5 Ağustos 2006
İSTANBUL’da 11 gece kulübü saygısızca "gürültü" yaptıkları gerekçesiyle kapatıldı diye, bakıyoruz bazıları kıyametleri koparıyor... Uygulamanın yanlışı varsa düzeltilmeli... Örneğin daha önce hiç uyarı yapılmadan "burayı kapatıyoruz" ceberrutluğuyla bazı gece kulüplerini veya benzeri yerleri kapatmanın savunulacak hiçbir tarafı yok.
Ama İstanbul Valiliği’nin ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin "gürültü kirliliği" yapıyorsunuz diye daha önce uyardığı... "Böyle devam ederseniz burayı kapatmak zorunda kalacağız" dediği yerlerin kapısına 1 hafta süreyle kilit vurması var ya... Gürültü kirliliğinden çok çekmiş bir İstanbul sakini sıfatıyla söyleyelim:
O mührü vuranların elleri dert görmesin!
Efendim turizm mevsimiymiş de... Bu sırada gelip de "bir hafta süreyle kapattık" denilir miymiş?
Kapatma kararı uygulanırken içeri giren polislerden bazı tanınmış müşteriler rahatsızlık duymuşlarmış da... Kızıp o mekánı terk etmişlermiş...
Onlara karşı ayıp olmamış mı?
Bu kapatma kararları yüzünden ilgili gece kulübü ve benzeri yerler milyarlarca lira zarara uğramışlarmış da...
Onlara yazık değil miymiş?
İstanbul’un güzelliği büyük çapta bu tür eğlence yerleriymiş de... Kapatma kararı verenler bunun farkında değil miymiş?
O mekánlarda çalışan yüzlerce (toplarsanız belki binlerce de diyebilirsiniz) insanın ekmek parasını düşünmek gerekmez miymiş?
Hiçbiri beş para etmeyen bir sürü safsata... Yaz yazabildiğin kadar... Nasıl olsa kalem senin elinde...
Bunları söyleyenlerin bir kısmının samimi olduklarını bilsek bile... Baştan söyleyelim ki bir kısmı -hatta önemli bir kısmı- o mekánların daimi müşterisi oldukları için -biraz da hatır belası- böyle yazıyorlar.
Yukarıda söyledik... Bu "gürültü" kepazeliğini yıllar boyu iliklerine kadar yaşamış biriyiz... Tarihini de verelim... Sayın Hayri Kozakçıoğlu İstanbul Valisi idi... Vali bizzat emir verdiği, "gürültü kirliliğini" ortaya çıkarmak için gerekli cihazları aldığı... O cihazlarla ilgililer "kirliliği" tespit ettiği halde, hiçbir sonuç almak mümkün olmadı.
İki örnek verelim de ne demek istediğimizi daha iyi anlatalım:
Bizim de yaşadığımız yöredekileri sabaha kadar uyutmayan bir kulüp vardı. Ona yazılan cezanın tebliğ edilmesi tam 7 ay sürdü... Tebligat yapıldığı sırada aynı yerde aynı kişiler başka isimle açtıkları yeri çalıştırıyorlardı. "Burada öyle bir kulüp yok" dediler. Ceza da işe yaramadı.
Öteki örnek daha ilginç... Kozakçıoğlu getirttiği 30 küsur cihazı ilçelere dağıtmış, kaymakamlara "gürültü yapanı önce uyarın, sonra cezalandırın" talimatı vermişti.
Kartal Kaymakamı taa o zaman anlatmıştı... Cihaz ve emir gelince görevlileri çağırmış, "Şu gazino ile şu demir işleme fabrikasından gelen gürültülerden çok şikáyet var. Gidin ölçün, gerekli cezayı da yazın" demiş.
Bir süre sonra bakmış ki şikáyetler devam ediyor ama yazılmış ceza meza yok... Sonra tutanakları getirtip inceleyince görevlilerin gazinoya gündüz, fabrikaya ise gece gittiklerini görmüş...
Görevlileri böyle ahlaksız olan bir devletin kuralları ne kadar işler?
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2006
GÜNAH bizden gitti; çünkü Başbakan Tayyip Erdoğan eğer Malezya’ya yaptığı gezi öncesinde dönüp Ordu’da yapılan "fındık mitingi" konusunda yanlış bilgilere dayalı şeyler söylemeseydi, tekrar fındık mitingi konusuna değinmeye hiç niyetimiz yoktu. Sayın Başbakan kamuoyuna yanlış bilgiler veriyor ve kanaatlerini de o yanlış bilgilere dayandırdığı için yanlış sonuçlara ulaşıyor.
Başbakan Erdoğan, bazı muhabirlere göre 80-100 bin (resmi tahminlere göre 40-50 bin) kişinin katıldığı mitinge "kuvvet kullanılarak müdahale edilmesi" emrini kendisinin verdiğini söylüyor. Olayı aynen şöyle anlatıyor:
"Bir Vali, Emniyet Müdürü’ne talimat verecek ve Vali’nin verdiği talimata tamamen ters bir cevapla (Emniyet Müdürü) rest çekecek. Ve bu Emniyet Müdürü orada duracak."
Mitinge katılanlardan 10-12 bin kişilik bir grubun Samsun-Giresun yolunu trafiğe kapatması nedeniyle, hem kendisinin hem de Ordu Valisi Dr. Said Vakkas Gözlügül’ün "bu yolun zor kullanılarak açılması" yolunda talimat verdiğini, ancak Ordu Emniyet Müdürü Rıdvan Güler’in bunu dinlemediğini söylüyor.
Oysa dünkü Anadolu Ajansı bültenlerinde Vali Gözlügöl’ün açıklaması var. "Güvenlik gücü amirlerimizle benim aramda nezaketi aşan bir diyalog yaşanmamıştır" diyor.
Demek ki ne bir "ters cevap" olmuş, ne de bir "rest çekme" durumu yaşanmış. Başbakan devam ediyor:
"Bir taraftan otobüs kuyrukları Akçaabat’ta, diğer taraftan Samsun’da. Ben verdim talimatı, bizzat aradım. Bu yol trafiğe açılacak dedim. Bu esnada hastaneye yetiştirilemediği için iki kişi öldü. Neden? Trafik kapalıydı. Bunun sorumlusu olmayacak mı?"
Bir defa kuyruk o kadar uzun değil... Ama zaten yolun kapatılmasını savunan yok. Bu eylemin suç olduğu zaten orada yolu kesenlere de bildirilmiş. Nitekim akşam saat 21.30’da, yani topluluk yaklaşık 2000-2500 kişiye düşünce polis müdahale edip yolu açmış.
Kaldı ki "hastaneye yetiştirilemediği için ölen" tek kişi yok. O gün Ordu civarında denize girip boğularak ölen 2-3 kişi olmuş. O kadar.
Yaklaşık 50 bin kişiye müdahale etmesi istenen polis sayısını araştırdık. Ordu dışından gelen takviye güçle birlikte toplum sayı 454 imiş. Alınan istihbarat ve olağan önlemler nedeniyle -bir saldırıya uğramalarını engellemek için- bunların 300 kadarını Vilayet, AKP il binası; BİM mağazası; Fiskobirlik dahil hassas noktaları korumak için görevlendirmek gerekmiş.
Başbakan, "Kadınları, çocukları öne sürdüler" demiş. Oysa bu hiç olmamış.
Olayı yaşayanlar diyor ki, "O kadar polisle halka karşı zor kullanılsaydı, Ordu’dan kaç ölü çıkardı, ne kadar işyeri tahrip ve yağma edilir, kaç noktada yangın çıkardı, düşünmek bile istemiyoruz".
Olayın bilançosunu sorduk... O akşam, karayolunun açılması için yapılan müdahale sırasında 16 polis memuru ile 24 sivil hafif yaralanmış. Bir adet TIR kamyonunun camı kırılmış. Onun bedeli olan 1300 küsur YTL’yi de mitinge katılanlar toplayıp sürücüye vermiş. Toplam 38 kişi gözaltına alınmış. Savcı hepsini dinlemiş, sonra serbest bırakmış.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2006
BİZ maalesef katılamadık ama öğrendik ki gazeteci Duygu Asena’nın Teşvikiye Camii’ndeki cenaze töreninde de bir curcuna, bir "cami avlusunda kokteyl parti" havası, bir ölene ve olaya saygısızlık tablosu daha yaşanmış. Hem de "görgü" deyince yanına yanaşılamayan, "bilgi" deyince rakip kabul etmeyen, "çalım" deyince ölçü tanımayan "medeni"(!) insanlarımız yüzünden.
Baştan bir gerçeği kabul edelim:
Bizim kültürümüz ve bizim aile ve sosyal terbiye kalıplarımız "saygı" kavramını bizim insanımıza öğretmiyor. Kendine saygısı olmayanın başkalarına saygılı olamayacağını da...
Saygıyı hálá "büyükler gelince ayağa kalkmak, onların elini öpmek" türü davranışlar sanan bir toplumuz. O nedenle örneğin "kapalı yerde yüksek sesle konuşmanın" başkalarına karşı saygısızlık olduğunu kimse öğretmez bize...
Öteki örnekleri saymayalım; çünkü o kadar yerimiz yok.
Gerçek şu ki, "yaşayana" saygı göstermeyi bilmediğimiz gibi "ölene" saygıyı da bilmiyoruz. O yüzden cenaze törenine giderken kıyafetimizin "yaslı" bir ortama uygun olması gerektiğini düşünmeyiz.
Camide "ha ha... hi hi..."li konuşmaların, ona buna fıkra anlatmanın, şirinlik gösterisine kalkmanın, dedikodu yapmanın, iş bağlamanın ne kadar ayıp kaçtığını görmeyiz.
Türkiye’de 80 bine yakın cami var. Bunların hiçbirinin sorumlusu -veya Diyanetin İşleri’ne mensup görevliler- neden, "Başsağlığı dileyenleri kabul edecek olanlar için" bir yer belirlemez?
Başsağlığında bulunmak için gelenlerin kuyruğa girecekleri bir çizgi, bir işaret, cenaze töreninin yapıldığı yere neden konmaz?
Böyle bir düzenlemeyi biz bir tek merhum Sevgi Gönül’ün vefatı üzerine Teşvikiye Camii’nde gördük. Koç Ailesi her şeyi düzenlettirmiş ve törenin ciddiyetinin bozulmasına fırsat vermemişti.
Sormaya devam edelim:
Ölene saygımız varsa onu neden beton dökerken kullanılan kalıp tahtasından yapılmış tabutlara koyarız da kaliteli bir tabut kullanmayız?
Tabutun taşınmasını itiş-kakış konusu olmaktan çıkarmak, onun için de bu görevi üstlenecekleri baştan belirlemek mümkün değil mi? Ölene sevgi ve saygı duymak başka... "Ben daha çok seviyorum" iddiasıyla kargaşa çıkarmak başka...
Son yolculuğundaki insanı kabristana neden, sebze haline domates taşıyormuşuz gibi, arkası yarı kapalı bir kamyonetle götürürüz? Kaliteli bir cenaze arabası, ölen insan için çok mudur?
Hepimiz biliriz. Kabristandaki durum daha da kötüdür. Çünkü kabristanlar plansızdır. Yolları bozuktur. Yazın tozdan, kışın çamurdan mahvolursunuz.
Hiçbir belediye başkanı, kendisi ölüp gittikten sonra kabrini ziyarete geleceklerin, "Be adam, sağlığında şurayı düzgün şekilde yapsaydın da, şimdi okuduğumuz Fatiha’yı hak etseydin" demek zorunda kalacağını düşünmez.
Merak ediyoruz... Bunları da mı Avrupa Birliği sayesinde düzelteceğiz?
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2006
GÖREVİNİ başarılı bir şekilde yaptığı ve yasaları doğru uyguladığı için mağdur edilen kamu görevlilerinin son örneği olarak karşımızda Ordu Emniyet Müdür Vekili Rıdvan Güler var.<br><br>Güler, Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner’in talebi üzerine İçişleri Bakanlığı tarafından "merkeze", bir diğer deyişle "kızağa" alındı. Çünkü Güler, 30 Temmuz 2006 Pazar günü Ordu’da, fındık üreticisinin sesini duyurmak amacıyla düzenlenen mitinge katılanlara karşı "zor" kullanmadı.
Oysa bilinen o ki, Ordu’nun iktidar partili milletvekillerinden özellikle biri, Güler’e Ankara’dan talimat veriyor, "zor kullanılarak halkın dağıtılmasını ve mitingciler tarafından trafiğe kapatılan Samsun-Giresun karayolunun açılmasını" emrediyordu.
Güler bu emri (!) dinlemedi. Yolun şehir merkezindeki kısmı 8-9 saat kapalı kaldı. Ama güvenlik güçleri acil durumlar için hem şehir içindeki arka yolları, hem de Fatsa-Gürgentepe-Ordu yolunu açık tuttular. Gerçi ulaşım sorunu yaşandı ama güvenlik güçleri ile halk arasında çıkabilecek bir arbede bu sayede önlendi. Kan akmasına fırsat verilmedi. Nitekim olayı bizzat yaşayan Ordulularla başta Ordu Gazeteciler Derneği olmak üzere çeşitli meslek kuruluşlarının güvenlik güçlerine teşekkür etmek gereğini duymaları, kimin doğru yaptığını ortaya koydu.
Aslında "güvenlik gücü" deyince miting sırasında görev yapan polisten ayrı olarak Jandarma’yı da dikkate almak lazım. Nitekim sadece Ordu’daki Alay Komutanı Kıdemli Albay Nevzat Yıldız’dan ayrı olarak Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Hüseyin Güney de Ordu’daki mitingde görev yaptılar. Bu görev sırasında onlarla Emniyet Müdürü Güler arasında belli ki bir görüş farkı olmadı.
O halde uygulanan önlemler, Güler’in görevden alınmasını gerektirecek şekilde hatalı ise Jandarma komutanlarına neden kimse bir şey demiyor?
Yok uygulananlar yerindeyse Güler’in görevden alınması nasıl açıklanıyor?
Görüldüğü gibi ortada çuvala sığmayan bir mızrak var. O da yeni bir mızrak değil... Adını koyalım:
Polis bu ülkede -öteden beri- sadece káğıt üstünde "devletin polisi"dir. Aslında o "hükümetin" hatta "iktidar partisinin" polisidir. Çünkü amirleri ondan kanuna değil, iktidardakilere hizmet etmesini ister. İktidara hizmet etmezse cezalandırır.
Nitekim Gökhan Aydıner’in son olarak Rıdvan Güler’e yaptığı da "iktidar partisi milletvekilinin talimatını dinlemediği için" cezalandırmaktan ibarettir.
Demek ki sorunu iktidar partisi mensuplarını ıslah ederek değil, polisi kanundan başka hiçbir gücün yönlendirmesine izin vermeyen -bir bakıma Silahlı Kuvvetler gibi- bir konuma kavuşarak çözmek mümkün olur. Aksi halde, "beni de yerimden alırlar" korkusu içinde görev yapan polisten ancak bugünkü kadar görev beklenebilir. O da bazen böyle başarıyı cezalandırmakla sonuçlanır.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2006
FINDIK üreticisi nihayet patladı... O nedenle lafın başında söyleyelim:<br><br>Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı, yaşamını fındığa bağlayan 400 bin aile ile onların fındığını olabildiğince ucuza kapatıp Avrupa’daki alıcılara satan Cüneyd Zapsu arasında bir tercih yaptı ve Zapsu’yu seçti. Bakalım sıra fındık üreticisine gelince onlar kimi seçecek?
Neden söz ettiğimizi bilmeyenlere özetleyelim:
Önceki gün Ordu’da Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin, fındık üreticilerinin sesini hükümete duyurmak amacıyla düzenlediği bir miting vardı.
Gazeteler mitinge katılanların sayısı hakkında 80 bin, 100 bin gibi rakamlar verdi ama olayı bizzat izleyen tarafsız gözlemciler, "O rakamlar abartılı ancak bu miting Ordu’nun gördüğü en büyük mitingdi" diyorlar. Bir de Emniyet ile Jandarma’nın mitingi en iyi şekilde götürdüğünü söylüyorlar.
Demek ki fındık üreticisinin gerçekten "canına tak demiş".
Öyle olması da normal... Çünkü geçen yıl sezon başında (eylülde) Fındık Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’ne (Fiskobirlik) fındığın kilosunu en az (brüt) 6.90 YTL, en çok (brüt) 7.45 YTL’den satan üretici, 18 Haziran 2006 tarihinden yani Başbakan Tayyip Erdoğan, Giresun’a gidip de "Fındıkla ilgilenmiyoruz. Fiskobirlik’in borcu bizi ilgilendirmiyor" dediği günden itibaren 2.50 YTL’den satamaz oldu.
Başbakan Erdoğan daha sonra Ordu’da yine Fiskobirlik’e çatıp;
"Biz stokçunun (Fiskobirlik’in) yanında değiliz" cümlesini sarf ettikten sonra fiyat daha da aşağı düştü.
Aslında Tayyip Erdoğan da fındık üreticisinin bu sözlere tepki duyacağını bilir. Ama belli ki üreticiye bu kadar kızgınlık duymasının bir nedeni var.
O nedeni arayınca Ocak 2006’da yapılan Fiskobirlik Yönetim Kurulu seçiminde AKP’nin önerdiği adayların seçilemeyişini görüyorsunuz.
Belli ki Erdoğan bu seçimi kadrolaşma açısından çok önemsemiş. Nitekim AKP Düzce Milletvekili Yaşar Yakış’ı o sırada Giresun’a göndermiş. O da üreticilere aynen;
"(Bizim istemediklerimizi) seçseniz bile (TBMM’nin) Kamu İktisadi Teşebbüsleri Komisyonu’nda, orada olmazsa Meclis Araştırma Komisyonu kurmak suretiyle (orada) bu işin (Fiskobirlik’in) peşinde olacağız" demiş.
Giresun AKP Milletvekili Nurettin Canikli de, 4 Ocak 2006 günü Giresun TEMPO TV’de, kendi önerdikleri isimler Fiskobirlik yönetimine seçilirse "(...) Önlerinin açılması için, kredi imkánlarının sağlanması için aklınıza gelen bütün alanlarda her türlü desteği sağlayabileceğiz. Bu bizim sözümüzdür. (AKP’nin istediği) Yönetimin kredi bulma konusunda bir sıkıntı olmayacağını biz düşünüyoruz. Bunu çok net olarak ifade ediyoruz" demiş.
İlginç olan şu ki bir tek Cüneyd Zapsu bu konuşmalardan önce, tam aksini yani Fiskobirlik’in kredi alamayacağını söylemiş:
"Alınacak kredi ile zarar finanse edilecek ve inandırıcı bir iş planı yoksa, (Fiskobirlik’e) tefeciler dışında kimsenin kredi vermeyeceğinin herkes tarafından bilinmesi gerekir" demiş. (28 Aralık 2005 Giresun Haber Gzt.)
Tayyip Erdoğan da zaten başka bir şey söylemiyor.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2006
NE değişti de uzun süre kamu görevi yapanlar, o bildiğimiz "eline, beline, dilene sahip ol" şeklindeki "altın kuralı" yok saymaya başladı? Son olarak emekli Korgeneral Altay Tokat’ın, "Aktüel" Dergisi’ne, Güneydoğu Anadolu’da görev yaptığı 1995-1998 yılları arasında, bazı savcılara ve yargıçlara ne büyük bir tehlike ortamında görev yaptıklarını anlatabilmek için "evlerinin yakınlarına birkaç bomba attırdığını" söylediğine tanık olduk.
Paşa bunu, Şemdinli’de son kasım ayında atılan bombalarla ilgili görüşünü açıklarken söylemiş.
Sonuncu olayda parmakları olduğu ileri sürülen iki astsubay yakalanmış ve Van Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 39 sene hapse mahkûm edilmişti.
Tokat Paşa, "Bu iş yapılır ama böyle yapılmaz" demeye getirmiş.
Kendi emriyle yapılanları da o nedenle "başarılı örnek" olarak göstermiş.
Önce belirtelim ki dünyada "eli temiz devlet" maalesef yoktur. Hele bizimki hem bu tür olaylara karışmak hem de bunu beceriksizce yapmak konusunda şöhretlidir. Birkaç örneği hemen anımsatalım:
Selanik’te Atatürk’ün dünyaya geldiği evin bahçesinde uyduruk bir bomba patlatıp 6/7 Eylül 1955 rezaletinin meydana gelmesine sebep olmak, bu devletin işidir.
ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ı, "Türkiye’deki komünistlerin sabotaj yapabileceğine" inandırıp da ondan borç para koparmak için Dulles’ın -yanılmıyorsak- Ocak 1956’da Ankara’ya yaptığı gezi sırasında, orada burada ses bombaları patlattıran, sonra "Borç para yerine nasihat alan" da bizim devletimizdir.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’i devirmeye kalkan da...
Ama bu örnekler, devlet adına işlenen bir suçun cezasız kalması gerektiği anlamına hiç gelmez. Tam tersine, "o suça yeşil ışık yakan" devlet, olay ortaya çıkınca faili yargılar ve gerekirse cezalandırır. Zaten o tür olaya giren kişi de, bu bedeli göze alanlar arasından seçilir.
Ama bizi asıl düşündüren özellikle "general" olmuş askerlerimizin kamuoyuna yansıyacak beyanlarına hiç dikkat etmemeleri... Bunun gerisinde askerlik dönemlerinde aldıkları meslek terbiyesi ve disiplini mi, yoksa orada bir "eğitim" sorunu mu var, tayin edemiyoruz.
Gerçekten hiçbir asker, komutanının yanlışını o izin vermedikçe düzeltemez.
Ne var ki sivil yaşamın gerçekleri çok farklı. Nitekim 12 Eylül 1980’i izleyen aylarda uygulanan idam cezaları üzerine o zamanki devlet başkanı Kenan Evren, "Ne yapalım, asmayalım da besleyelim mi?" demiş ve bu yüzden çok eleştirilmişti.
Evren’in rekorunu da merhum emekli orgeneral Turgut Sunalp, askeri cezaevlerinde kadın sanıklara "copla tecavüz" edildiği iddialarını yalanlarken "Elimizde tosun gibi çocuklar var, böyle bir şey yapsak neden cop kullanalım?" diyerek kırmıştı.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2006
ŞEYTAN aklımıza bir soru sokuşturdu... Sebebi basit:<br><br>Anayasa Mahkemesi bir karar vermiş. Buna göre polis kimseyi durdurup üstünü arayamayacakmış. Arabasını durdurup "Aç bakalım, bagajda ne var?" diyemeyecekmiş. Kimsenin evrakına el koyamayacakmış. Ne olmuş da şimdi bu yeni durum doğmuş derseniz, yanıt şu:
Hamur Sulh Ceza Mahkemesi, polise "arama" yetkisi veren yasa maddesindeki "usulüne göre verilmiş yargıç kararı..." ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş.
Durumu biraz daha netleştirmek için anlatalım:
Yasanın ilgili hükmüne göre polisin bir kimsenin üstünü araması için iki koşuldan birinin olması lazım... Birincisi "gecikmede sakınca varsa, mülki amirin polise yazılı izin vermesi" gerekiyor.
Eğer gecikme söz konusu değilse, "polisin gerekçe göstererek yargıca başvurması ve istediği aramayı yapabilmesi için ondan usulüne uygun şekilde verilmiş bir karar (izin) alması" icap ediyor.
İşte Hamur’daki mahkeme "yargıçtan usulüne uygun şekilde verilmiş karar alma" zorunluğu olmadan da arama yapılabilsin istemiş. Ancak Anayasa Mahkemesi bu isteği reddetmiş.
Peki bu durum bireylerin lehine mi yoksa aleyhine mi olmuş, derseniz... Káğıt üstündeki görüntüye göre lehine olmuş.
Ama kararın pratikte ne değiştireceğini araştırınca gördük ki... Değişen bir şey olmayacak.
Çünkü bizim polis teşkilatı marifetlidir. Anımsarsınız:
1992 yılında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK) değiştirilip de "Karakola götürülen bir zanlı isterse avukatı gelmeden polise ifade vermeyebilir" kuralı getirilince kamuoyu bu değişikliğe büyük ilgi göstermişti. Hatta o tarihteki hükümet, "Karakollarımız artık şeffaf olacak, yani zanlılar artık polisin baskısı ve tehdidi altında kalmadan ifade verebilecek" demişti.
Lakin polisimiz karakola düşen bireylere önce "avukat gelmesini istemiyorum" yazılı bir káğıt imzalatıp sorguya ondan sonra başlayınca, yasa fiilen işlemez olmuştu.
Anayasa Mahkemesi kararı polisi istediği kadar "usulüne uygun şekilde verilmiş yargıç kararı" almaya zorlasın... Meğer işin kolayı varmış:
Polis makamları vali veya kaymakamdan "acil durum" gerekçesiyle üstelik yasada olmamasına rağmen "genel bir arama yapma" izni alıyor, bunu istediği gibi kullanıyormuş.
Hatta bu emrin (veya iznin) örneğin "10 gün" gibi bir süre için verildiği de oluyormuş.
O zaman tabii akla şu soru geliyor:
Yasa -ve Anayasa’nın özel hayatın gizliliğini düzenleyen 20’nci maddesi- bireyleri tek tek korumayı amaçladığına göre, böyle "genel arama yetkisi" verilmesi Anayasa’ya ve yasaya aykırı olmuyor mu?
Aynı şekilde genel arama yapma izni yargıç tarafından verilince bunun "usulüne uygun bir karar olduğunu savunmak" mümkün mü?
Görüyorsunuz... Yasalar değişse de kafalar değişmedikçe hep aynı yerde sayıp duruyoruz.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2006
ENERJİ ve Tabii Kaynaklar Bakanı Dr. Mehmet Hilmi Güler’i tanırız. Sempatik, girişken, zeki ve uygar bir insandır. Ama bu kadarı insanın "saf" olmasını engellemeye yetmiyor olmalı ki, tutmuş partisinin programında, seçim beyannamesinde ve üye olduğu son iki hükümet programında denenlere inanmış... İnandığı için de, tanınmış petrol ve doğalgaz uzmanı Necdet Pamir’i CHP’li olduğunu bilmesine rağmen "Bakan Danışmanı" yapmaya kalkışmış...
Bugünkü Hürriyet’te ayrıntılarını okuyacağınız için uzatmaya niyetli değiliz. Ama kısaca söyleyelim ki, Mehmet Hilmi Güler’in bu (Allah korusun) tehlikeli önerisi(!) Başbakan Tayyip Erdoğan’dan veya Erdoğan’ın "kendim kadar eminim" dediği Suudi Arabistanlı işadamı Yasin El Kadı’dan da çok güvendiği Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’den dönmüş.
Bu deneyimi yaşayınca Sayın Güler’in ne düşündüğünü bilemiyoruz ama kendisine, Parti Programı’nın "kanun önünde eşitlik" vaat eden; "Yasa ile önceden belirlenmiş üst kademe yöneticileri dışındaki görevlilerin siyasi nedenlerle değiştirilmesi önlenecektir" diyen; "Kayırmacılık ve partizanlık gibi kamu yönetiminin yapısal zafiyetlerine son verilecektir" taahhüdünü ifade eden satırlarına bundan böyle inanmamasını tavsiye etmek zorundayız.
Aynı vaatler biraz değişik kelimelerle Seçim Beyannamesi’nde de var. Keza Abdullah Gül tarafından kurulan 58’inci Hükümet ile halen görev başında olan 59’uncu Hükümet programlarında da bunlar tekrar edilmiş.
Sayın Güler’e tavsiye ederiz, onları da katiyen ciddiye almasın.
Almasın... Aksi halde Sayın Başbakan’a veya onun Vekilharcı konumundaki Müsteşarı Ömer Dinçer’e ters düşebilir.
Doğrusunu isterseniz Sayın Güler’e, iktidara gelmelerinden yaklaşık dört yıl sonra bu tavsiyede bulunan bizim de hayli gecikmiş olduğumuzu kabul etmek zorundayız.
Öyle ya... Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının 6’ncı ayında yani 9 Mayıs 2003 tarihinde kamuoyuna yaptığı açıklamada, kendisine gönderilen 752 atama kararnamesinden 181’ini yani yaklaşık dört kararnameden birini imzalamadan geri gönderdiğini bildirmemiş miydi?
Bunların pek çoğunun AKP’nin kadrolaşma çabalarını ve laik Cumhuriyet karşıtlarının kamuda görev almalarını önlemek için reddedildiğini bilmiyor muyuz?
Parantez içinde söyleyelim... AKP iktidarı böyle reddedilenlerin pek çoğunu aynı görevlere "Vekáleten" yani Cumhurbaşkanı’na rağmen getirdi.
Hadi Güler, Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını gözden kaçırdı diyelim... Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in yaptığı tayinlerden de mi haberi yok?
O tayinleri yapabilmek için Hüseyin Çelik kuralları o kadar zorlamış olmalı ki, daha Şubat 2004’te bile eğitim kurumlarından 9000’inin yöneticisinin, üstlendikleri göreve vekáleten baktığını itiraf etmişti.
Zaten bu bakanın görev yerini değiştirdiği 987 personelden 465’inin mahkeme kararıyla görevlerine iade edildiklerini anımsayınca, bugünkü iktidarın "kayırmacılık ve partizanlığı önleme" konusunda ne kadar dürüst(!) olduğu ortaya çıkıyor.
Yazının Devamını Oku