüyle sanıkların hukuku nasıl çiğnediğini İddianameden öğreniyoruz. Peki ama sanıkların gözüyle savcılar ve polisler nasıl görünüyor, onu biliyor muyuz?
Aşağıda o yönden durumu anlatan bir mektup özeti var. Mektubu bize yazan, başında bulunduğu
Yanlış anlamayın... Görüşmemeliydi diyenlerden değiliz. Tam tersine meşru kurumların temsilcilerinin, meşru zeminlerde diyalog kurmalarının her zaman yanındayız. Çünkü birçok önyargı ve yanlış anlama ancak bu yolla çözülür.
Ama baştan beri ısrarlıyız:
Bir politikayı ilan ederken çok büyük laflar etmekten kaçınmak gerekir. Çünkü koşullar, koşullarla birlikte güçler dengesi değişir. Tükürdüğünüzü yalamak zorunda kalırsınız.
Bu konuda sabıkası en çok olan siyasi iktidar, bildiğiniz gibi AKP’dir. Avrupa Birliği ile ilişkilerimizden, Bush yönetiminin Irak’a yaptığı saldırı öncesindeki Kuzey Irak’la ilgili politikalarımıza, daha sonra Irak’ın kuzeyindeki yönetimle ilgili tutumlarımıza kadar sayısız konuda hem “kırmızı çizgi” ilan ettik, hem de bunları tek tek yalayıp yuttuk.
Neyse... Şimdi konumuz o değil. Şimdi Türkiye’nin yıllardır başını ağrıtan “terör” temeline dayalı sorun üzerinde konuşma zamanı.
Dünkü görüşme ardından Ahmet Türk’ün, “umutluyuz, mutluyuz” şeklinde konuşması, iyi bir başlangıç yapıldığı izlenimi veriyor.
Bu sürdürülmeli. Ama görüşmeye “iki taraf arasındaki müzakere” kimliği giydirilmemeli. Görüşme sadece, “Başbakanın -veya ilgili bakanın- Ahmet Türk dahil her kim ile konuştularsa onun görüşlerini alma amacıyla yapıldığı” anlamına gelmeli.
Aksi halde daha işin başındayken hem insanlarımızı hem de ülkemizi
Başbakan’a bu anlamda teşekkür borçluyuz. “Köksal Toptan gibi tarafsızlığını ve liyakatini ispat etmiş bir kişiyi aday göstermez” demiştik. Bu nedenle Mehmet Ali Şahin’in adının ön plana çıktığını söyleyenlere biz de katılmıştık.
Sağolsun, bizi mahcup etmedi.
Ve dün yeni TBMM Başkanı seçim süreci başladı.
Bu satırlar yazılırken birinci oylamanın sonucu belli olmuştu. Buna göre Adalet ve Kalkınma Partisi adayı Mehmet Ali Şahin 315, CHP’nin adayı İlhan Kesici 96, MHP’nin adayı Münir Kutluata 70, DTP’li Hasip Kaplan 25 ve bağımsız Kamer Genç 11 oy almıştı. 12 oy boş çıkmış, 6 oy da geçersiz sayılmıştı.
TBMM’deki AKP’li milletvekili sayısı, ilk iki turda aranan asgari sayı 367’den az olduğu için (338) dün sonuç alınması zaten beklenmiyordu.
TBMM’de CHP 97 sandalyeyle, MHP 69, Demokratik Toplum Partisi 21 sandalyeyle temsil ediliyor. Bağımsızlarla diğerlerinin toplamı da 21.
Bu rakamlara bakınca oylamada bir sapma olmadığı görülüyor. AKP milletvekillerinden 23’ünün (Köksal Toptan’ın oy hakkı olmadığı için 22 de denebilir) Mehmet Ali Şahin’e oy vermemiş olması özel bir anlam taşır mı bu aşamada bilemiyoruz.
Bu satırlar yazılırken ikinci turun sonuçları alınmamıştı ama arada ciddi bir fark olmasını beklemiyoruz.