ACABA tesadüf mü, yoksa son günlerde Kuzey Kıbrıs’ta yaşananlar pek bilinen "kasaba politikacılığı" uygulamasının yeni bir tezahürü mü, henüz sanıyoruz ki çözebilen pek çıkmadı.
Sözünü ettiğimiz "tesadüf", Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının bugünlerde bir kırmızı çizgiden daha vazgeçmeye zorlanmasıyla ilgili:
Bildiğiniz gibi yakında Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde neyi ne kadar yaptığımızı, neleri yapmamız istendiği halde yapmadığımızı ortaya koyan bir rapor yayınlanacak.
O raporda herhalde, "Türkiye AB ile müzakereleri sürdürmek istiyorsa 1963 tarihli Ankara Anlaşması’na ek protokolün gereğini yerine getirmeli, örneğin hava ve deniz limanlarını, Kıbrıs Devleti’nin (Güney Kıbrıs’taki Rum Yönetimi) uçak ve gemilerine açmalıdır" anlamında bir şey söylenecek.
Oysa AKP hükümeti sayısız defa, "AB Kuzey Kıbrıs’a uyguladığı izolasyonlardan vazgeçmedikçe limanlarımızı açmayacağız" dedi.
Dedi ama aynen Türkiye gibi Avrupa Birliği de görüşlerini değiştirmedi.
Şimdi ya Türkiye daha önce Irak konusunda yaptığı gibi "kırmızı çizgi"sinden vazgeçecek yahut da AB yumuşayacak.
İkisi de olmazsa, bir başka çare bulunacak, yani Türkiye dik duracak ama onun dışındaki bir etken yolu açacak.
Rauf Denktaş’a sorarsanız, AB’ye ve Rumlara ödünü Türkiye değil, KKTC’deki hükümet verecek. Bir başka deyişle önemli birtakım kazanımlardan vazgeçecek. Örneğin Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin ve Kıbrıs Türklüğü’nün Rumlar içinde erimesinin yollarını açacak.
Bunun önünü Rauf Denktaş’ın oğlu kesiyordu. Çünkü CTP-DP koalisyonu içinde Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı idi. Oysa AKP ile pek uyumlu olan Cumhurbaşkanı Mehmet Talat ile Başbakan Ferdi Soyer, AKP’yi rahatlatmadan yanaydı.
Sonuç olarak bilindiği gibi Başbakan Ferdi Soyer 11 Eylül 2006 günüistifa ederek Serdar Denktaş’sız yeni bir hükümet kurmanın yolunu açtı.
Ancak bu aşamaya ulaşılabilmesi için muhalefette bulunan Ulusal Birlik Partisi’nden 3, Serdar Denktaş’ın başında bulunduğu Demokrat Parti’den 1 milletvekili istifa etti ve Ferdi Soyer’in yanına geçti.
Yaşananların -yukarıda söylediğimiz gibi- kasaba politikacılığı türünden "sen-ben" kavgalarıyla dolu olması; insanı "hálá bir değişiklik yok" demeye zorladığı gibi, ortada Türkiye-AB ilişkilerinin dayattığı bir tertibin varlığını düşündürttüğü de bir gerçek.
Belki tüm bunları "olağan" saymak da mümkün olur ama, bizim anlayamadığımız başka bir husus var:
KKTC’nin "Müftüsü" denilen Din İşleri Başkanı Ahmet Yönlüer diye birinin tüm bu kavgalara karıştığı, AKP adına her şeye burnunu soktuğu iddia ediliyor.
O zat gerçek bir din adamı ise, siyasetten ona ne?