15 Ağustos 2006
BİRLEŞMİŞ Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı "Ateşkes" kararını iki taraf da kabul etti. Böylece İsrail’in 12 Temmuz günü Lübnan’a karşı başlattığı saldırı, belli bir noktada dondurulmuş oldu. Tabii ateşkes kararını alan, şeklen BM Güvenlik Konseyi idi. Doğrusunu konuşmamız gerekiyorsa o karar Lübnan’da işlerin hiç de başta hesap edildiği gibi gitmediğini gören Washington’undur.
Hesap belli ki İsrail’in hızla Lübnan’a girerek Hizbullah mevzilerini ve yuvalarını yerle bir edip aynı hızla geri çekilebileceği varsayımı üzerine kurulu idi.
Herhalde bu bir başlangıç olacak... ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın "Artık zamanı geldi" dediği "Ortadoğu’ya yeni bir şekil verme" projesi bunun ardından uygulamaya konacaktı.
Henüz ondan vazgeçildiğine ilişkin bir bilgi yok.
Ama bir gerçek var ki, İsrail saldırısıyla başlatılan plan tutmadı...
Çünkü Hizbullah isimli terör örgütü, böyle bir saldırıyı karşılamaya hazır olduğunu gösterdi.
Tıpkı Bush yönetiminin Irak’ta daha önce hiçbir şekilde hesap edilmemiş, şiddetli ve yaygın bir iç mukavemetle karşılaşması gibi.
Bildiğiniz gibi George Bush, Saddam Hüseyin’i 15 günde devirip dünyaya ABD askerlerini çiçeklerle karşılayan bir Irak hediye edecekti. Tabii bu arada Ortadoğu petrolü de tam olarak ABD’nin kontrolü altına girecekti ama...
ABD tüm bunları oraya demokrasi getirmek için yapıyordu, başka bir şey için değil!
Şimdi şöyle dönüp bir bilanço çıkartmaya çalışalım...
Irak’ta kaç sivil öldü, kaç ABD askeri öldürüldü... Savaş ABD’ye kaça patladı türü bir bilançodan söz etmiyoruz.
Tıpkı Lübnan’da ölen sivillerin, Hizbullah mensuplarının veya İsrail askerlerinin sayısından söz etmeyişimiz gibi...
Keza İsrail’in tahrip ettiği yolların, yıktığı binaların ve sebep olduğu maddi zararın miktarını da dediğimiz bilanço içinde aramayın.
Biz, Bay Bush’un Irak’a yaptığı saldırı ile Lübnan’a yaptırdığı saldırının karşımıza çıkardığı gerçeklerin bilançosundan söz ediyoruz...
Irak’ta şimdi ABD’nin en istemediği şey olmadı mı?
O yörede ABD’nin düşman saydığı İran vardı, şimdi Irak’taki Şii çoğunluk sayesinde ikinci bir İran doğuracak alt yapı hazırlanmalı mı?
Irak’ın toprak bütünlüğünü korumaya kararlı olduğunu her fırsatta tekrarlayan ABD, Irak’ı üçe bölecek her şeyi yapmadı mı?
Hizbullah isimli terör örgütünü yok etmeye kalktı... İsrail’i tahrik etti... Lübnan’a yapılan saldırıyı tüm gücüyle destekledi...
Ve sonunda Hizbullah’ın, Ortadoğu’nun en modern silahlarla donatılmış İsrail ordusuna karşı başarılı bir savaş verecek kadar güçlü olduğu gerçeğini karşımıza çıkarmadı mı?
ABD’nin bu politikaları devam ettiği sürece başımıza daha neler gelir, bilemiyoruz ama... Neyse ki ABD Başkanlık seçimlerine topu topu 2 sene kaldı diye avunuyoruz.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2006
BİZİM bürokrasi ilginçtir. Eline yetki verirseniz, ne yapar eder onu kötü şekilde kullanmanın yolunu bulur. Eğer yetki vermezseniz, ağlar sızlar, yetki ister. Alamazsa onun da yolunu bulur, olmayan yetkiyi kullanır. Bürokrasi deyince söylenecek çok şey var ama biz sadece yetki kullanmanın son günlerde karşımıza çıkan bir örneğinden söz etmek istiyoruz.
Biliyorsunuz İstanbul Valiliği -bir iddiaya göre Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da gece yarısı yüksek sesle müzik yayını yapanların sebep olduğu gürültülerden rahatsızlık duyup talimat vermesi sonucu- iyi ve doğru bir iş yaptı:
İl Çevre Müdürlüğü’nün daha önce yaptığı uyarılara aldırış etmeyen gürültü fabrikalarından 11’ini bir hafta süreyle kapattı.
Şimdi bakıyoruz, o sırada ipe sapa gelmez bin türlü gerekçe uydurup bu kapatma kararına karşı çıkanlar yola gelmeye başladılar.
Kimi "Efendim onlar da o kadar gürültü yapmamalıydı" lafını geveliyor.
Kimi bu saygısız işletmelere sahip çıkmaya devam etme gücünü kendinde göremedi... Olayı seyrine bıraktı.
İşletme sahipleri de, "Biz gerekli cezayı aldık. Şimdi çevreyi rahatsız etmeden yayın yapıyoruz" demeye, yahut "Bari saat sınırı koymasalar" diye kıvranmaya başladı.
Tamam... Nihayet anladılar... Dileriz bu dersle adam olurlar...
Ve inşallah bu olay sadece İstanbul’la sınırlı kalmaz. İzmir, Antalya, Bodrum, Marmaris gibi yöreler başta olmak üzere her yerdeki aşırı gürültü merkezleri de yola getirilir...
Derken... Gördük ki bürokrasimiz elindeki yetkiyi kötü kullanmanın yolunu bulmuş:
Nitekim İstanbul Büyükşehir Belediyesi, "İstanbul sınırları içinde açık mekanlarda müzik yayını yapan, kamuya açık eğlence yerlerinde, cuma ve cumartesi günlerinde saat 01.00’den, diğer günlerde ise saat 24.00’ten sonra müzik yayını yapılmasını" Encümen kararıyla yasakladı.
Hani "vur!" deyince "öldür!" dendiğini sananlar vardır ya... Aynen öyle.
İstanbul’da, yaz aylarının en hareketli geçtiği ve şehrin 24 saat yaşadığı bir dönemde "Eğlence yerleri saat 24.00’te kapısına kilit vursun" diye karar almanın savunulabilir bir tarafı, akılla, iz’anla zerre kadar bağlantısı olabilir mi?
Aynen bu tür bir karar 12 Eylül askeri yönetim döneminde de alınmış fakat uygulandığını anımsayacak kadar bile uzun ömürlü olamamıştı.
Bu tam bir Osmanlı Zaptiyesi kararıdır. Çünkü o kafa, beceriksizliğini örtebilmek için yasak koymayı çare görmesiyle meşhurdur.
İstanbul Valiliği İl Çevre Müdürlüğü, söz konusu işletmelerin kabristan sessizliğine bürünmesini mi istiyordu, yoksa "belli bir saatten sonra çevreyi rahatsız edecek düzeyde yayın yapılmamasını" mı?
Verin cezayı... O işletmelerin gürültü yapmasını önleyin...
Ama ne hakkınız var yetkililerden ruhsatını almış, ona göre hizmet vermeye başlamış bir işletmeyi zarar ettirip kapısına kilit vurdurmaya?
Bu yasağın gerisinde "İslamcı" kokular arayanlar yoksa haklı mı?
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2006
LÜBNAN’da ateşkes sağlamak için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin alması beklenen karar hakkında görüşleri sorulan Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora’nın, "İlerleme var, ancak çok yavaş, santim santim" dediği bildiriliyor.<br><br>Zaten acele etmek için ne sebep var ki?
Ölen kim?
İsrailli bir çocuk mu? Amerikalı bir sivil mi? İngiliz bir hemşire mi? Fransız bir gazeteci mi?
Hiçbiri değilse, "ateşkes" için bu telaş neye?
Hoş... İsrail uçakları bomba yağdırır, ordusu Lübnan’ı istila etmeye başlar, köyler, kasabalar yerle bir edilir, yüz binlerce insan yerini yurdunu terk edip sığınacak yer ararken, o ülkenin 60 bini aşkın askeri, saldırgana bir tek kurşun atmazsa, başkalarına kızmanın ne kadar anlamı olabilir ki?
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2006
KULAK verseniz, ciddiye alsanız çoğu kez korktuğunuza, endişelendiğinize değmiyor. Kulak vermeseniz, "ya doğruysa" diye endişelenmekten kendinizi kurtaramıyorsunuz. Bir örnek verelim:<br><br>Tanınmış tarihçi Prof. Dr. Bernard Lewis’in The Wall Street Journal Gazetesi’ndeki son yazısında "İran’ın Miraç Kandili’ne rastlayan 22 Ağustos’ta İsrail’i tamamen yok edecek nihai darbeyi vurabileceği" ileri sürülmekteydi. Vuran İran veya başkası olabilir. Yazı bir felaketin çok yakınımızda olduğunu söylüyordu.
Tıpkı Ortadoğu uzmanı tanınmış gazeteci Robert Fisk’in 8 Ağustos 2006 tarihli The Independent Gazetesi’ndeki yazısına koyduğu "Zihnimden atamıyorum-Yeni bir 11 Eylül olacak!" başlığı gibi.
Her ikisine de kehanet atfetmenize sebep yok. Ama İngiliz polisinin dün Londra’daki Heathrow havalimanından Atlantik ötesine yapılacak tüm uçak seferlerini durdurması da gösteriyor ki, bir bela etrafımızda dolaşıyor...
Gazete ve televizyon haberlerini tekrarlamadan sadece şu kadarını söyleyelim ki, İngiliz ve Amerikan güvenlik makamları "6 ila 10 uçağın Atlantik üstündeyken havaya uçurulmasını öngören bir terör planının, uygulanmasına çok az zaman kala çökertildiğini" iddia ediyorlar.
Ek bilgi olarak "uçağa yolcu beraberinde sokulan sıvı patlayıcının bataryayla infilak ettirilmesi"nin planlandığı ifade ediliyor.
İnsan "verilen bilgilere" bakıp İngiliz ve Amerikan güvenlik makamlarına teşekkür etmek istiyor.
Lakin zihninizden geçen teşekkür düşüncesi, hemen ardından yerini, "Ya bu da aslı astarı olmayan bir iddia ise?" düşüncesine terk ediyor.
Öyle ya... Geçen yıl 7 Temmuz tarihinde Londra’da metroda ve bir otobüste aynı dakikalarda 4 bomba patlatıp 52 kişinin ölmesine, 700 kadarının yaralanmasına sebep olan terör faciasını izleyen günleri anımsıyoruz. Bu olay yüzünden sinirleri bozulan İngiliz polisi, 22 Temmuz günü yani metro olayından tam iki hafta sonra, aslında masum bir Brezilyalı elektrik teknisyeni olduğu sonra anlaşılan Jean Charles de Menzenes’i "biraz telaşlı" görüp Stockwell metro istasyonunda kurşun yağmuruna tutarak öldürmüştü.
Geride kalan haziran başında da 300 polis, yine Londra’nın Paddington istasyonuna yakın bir evde oturan 23 yaşındaki bir postacının evini sabaha karşı bastı. Onu omuzundan vurdu, kardeşini yakaladı... O gün yapılan resmi açıklamada -aynen dünkü gibi- "Aylarca süren takip sonunda, giyinecekleri yelekteki kimyasal silahı kalabalıkta kullanarak çok sayıda insanın ölümüne yol açmayı amaçlayan teröristlerin yakalandığı" bildirildi.
Sonra bunların Bangladeş kökenli iki kardeş oldukları... Terörle merörle uzaktan yakından ilgilerinin bulunmadığı anlaşıldı. Zaten yelek de bulunmadı.
Tıpkı 7 Temmuz terörünü yapanlarla El Kaide örgütünün ilgisinin olmadığı gibi...
Terör kötü... Teröristin Allah belasını versin. Ama terörle mücadele edenler de "kuruntu"larla "gerçekleri" ayırmayı artık öğrensinler...
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2006
MADEM bu noktaya gelecektiniz... Onbinlerce fındık üreticisini neden ayağa kaldırdınız? Milyonlarca insanı üzdünüz...<br><br>Bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında oluşturulan bir kurul, bilindiği gibi bu yıl devletin fındık alımı yapmasını ve bu görevin Toprak Mahsulleri Ofisi’ne (TMO) verilmesini karara bağladı. Haberin iyi tarafı, yılbaşından beri fındık üreticisine ve onu korumakla görevli Fındık Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’ne (Fiskobirlik) dargın olan hükümetin bu yanlıştan dönmüş olması.
Dargınlığın nedeni de Fiskobirlik yönetiminin bugünkü iktidarın istediği isimlerden oluşmaması, yani kendi adaylarının seçimi kazanamaması idi.
Meselenin o tarafını artık bırakalım. Çünkü 12 Eylül’de Fiskobirlik yönetimi yeniden seçilecek. Belki o zaman hükümetin yüzü güler.
Bugünkü mesele TMO’nun bu görevi nasıl yapacağı ve bunun üreticiyi koruma yönünden alınan kararın anlamının ne olduğu?
Anlaşılan o ki görevi fiilen TMO değil, Fiskobirlik yapacak. Çünkü TMO’nun bu konuda ne deneyimi, ne yetişmiş elemanı, ne örgütü, ne deposu, ne de gerekli ekipmanı var. O nedenle TMO ile Fiskobirlik bir protokol imzalayacak. Herhalde belirli bir ücret karşılığında Fiskobirlik tüm bu işleri yapmayı üstlenecek.
Demek ki burada ayrı -ve yeni- bir masraf kapısı açılacak. Oysa hükümet Fiskobirlik’e sahip çıksaydı buna gerek olmayacaktı.
Hükümet, TMO’nun bu görevi yapması için ona para bulacak. Ancak bütçede buna ayrılacak para yok. Uluslararası Para Fonu öyle karşılıksız harcamaya izin vermiyor. O zaman geriye kredi bulmak kalıyor.
Yerli bankaların Fiskobirlik’e vermediğini TMO’ya vermesi, "hükümet baskısı yüzünden bize kredi verilmedi" diyen Fiskobirlik’i haklı duruma getirir. O nedenle tek çare yurtdışındaki bankalardan kredi almaya kalıyor.
O zaman da "hükümet bunu yapabiliyor idiyse, daha önce neden yapmadı?" sorusu yanıtsız kalıyor.
Bir başka nokta da şu:
Geçen yıl Fiskobirlik (sonra çok eleştirilen) yüksek fiyatı 22 Ağustos tarihinde açıklamıştı. Oysa hükümet önceki gün "TMO’nun alımlara 15 Eylül tarihinde" yani piyasa açıldıktan yaklaşık 1 ay sonra başlamasını kararlaştırdı.
Yıllardan beri Fiskobirlik’in sezonun daha başında fiyat açıklamasının nedeni, üreticinin elindeki malı tüccarın istediği kadar düşük fiyattan satmak zorunda kalmasını önlemekti. Oysa şimdi alınan karar, bunun tam aksini amaçlamış olmadı mı? Nitekim konunun uzmanları, "Yeni mahsul fındığın yaklaşık yüzde 40’ı o tarihe kadar zaten piyasaya sürülmüş olur" diyor.
Görüldüğü gibi iktidardakiler fındık üreticisine sırtlarını dönme şansı olmadığını anladılar.
Bir de doğru yerden bilgi almayı öğrenirlerse sağlıklı sonuca ulaşabilirler. Lakin onun için kimin kendi çıkarı için konuştuğunu, kimin genel çıkarları koruduğunu anlayacak kadar sabırlı ve dikkatli olmaları gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2006
BİZİM siyaset erbabının "namus"tan, "dürüstlükten" yana söyledikleriyle, iktidara gelince yaptıkları nasıl birbirini tutmazsa, "çevre" lehine söyledikleriyle yetkilerini kullanırken yaptıkları da o kadar birbirine zıt olabilir. Neden böyle söylediğimizi aşağıda açıklayacağız.
Ama önce şu "namus" ve "dürüstlük" konusundaki gözlemimizi açalım:
Her siyasi parti, muhalefet dönemindeyken "iktidardakilerin boğazına kadar yolsuzluk batağına gömüldüğünü" söyler. "Biz iktidara gelince hem bu yolsuzlukların hesabını soracağız, hem de milletin bir kuruşunun çalınmasına izin vermeyeceğiz" der değil mi?
İktidara gelince de göstermelik birkaç dava ile eski yolsuzlukların hesabını sorar ama hemen ardından kendi taraftarlarının devleti soyması için bütün kapıları açar.
Bu dediğimizin istisnası olacak diye Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy verenler, hemen çevrelerinde olup bitenleri dikkatle izlesinler. Devletin nasıl acımasızca soyulduğunun örneklerini görmekte hiç zorlanmayacaklar.
Çevre sorunu da öyle...
Gerçi son günlerde "çevre haydutlarına" karşı özellikle İstanbul Valiliği, ciddi görünen bir kampanya açtı. Bu sayede "gürültü kirliliği" konusu gündeme geldi. Pek fiyakalı gürültü fabrikalarından 11’inin kapısına kilit vurulunca, bu yerlerin "erbab-ı kalem" müdavimleri, söz konusu yerlerden daha büyük gürültü çıkarırsak kararı geri aldırırız sandılar.
Neyse ki, yetkililer dayanıklı çıktı.
Ama "çevreye sahip çıkmak" sırf sekiz-on yeri kapatmakla sınırlı kalamaz.
Oysa bugünkü iktidar "çevre" konusunda en önemli sorumluluğu taşıyan belediyelerin de büyük çapta kusurlu olduğunu bildiği için yeni Ceza Yasası’nın bununla ilgili hükümlerinin yürürlüğünü iki yıl erteledi. Bir bakıma çevreyle mücadele konusunda hazırlıklı veya samimi olmadığını itiraf etti.
Böylece "çevre" konusundaki duyarlık daha baştan sahipsiz kaldı.
Bir örnek verelim:
Türkiye’nin kaç yerinde, yılın kaç gecesinde, kaç kişiyi rahatsız ediyor bilmiyoruz. Ama örneğin İstanbul’da yaz gelince bir havai fişek görgüsüzlüğü ve kirliliği başlar. Kimi "yeni evlenenler" için, kimi "yeni açılan tesisi" için, kimi "bilmem kaçıncı yıldönümleri" için, kimi "mahdum beyin sünneti" için, kimi kendi aralarında düzenledikleri bir kutlama töreni için havai fişek atarak coşkusunu cümle áleme ilan eder.
Çünkü Türkiye’de havai fişek atımı, kaymakamlığın iznine bağlıdır. İstanbul’daki gibi Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde pek çok kaymakamlık olunca aynı gecede sekiz-on gösteri, şehirde savaş çıkmış gibi her tarafı infilak sesiyle inletir.
Siz de "havai fişek elbet atılır ama tüm toplumu kapsayan şenliklerde ve bayramlarda atılır" diyenlere hak vermekle yetinirsiniz.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2006
MİLLİ Görüş lideri Necmettin Erbakan’ın önceki gün "Saadet Partisi’nin kuruluşunun 5’inci, Kıbrıs Barış Harekátı’nın 32’nci yıldönümü" dolayısıyla kürsüye çıkıp kükrediğini (!) gazetelerde okuyunca "Muhteremi pek de özlemişiz" demekten kendimizi alamadık. Lafa "Esselamü Aleyküm" diyerek başlamış. Sonra "Dünyanın başşehri İstanbul’da bulunuyoruz. (Toplantının yapıldığı) Bu Feshane’yi dünyanın en büyük tekstil fabrikası olarak kuran Sultan İkinci Abdülhamid Han, İngilizlerin tekstil fabrikasının en az dört misli olsun dediği ve dünyanın en meşhur kumaşlarının imal edildiği bir fabrikaydı" diye devam etmiş.
Hoca’nın, mitinglerine gelen 300-500 kişiyi "karşımdaki bu binlerce, on binlerce insan" diye nitelendirdiğini bilenler için ne İstanbul’un "dünya başkenti" olmasında yadırganacak şey vardır, ne de Feshane’nin "dünyanın en büyük tekstil fabrikası" diye ilan edilmesi gariptir.
Hoş onunla kalmamış, sonra esmiş savurmuş... Sadece Türk ulusunun değil "dünyanın" da "kurtulmak için Milli Görüş’ü beklediğini" söylemiş.
Bütün bunlara aşinayız...
Ama yine de ortada garipsenecek bir durum yok mu?
Necmettin Erbakan hakkında, "devlete karşı sahtecilik" yaptığı için Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilmiş 2 yıl 4 ay hapis ve 11 trilyon TL para cezası mahkûmiyeti var. Bu ceza 2003 yılının Aralık ayında kesinleşti. Aradan 3 yıla yakın zaman geçti ama bir türlü infaz edilmedi.
Doğrusu şu ki 80’ini bulmuş, bu ülkeye Başbakan olarak hizmet vermiş bir zatın hapse girmesini kimse istemiyor. Biz de istemiyoruz.
Nitekim hukuk ilkelerine aykırı olmakla birlikte Erbakan için özel (5485 sayılı) bir yasa çıkarıldı. Aldığı para cezasını peşinen ödeme koşulu da kaldırıldı. Ayrıca "cezasını ev hapsiyle tamamlaması" yolu açıldı.
Sadece o değil... Daha önce de, sözü edilen para cezasının 1 trilyon liraya kadar olan kısmının tahsilinden Maliye Bakanlığı’nın vazgeçebilmesi için 2004 mali yılı Bütçe Yasası’na bir hüküm konmuştu.
Biliyorsunuz şimdi üzerinde konuştuğumuz suç nedeniyle sadece Erbakan değil, o zaman başında bulunduğu Refah Partisi’nin birçoğu il başkanı olmak üzere mensuplarından 88 kişi hakkında da dava açılmıştı. Onların pek çoğu aldıkları cezayı çektiler.
Bir tek Erbakan’a gelince, devletin çarkları işlemedi.
Daha doğrusu tersine işledi...
Önce, eski Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nın 399’uncu maddesi "hürriyeti bağlayıcı bir cezanın infazı halinde mahkûmun hayatı için kat’i bir tehlike" söz konusu ise "cezanın infazının iyileştikten sonraya bırakılmasına" izin verdiği için önce ondan yararlanıldı. İnfaz tam dört defa ertelendi. Her defasında da -bizim doktorlar biliyorsunuz, hem etik değerlere bağlıdırlar hem de yalan yere rapor verirler- Erbakan’ın sağlık durumunu "infaza engel olacak kadar" bozuk buldular.
Son olarak Ceza ve İnfaz yasaları da değişince durum, Erbakan hakkında hiç mahkeme kararı yokmuş gibi bir noktaya geldi. O da bülbüller gibi şakımaya başladı.
Hepimize hayırlı olsun...
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2006
BİZLER yani bazı yazarlarla gazetecilerin meslek kuruluşları kaç defa söyledik ama lafa gelince "hukuk devleti" ilkesine çok bağlı (!) hükümetimize anlatamadık.<br><br>Sorun aslında hiç de karmaşık, yani anlaşılması zor bir şey değildi. Diyorduk ki, "Terörle mücadele gereklidir. Yeni yasa çıkartılmasına ve yeni önlemler alınmasına karşı çıkan yoktur. Ama alacağınız önlemler hukuk devletiyle çelişmemelidir. Anayasa’ya aykırı olmamalıdır. Özgürlükçü demokrasiye uygun olmalıdır."
Bunun anlaşılmayacak bir tarafı var mı?
Dedik ki, "Anlamaz, dinlemezseniz, sanmayınız ki istediğinizi yapabilirsiniz. Bizi dinlemezseniz, Anayasa’ya aykırı hükümlere önce Cumhurbaşkanı karşı çıkar. Çıkardığınız yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götürür. Onun ardından Avrupa Birliği (AB) devreye girer. ’Bu yasa AB kriterlerine aykırıdır. Değiştirin, yoksa üye olamazsınız’ derler".
Şimdi size söylediklerimizi o zaman kabul etmek zorunda kalırsınız. Üstelik bir de ulusal onurumuzla oynatmış olursunuz.
Nitekim birinci adım gerçekleşti:
Bu iktidarın Terörle Mücadele Yasası’nda yaptığı değişikliklerin tam da bizlerin itiraz ettiğimiz hükümleri Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer tarafından "Anayasa’ya aykırı" oldukları iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne gönderildi.
Çok güçlü bir ihtimaldir ki söz konusu hükümler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilecek...
Neydi o hükümler? Kısaca tekrarlayalım:
Yeni yasanın 5’inci ve 6’ncı maddeleri, yasaya aykırı bir eylem nedeniyle faili cezalandırırken, orada durmuyor. Eğer suç bir medya organı kullanılarak işlenmişse, "Ayrıca, basın ve yayın organlarının suçun işlenişine iştirak etmemiş olan sahipleri ve yayın sorumluları hakkında da bin günden on bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur" diyor. Yani "suçu olmayana ceza ver" diyor.
Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı, yaptığı başvuruda, "Anayasa’nın 38. maddesine göre suçu kim işlemişse cezanın yalnız ona hükmedilip uygulanması, başkalarının o suçtan dolayı cezalandırılmaması" gerektiğini anımsatarak yapılan yanlış düzenlemenin iptal edilmesini istiyor.
Dahası, yasanın bir başka hükmü "suça iştirak etmemiş" kişiye "bin günden on bin güne kadar adli para cezası", yani yetkililerin beyanına göre pratikte 100 milyar liradan 1 trilyon liraya kadar para cezası verilmesini emrediyor.
Şunun akılla, insafla, adalet duygusuyla açıklanabilir bir tarafı var mı?
Bir başka hükümde gazete, dergi vs’nin "Cumhuriyet savcısının emriyle tedbir olarak on beş günden bir aya kadar kapatılmasına" olanak tanınıyor. Oysa Anayasa’nın hiçbir yerinde cumhuriyet savcısına böyle bir yetki veren hüküm yok.
Bunlar gördüğünüz gibi yasa yapma işini, Nasreddin Hoca merhumun abdestsiz namaz kılmasına benzetiyorlar.
Hoca’ya "Abdestsiz namaz kılınır mı?" diye soranlara o, "Vallahi ben kıldım, oldu" demiş...
Olur da işte o kadar olur.
Yazının Devamını Oku