Oktay Ekşi

Anayasal vatandaşlık?

13 Ağustos 2009
BİZİM aklımız karıştı.Çünkü düşündük taşındık, bildiklerimizi yan yana getirdik ama bazılarının, son olarak da Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın savunduğu “anayasal vatandaşlık” kavramıyla neyi kastettiğini, daha doğrusu “anayasal vatandaşlık” kavramının ne anlama geldiğini bir türlü çözemedik.

Dengir Mir Mehmet Fırat şimdi sıradan bir milletvekili ama, ağzından çıkan lafa önem verilen bir politikacı. O nedenle savunduğu görüşün bir temeli olmak gerekir.

Belki anımsarsınız, bu “anayasal vatandaşlık” kavramını önce Sayın Süleyman Demirel, yine aynı konuyla ilgili olarak ortaya attı. O zaman Cumhurbaşkanı idi. Biz de aynen şimdiki gibi o tarihte de “bu kavramla neyin kastedildiğini” sorduk. “Acaba vatandaşla devlet arasındaki ilişkiyi, ev sahibi kiracı ilişkisi gibi mukaveleye bağlamayı amaçlayan bir formülden mi söz ediliyor?” dedik. Ama ne yanıt ne de sonuç alabildik.

Fakat deyim bazılarına parlak görünmüş olmalı ki, arada bir “anayasal vatandaşlık” deyimi karşımıza çıkmaya devam etti. Hatta bir konuşmasında Sayın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da bu deyimi kullandı.

Ülkemizi yıllardır uğraştıran “terör” belasının bu “tılsımlı” kavramla çözülmesi mümkün olacaksa, hemen lafımızı değiştirelim ve Anayasa’ya da “vatandaşlarla devlet arasındaki bağın dayanağı anayasadır” gibi bir şey yazalım.

Ama öyle yazarsak “vatandaşlık tanımını” yapmış olmayız. Sadece o, ne anlama geldiği belli olmayan kavramın hukukumuzdaki dayanağını söylemiş oluruz.

Yahut bazılarının söylediği gibi “vatandaş” kelimesi yerine “yurttaş” deyimini kullanalım. Nitekim saygın Anayasa profesörlerinin Türkiye Barolar Birliği için 2007 yılında hazırladıkları “Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi” isimli taslağın 39’uncu maddesinde “yurttaşlık” deyimi kullanılıyor. Bu deyimin ne anlama geldiği de “Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından oluşur” denerek anlatılıyor.

Eğer şimdiki Anayasa’da bulunan, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür” ifadesi rahatsızlık veriyorsa, işte buyurun, içinde “Türk’tür” kelimesi geçmeyen bir tanımlama...

Aslında oradaki

Yazının Devamını Oku

Süreç ve partiler

12 Ağustos 2009
YÜKSEK dereceli yargıçların bile “hukuka aykırı dinlemelerden” şikâyet ettiği, insanların içi boş iddianamelerle hapislerde süründürüldüğü, “korku imparatorluğunun” hüküm sürdüğü bir ülkeyi yöneten Başbakan’ın, “demokrasiyi ve hukuku ne kadar geliştirdiklerini” söylemesine tanık olmak, doğrusu eğlenceli oluyor. Hele başkalarının "uzlaşmaya yanaşmamasından" şikáyetini görünce.

Ama Türkiye’de yaşıyorsanız hem gülecek hem katlanacaksınız.

Neyse ki Başbakan Tayyip Erdoğan sadece onlardan söz etmemiş. Partisinin Meclis Grup toplantısında káh mantığı káh duyguları kullanarak hükümetin "demokratik açılım" dediği bu son çabalarında sonuna kadar gitmeye kararlı olduğunu da söylemiş.

Söylediklerinde -etnisite ile ilgili yaklaşımı dışında- biz olumsuz bir şey görmedik.

Özellikle birilerinin kendisini "Kürtlerin temsilcisi" yerine koymasına izin vermeyeceklerine ilişkin sözlerini biz çok yerinde bulduk. Çünkü bunu kabul etmek hataların en büyüğü olurdu.

Öte yandan muhalefet partileri keşke, kendisinin "uzlaşma" kültüründen ne kadar uzak olduğunu gösteren sayısız örneğe rağmen bu son açılıma "uzlaşmacı" bir tavırla yaklaşsalardı, iyi olurdu.

Sayalım ki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı aslında 25 senelik bir terör olayını çözmeye değil de "vatanı satmaya" çalışıyor.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) bu ülkeyi yöneten siyasi partiyi dinlese ve -sayalım ki- gerçekten "vatanı satmak istediklerini" gözlemlese bu görüşmeden ne kaybederdi?

Görüşme bitince çıkar "Şu şu şu nedenlerle inanıyoruz ki bunlar vatanı satmak istiyorlar" derdi. Kamuoyu da ortada bir tehlike olup olmadığına daha sağlam verilere bakarak karar verirdi.

Aynı şeyi İçişleri Bakanı’nın randevu talebini peşinen reddeden CHP için de söylüyoruz.

Bu iki parti de kendi seçmenlerinin böyle davranmalarını istediğini düşünüyorlarsa kanımızca aldanıyorlar. Türk halkı, Türkiye’nin her anlamda birliğini, bütünlüğünü koruyan bir çözüm istiyor.

Dışarıdan da "Artık bu sorun çözülsün" diyenler varmış.

Vardır... Ama bizi o değil, kendi ulusal çıkarlarımız ilgilendirir.

Bu bağlamda en doğru lafı CHP Genel Başkanı Deniz Baykal söylüyor. Yukarıda bizim de işaret ettiğimiz gibi özellikle Başbakan’ın, "milli kimlik"le "etnik kimliği" karıştırmasına değiniyor.

Başbakan gerçekten "Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle..." diye lafa başlayıp "Hepimiz biriz, kardeşiz" türü sözlerle o cümleyi bağladığı zaman "milli" kimliğimizi yani "Türk milletinin bireyleri" olduğumuz gerçeğini göz ardı edip, "Türk"leri ayrı bir etnik kesim, "Kürt"leri ayrı bir etnik kesim gibi sunuyor. Oradaki "Türk" sıfatının aynı zamanda tüm ulusu kapsayan bir yönü olduğunu görmezden geliyor.

İşin kötüsü bunu hep yapıyor.

Baykal’ın "Milli kimlikle oynamak olmaz, milli eğitime etnisiteyi koymak kesin olmaz. (...) Kaynaştırmaya yönelik her türlü öneriyi destekleriz. Ama bizi etnik ayrıştırmaya götürecek süreçleri kabul etmek mümkün değildir" şeklindeki sözleri CHP’nin görüşünü açıklıyor.
Yazının Devamını Oku

Hesap ortada

11 Ağustos 2009
HERKESİN bildiği “sır”lar vardır. Biri cesaret edinceye kadar o konuya kimse girmez. Öyle bir sırrı nihayet Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Maliye Bakanı Ersin Tatar açıklamış. Orada kamu görevlilerine haksız yere yapılan “fazla mesai” ödemeleriyle hazinenin boşaltılmasına artık izin vermeyeceğini ilan etmiş. Tatar’ın Hürriyet’e söylediği şu:

"İkinci bir maaş haline gelen fazla mesailere kısıtlama getirdik. Her 2 ayda bir uygulanan eşelmobil sistemiyle enflasyon oranında maaşlara yapılan otomatik artışın 6 ayda bir yapılmasını kararlaştırdık. Daha ilk adımları attık, fazla mesailere dokunduk diye sendikalar karşımıza çıktı. Ancak geri adım atmayacağız çünkü ben devletimizi koruyorum. Teslim olmayacağız ve hükümet olarak ülke ekonomisini düzlüğe çıkartacağız."

Biliyorsunuz KKTC kendi gelirleriyle ayakta duramıyor. Türkiye Cumhuriyeti bu yüzden 1974’ten beri her yıl -bazen daha fazla olsa da ortalama- 300 milyon dolar yardım gönderiyor.

Ve bu para KKTC’nin memur, işçi, emekli, dul, yetim maaşına harcanıyor.

Demek ki sırf cari harcamalar için bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti 4 milyar dolar kadar bir yardım yapmış.

Yeri gelmişken belirtelim bu rakamlar uzmanların tahminine dayanıyor.

KKTC’de işe yeni başlayan bir kamu görevlisinin 2 bin dolar maaş aldığı bildiriliyor. Kişi başına düşen milli gelir ortalaması da 16 bin dolar imiş.

İki bilgi daha verelim:

KKTC’nin yüzölçümü 3355 kilometrekare. Nüfusu da (kabaca) 250 bin.

Gelelim Türkiye’nin bir iline... Ordu’ya:

Ordu’nun yüzölçümü KKTC’nin iki misli kadar (tam rakam 6100 kilometrekare). Nüfusu da KKTC’nin üç misline yakın yani 720 bin. Yılda Ordu’nun bütçeden aldığı toplam (yani yatırımlar dahil) ödenek kabaca 200 milyon dolar.

Ordu’da kişi başına düşen gelir yılda 3 bin dolar tahmin ediliyor.

KKTC nüfusu Ordu’nun yaklaşık üçte biri, yüzölçümü de kabaca yarısı kadar olduğuna göre demek ki KKTC’ye her yıl Ordu’nun en az üç misli para gönderiliyor.

Şimdi gelin, burada bir haksızlık olmadığını söyleyin.

Eğer Ordu’ya her yıl -biz üç mislini de fazla sayalım da iki misli ile konuşalım- 600 milyon dolar tutarında ödenek verilseydi, Ordu’daki insanların milli gelirden alacağı pay 3 bin dolar mı olurdu yoksa 30 bini mi bulurdu?

Kesin bir ifadeyle söylüyoruz... Ordu bugün İsviçre’yi geride bırakırdı.

Bunu KKTC’ye yardım yapılmasın gibi bir düşünceyle söylemiyoruz. Ama oraya giden yardımın fena halde çarçur edildiğini herkesin görmesi için, Ordu örneği üzerinden anlatmaya çalışıyoruz.

Zaten Maliye Bakanı Ersin Tatar’ın da söylediği bu.

Türkiye ile KKTC ilişkilerini bir tarihte bir dostumuz "Dünyada sömürgesi (!?) tarafından sömürülen tek ülke herhalde Türkiye’dir" diye tanımlamıştı da şakaya vurmuştuk. Haklıymış.
Yazının Devamını Oku

Bizim Taliban

9 Ağustos 2009
AĞIZLARINI açınca yahut kalemi ele alınca hemen “ahlak”tan, “dürüstlük”ten, “insana saygı”dan, “hoşgörü”den, “sevgi”den ve “meslek etiği”nden ve özellikle de “insanları karalamanın yanlışlığından” söz etmeseler, bir şey demeye gerek bile görmeyiz. Geçen gün “Ergenekon” davasının üçüncü iddianamesi açıklandı ya...

O iddianamede yer almış ne kadar ipe sapa gelmez malzeme varsa, dava ile ilgisi bulunup bulunmadığına ve ellerindeki malzemenin “haber değeri” olup olmadığına zerre kadar bakmaksızın... İnsanları insafsızca karalıyorlar.

Kim olduklarını kendileri de bildiği için isim vermiyoruz. Ama marifetlerinden örnekler ortaya koyarak bu “yüksek düzeyli profesyonel”(!)lerin yüzüne ayna tutmaya kendimizi zorunlu hissediyoruz.

Buyurun birlikte okuyalım:

Bir günlük gazetede, siyah zemin üzerine oturtulmuş, fotoğraflı, çerçeveli (yani ilk bakışta göze çarpmasına itina edilmiş) bir haber, “Balbay’a 48 bin lira” başlığıyla verilmiş.

Haberin metnine geçmeden aklınıza “Çalmış mı? Bir yerin parasını zimmetine mi geçirmiş? Yasadışı bir iş yapmış (örneğin yasadışı bir örgütün üyesi olduğunu veya onunla profesyonel bir ilişki kurduğunu ortaya koyan bir kanıt mı ele geçmiş)” diyerek okuyorsunuz:

“BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) murakıplarının incelemeleri sonunda, Ergenekon sanıkları arasında yer alan Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Mustafa Ali Balbay’a da 2004-2008 yılları arasında program (o dönemde yaptığı televizyon programları) bedeli olarak toplam 48 bin lira ödeme yapıldığı belirtildi.”

Diyelim ki bu bilgi aynen doğrudur.

Sanki yasadışı bir durum -veya iddia edilen suçlamalarla ilgili bir kanıt- keşfedilmiş gibi bir hava vererek böyle bir haber vermenin “ahlak”la, “dürüstlük”le, “insana saygı” ile, “hoşgörü” ile, “meslek adabı” ile ve özellikle de “insanları gereksiz yere karalamama” ilkesiyle zerre kadar ilgisi varsa lütfen siz karar verin.

Yazının Devamını Oku

Gençlerin feryadı

8 Ağustos 2009
OLAYI galiba hiçbirimiz, tüm boyutlarıyla göremedik.

Görmemiz de kolay değildi çünkü sabah kalkınca 23 evin polis tarafından basıldığı, bilmem kaç aydının gözaltına alındığı, akşam yatarken hangi paşayla kardeşi arasındaki özel konuşmanın “ortam dinlemesi” rezilliğiyle deşifre edildiği bir Türkiye’de yaşıyoruz.

Herkesin kişilik haklarını korumakla yükümlü bir devlet bu tür iğrençlikleri önlemez, tam tersine bu suçların faili olduğu izlenimini verirse, kimde huzur kalır?

Öteki örnekleri saymayalım. Zaten maksadımız onları tekrar tekrar teşhir etmek değil. Onlar yüzünden, 6 gencin arkadaşlarıyla birlikte Ankara’da bir kebapçıya giden Başbakan Tayyip Erdoğan’a ulaşmak isterken engellenmelerini, bunun üzerine “Biz açız, harçlarımızı ödeyemiyoruz. Siz döner yiyorsunuz” diye bağırmalarını görmezden geldik.

Bu olay 2 Ağustos akşamı oldu ama öncesi de vardı:

Öğrenciler kızgındı çünkü Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın 26 Haziran 2009 tarihli gazetelerde çıkan sözleri, üniversite harçlarının hiç de böyle protestolara yol açacak kadar yükselmeyeceğini ifade ediyordu.

Buna göre Özcan gittiği Kahramanmaraş’ta 3-5 öğrencinin üniversite harcını ödeyemediği için üniversiteyle ilişkisinin kesildiğini öğrenince çok üzüldüğünü söylemiş ardından da 2009-2010 dönemi için harçlarda yüzde 8’den fazla zam olmayacağını, ikinci öğretim (öğleden sonra veya akşam verilen öğretim) harçlarının da en fazla geçen yılki miktar üzerine eklenecek enflasyon oranı kadar yükselebileceğini ileri sürmüştü.

Oysa ikinci öğretim harçları, asgari ücrete yüzde 4.1, emekli maaşlarına yüzde 1.8 oranında zam yapan Bakanlar Kurulu kararıyla, yüzde 8 değil yüzde 100 (bazen yüzde 500) artırılınca kıyamet kopmuştu.

Örneğin Veterinerlik Fakültesi’nde ödenmesi gereken harç bin 976 liradan 5 bin 276 TL’ye, Mühendislik Fakülteleri’ndeki katkı payı (harç) ise bin 416 liradan 2 bin 400 TL’ye yükseltilmişti.

Yazının Devamını Oku

Bir somut örnek

7 Ağustos 2009
ERGENEKON davasına ilişkin üçüncü iddianame de açıklandı.

Şimdi, kimini kulak vermeye değer bulduğumuz, kimine “ipe sapa gelmez” diyeceğimiz, kimine de “burada bunun ne işi var” diye bakacağımız bir sürü iddia ve bilgi karşımıza çıkacak. Öyle ya, daha önce bunları görmedik mi?


Gördüklerimiz arasındaki önemli “hukuk ihlalleri”ni Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyesi Ali Suat Ertosun, bir basın toplantısında 9 ayrı madde halinde sıralamadı mı?

Cumhurbaşkanı Gül hakkında “yargılama” kararı çıkartarak esmayı üstüne sıçratan Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz’ın başına gelenleri gazetelerden okuyunuz.

İnsan atıfta bulunurken bile utanç duyuyor.

Nitekim “Ergenekon” davası sanıklarına da “adil yargılanma hakkı” sağlansın diye HSYK, Adalet Bakanlığı’nı göreve çağırmaya mecbur olmadı mı?

Savcının gözüyle sanıkların hukuku nasıl çiğnediğini İddianameden öğreniyoruz. Peki ama sanıkların gözüyle savcılar ve polisler nasıl görünüyor, onu biliyor muyuz?

Aşağıda o yönden durumu anlatan bir mektup özeti var. Mektubu bize yazan, başında bulunduğu

Yazının Devamını Oku

Süreç

6 Ağustos 2009
BUNA halk deyimiyle “Şeytanın bacağı kırıldı” mı demek doğru, yoksa Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) meşhur “kırmızı çizgi”lerinden biri daha silindi mi demek gerekir, siz tayin edin. Gerçek şu ki, Tayyip Erdoğan, Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk’le görüştü.

Yanlış anlamayın... Görüşmemeliydi diyenlerden değiliz. Tam tersine meşru kurumların temsilcilerinin, meşru zeminlerde diyalog kurmalarının her zaman yanındayız. Çünkü birçok önyargı ve yanlış anlama ancak bu yolla çözülür.

Ama baştan beri ısrarlıyız:

Bir politikayı ilan ederken çok büyük laflar etmekten kaçınmak gerekir. Çünkü koşullar, koşullarla birlikte güçler dengesi değişir. Tükürdüğünüzü yalamak zorunda kalırsınız.

Bu konuda sabıkası en çok olan siyasi iktidar, bildiğiniz gibi AKP’dir. Avrupa Birliği ile ilişkilerimizden, Bush yönetiminin Irak’a yaptığı saldırı öncesindeki Kuzey Irak’la ilgili politikalarımıza, daha sonra Irak’ın kuzeyindeki yönetimle ilgili tutumlarımıza kadar sayısız konuda hem “kırmızı çizgi” ilan ettik, hem de bunları tek tek yalayıp yuttuk.

Neyse... Şimdi konumuz o değil. Şimdi Türkiye’nin yıllardır başını ağrıtan “terör” temeline dayalı sorun üzerinde konuşma zamanı.

Dünkü görüşme ardından Ahmet Türk’ün, “umutluyuz, mutluyuz” şeklinde konuşması, iyi bir başlangıç yapıldığı izlenimi veriyor.

Bu sürdürülmeli. Ama görüşmeye “iki taraf arasındaki müzakere” kimliği giydirilmemeli. Görüşme sadece, “Başbakanın -veya ilgili bakanın- Ahmet Türk dahil her kim ile konuştularsa onun görüşlerini alma amacıyla yapıldığı” anlamına gelmeli.

Aksi halde daha işin başındayken hem insanlarımızı hem de ülkemizi

Yazının Devamını Oku

Şahin’li dönem

5 Ağustos 2009
ÖNCEKİ yazılarından birine gönderme yaparak -örneğin dünkü yazımda şunlara bunlara değinmiştim diyerek- lafa başlayan hiçbir sütun yazarı “profesyonel” değildir. Ama bizim için galiba kaçınılmaz oldu. Çünkü dünkü yazıda, AKP’nin TBMM Başkanlığı adayı belli olmadan tahminler yürüterek, “duvara toslama” riskini üstlenmiştik.

Başbakan’a bu anlamda teşekkür borçluyuz. “Köksal Toptan gibi tarafsızlığını ve liyakatini ispat etmiş bir kişiyi aday göstermez” demiştik. Bu nedenle Mehmet Ali Şahin’in adının ön plana çıktığını söyleyenlere biz de katılmıştık.

Sağolsun, bizi mahcup etmedi.

Ve dün yeni TBMM Başkanı seçim süreci başladı.

Bu satırlar yazılırken birinci oylamanın sonucu belli olmuştu. Buna göre Adalet ve Kalkınma Partisi adayı Mehmet Ali Şahin 315, CHP’nin adayı İlhan Kesici 96, MHP’nin adayı Münir Kutluata 70, DTP’li Hasip Kaplan 25 ve bağımsız Kamer Genç 11 oy almıştı. 12 oy boş çıkmış, 6 oy da geçersiz sayılmıştı.

TBMM’deki AKP’li milletvekili sayısı, ilk iki turda aranan asgari sayı 367’den az olduğu için (338) dün sonuç alınması zaten beklenmiyordu.

TBMM’de CHP 97 sandalyeyle, MHP 69, Demokratik Toplum Partisi 21 sandalyeyle temsil ediliyor. Bağımsızlarla diğerlerinin toplamı da 21.

Bu rakamlara bakınca oylamada bir sapma olmadığı görülüyor. AKP milletvekillerinden 23’ünün (Köksal Toptan’ın oy hakkı olmadığı için 22 de denebilir) Mehmet Ali Şahin’e oy vermemiş olması özel bir anlam taşır mı bu aşamada bilemiyoruz.

Bu satırlar yazılırken ikinci turun sonuçları alınmamıştı ama arada ciddi bir fark olmasını beklemiyoruz.

Yazının Devamını Oku