6 Aralık 2006
TÜRKİYE’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasına karşı çıkan, onu ikinci sınıf ülke konumuna itmeye çalışan Almanya Şansölyesi Bayan Angela Merkel ile Türkiye konusundaki yanar döner politikaları yüzünden "güvenilmez adam" damgası yiyen Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, dün yaptıkları ortak basın toplantısından anlaşıldığına göre istediklerini -en azından bu aşamada- yapamadılar. Bu iki lider de Türkiye’ye, "limanlarını Rumlara açması için 18 aylık bir süre verilmesini" istiyorlar, bu süre sonunda limanlar eğer açılmazsa "müzakerelerin askıya alınmasını isteyebileceklerini" söylüyorlardı.
Haber ağırlıklı yayın yapan televizyon kanallarında dün, Bay Chirac ile Bayan Merkel’in Almanya’nın Mettlach isimli yerleşim yerinde yaptıkları basın toplantısı canlı olarak yayımlandı. Orada yöneltilen sorulara Bayan Merkel:
"Amacımız Türkiye’nin (Rumlara limanların açılmasını gerektiren) Ankara Protokolü’nü uygulamasıdır. Biz herhangi bir ültimatom veriyor değiliz" dedi.
Oysa daha önce Bay Chirac’la üzerinde mutabık kaldıkları formülün ültimatomdan farklı bir yanı yoktu.
Demek ki şapkayı önlerine koyup öteki üyelerin -özellikle İngiltere, İsveç ve İspanya’nın- görüşlerini dinleyince geri adım atmaya kendilerini mecbur hissettiler.
Belki de böyle bir öneriyi 14-15 Aralık’ta yapılması gereken Avrupa Birliği Zirve Toplantısı’ndan geçiremeyeceklerini gördüler.
Ama dün sergiledikleri tavrın, Türkiye-Avrupa Birliği arasındaki müzakare konularından 8’ini bir süre rafa kaldırmayı öneren Avrupa Birliği Komisyonu’nkinden daha yumuşak olduğunu söylemek de mümkün değil.
Görüldüğü gibi Türkiye’yi sıkıştırma politikasından vazgeçmediler. Tam tersine, belki de rafa kaldırılacak olan 8 konu sayısını 10’a, hatta Fransızların, Rumların ve Yunanistan’ın isteğini dikkate alırlarsa 12-13’e çıkarabilirler.
Hatta bizi "lanet olsun" deyip müzakere masasından kalkmaya zorlayacak yeni engeller üretmeleri de mümkündür.
İşin ilginç yanı, tüm bunları hukuk ve ahde vefa adına yapan Avrupa Birliği liderleri, sıra Avrupa Birliği’nin Kuzey Kıbrıs Türklerine verdiği sözlere gelince birden hafızalarını kaybetmiş gibi hareket ediyorlar.
Oysa "24 Nisan 2004 tarihli Annan Planı referandumundan ’Evet’ oyu çıkarsa, Kuzey Kıbrıs’a uygulanan izolasyon kararlarını kaldırma" sözünü veren, bunu bir karar halinde dünya kamuoyuna ilan eden Avrupa Birliği idi.
Şimdi Angela Merkel ile Bay Chirac 18 aylık süre lafını etmiyorlar ama amacı anlaşılmayan bir şey söylüyorlar:
Avrupa Birliği Komisyonu 2007 ile 2009 arasındaki gelişmeleri raporla (herhalde zirveye) bildirmeli imiş. "O arada hem Türkiye’de hem de Avrupa Parlamentosu için AB ülkelerindeki seçimler de tamamlanmış olur"muş.
Türkiye’deki seçimi düşünmek Bayan Merkel’e mi kaldı?
Yoksa "Şimdi seçimden korkup Kıbrıs konusunda ödün vermeyen Adalet ve Kalkınma Partisi’nden seçim bitince istediğimiz ödünü alırız" mı demek istiyor?
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2006
TANINMIŞ tarih profesörü Kemal Karpat, bir ay kadar önce Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazmış. Özetini okuyunca "dostça" bir yaklaşım sergilediğini düşündük. Çünkü bize çok doğru görünen tavsiyelerde bulunmuş.<br><br>Prof. Karpat’ın dediklerine gelmeden önce belirtelim: Keşke Başbakan Tayyip Erdoğan bir politikacı gibi değil bir devlet adamı gibi hareket etse dedik. Ama itiraf edelim ki bugüne kadar Sayın Başbakan’ıno gradoda olduğunu düşündüren hiçbir belirti göremedik.
Ama umudumuzu kesmeyelim...
Biliyorsunuz Tayyip Erdoğan, yakın günlerde ülkemize gelen Papa XVI. Benekdikt’le görüşmek bir yana, elini bile sıkmaya razı değildi. Oysa duygularını bir kenara koyup aklıyla hareket etti. Bu sayede, yurdumuza çok zarar verebileceği tahmin edilen bir gezi, tam tersine çok olumlu sonuç verdi. Hem kendisi hem de Türkiye bu sayede dünya kamuoyundan çok olumlu puanlar aldı...
Bakarsınız burada da bir perde açılır ve biz -inşallah- haksız çıkarız.
İsterseniz şimdi o ihtimali bir kenara bırakıp Sayın Karpat’ın mektubuna dönelim.
Prof. Karpat, Tayyip Erdoğan’a "Büyük bir tarihi fırsatı kaçırmamaları" için bazı gerçekleri göstermek gereğini duymuş. Örneğin, "İktidarsınız ama hakkınızda hálá Milli Görüş’ten ve İslamcı bir rejim kurmaktan vazgeçmediniz gibi şüpheler, korkular var. Bu şüpheleri gidermeye çalışınız" demiş.
Şimdi sakin sakin soralım:
Yok mu?
Eğer yok ise, -tüm öteki kanıtları bir kenara koyalım- eğitim sistemini ve kurumlarını dinselleştirmeyi amaçlayan çabalar neyi ifade ediyor?
"Modern devletin İslam’a tercüme edilerek kullanılması bizim açımızdan önemli mahzurlar doğuracaktır" diyen ve "Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür" diyerek düpedüz şeriat isteyen bir kişiyi devlet bürokrasisinin başına oturtmak, hangi amaca hizmet ediyor?
Sayın Erdoğan, bu tutumu devam ettiği sürece, Prof. Karpat’ın, "Herkesi ikna edecek, insanlarda şeriat korkusunu yok edecek, dindara da, dinsize de güven verecek bir felsefe ortaya koyunuz. Partinin ilerideki hareketini tayin edecek prensipler açıklayınız ve bu prensipleri partinize kabul ettiriniz ve sizden şüphe edenlere bir güven hissi veriniz" şeklindeki tavsiyelerini yerine getirebilir mi?
Prof. Karpat, "Kadrolaşmalar vs. gibi şeyleri inkár edemezsiniz. Bundan korkanlar var. Bu yüzden çıkıp ’Biz İslamcı bir rejimi ya da alabildiğine muhafazakár bir hayatı getirmeyi asla amaçlamıyoruz. Zaten halkımız da bunu istemiyor. Biz halkımızın oyuna, isteğine uyuyoruz’ demelisiniz" diyor.
Kamu kurumlarındaki en alt düzey memura kadar herkesi, "Bizden mi değil mi?" ayrımına tabi tutan, kendilerinden saymadıkları kişilere terfi etme, huzur içinde çalışma hakkı tanımayan bir zihniyetin, Karpat’ın sözlerine kulak vermesini beklemek biraz fazla saf olmayı gerektirmiyor mu?
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2006
İNŞAAT işçisi Hüseyin Sülük (51), eşi Fadime Sülük (28), çocukları Ertan (11) ve Derya (9), yanlarında kalan yeğenleri Ezgi Sülük (7)... Aşçı Oktay Davulcu (31), eşi Perihan (31), annesi Zakire (62), çocukları Ferhat (9), Samet (5), Esengül (4) ve Gaffar Okan (2)... Felçli Halil Yıldırım (41), annesi Kezban, çocukları Leyla (16), Koray (13)... Havva Kobak (21), oğlu Recep (3)... Burcu Canıbek (16)... Şoför Abdullah Söz (43), kızı Merve (8), oğlu Sefa (1,5)...
Resul Üner (43), eşi Ruhiye (48), oğulları Mehmet (15)... Ercan Yeşilyurt (30), eşi Serap (25), çocukları Serap (8), Özlem (3), kayınvalide Sahiha Duran (60)... Bayram Tancan (6,5), kardeşi Zeynep (3)...
Bu listeyi daha fazla uzatabiliriz; çünkü elimizde son yıllarda meydana gelmiş en aptalca ölüm haberlerinden oluşan bir demet var.
Kimi gece yatmadan önce sobaya bir miktar kömür atıp uyumuş, kimi banyo yapmaya girmiş ama su ısıtıcısının yani şofbenin kurallara uygun şekilde takılmamış olması nedeniyle içeride oksijen azalınca bayılmış ve ayılamadan ölüp gitmiş...
Kimi ihtiyatlı davrandığını düşünüp yatmış ama esen lodosun, içeride biriken gazın bacadan çıkmasını önleyeceğini hesap etmemiş... Aileden kimse sabaha çıkmamış...
Kimi eve taktırdığı doğal gaz sayesinde rahat edeceğini düşünmüş ama doğru yere sensör (duyarga) koydurmadığı için gaz sızıntısını fark edememiş.
Ve hayata tek başına da değil, çoğu kez tüm aile olarak veda edip gitmiş.
Eldeki bilgilere göre bu tür olaylardan sadece ülkemizde her yıl 200 kişi ölüyormuş...
Oysa Orman ve Çevre Bakanı Osman Pepe tam bir yıl önce yani 2 Aralık 2005 tarihli Hürriyet’te yayınlanan demecinde;
"Dünyanın hiçbir yerinde soba zehirlenmesi nedeniyle ölen kimse kalmadı. Böyle bir rezillik yok. Bu sobayı yapan (sanayici), satan (tüccar), uygun baca sistemi inşa etmeyen müteahhit... Herkes suçlu. Avrupa Birliği uyum standardının yakalanmasıyla, sistem tam olarak işlemeye başlayınca kimse soba zehirlenmesinden ölmeyecek" diyordu.
Sayın Pepe’nin dediğini esas alırsak, devletimiz, AB standartlarını yakaladığımız tarihe kadar insanlarımızın ölmesini beklemeye niyetli demektir.
Nitekim bu hakkını (!?) kullanan ilköğretim okulu 6’ncı sınıf öğrencisi Damla Söğüt’ün önceki gün Manisa’nın Akhisar İlçesi’ndeki evlerinde girdiği banyoda öldüğü bildiriliyor.
Sayın Pepe’nin anlayışıyla bakarsak, şofbeni yapan sanayicinin, satan tüccarın, eve monte eden ustanın sorumluluğu var... Ama Bakan Osman Pepe’nin veya şofbenin standartlara uygun olup olmadığını denetlemeyen, şofbeni takan ustanın ehil olup olmadığını irdelemeyen yetkililerin hiç günahı yok...
Gelişmiş ülke ile gelişmemiş ülkeyi artık nasıl ayırıyorlar biliyor musunuz? İnsanına değer veren ülkelere gelişmiş, bizim gibilere de geri kalmış diyorlar.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2006
TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç bizi istemediğimiz bir tartışmanın içine çekti. Kendisinin yurtdışına yaptığı gezileri fazla bulduğumuzu dile getiren yazımıza belli ki çok kızmış. Nitekim Meclis Başkanı sıfatıyla bugüne kadar 40 değil 37 ülkeye gittiğini bildirdi. Bir de yurtdışında geçirdiği günlerin 585 değil 159 olduğunu söyledi.
Önce bir düzeltme yapalım:
Sözünü ettiğimiz 585 gün, milletvekillerinin Meclis adına yaptıkları geziler toplamını ifade ediyormuş. Burada anlaşılan biz hata etmişiz. Öteki sayı yani 40 rakamı da, gazetelerde çıkan haberlere dayalı bilgiler toplanırken fark edilmeyen tekerrürden doğmuş.
Doğmuş ama söyleyin:
Bir TBMM Başkanı’nın yurtdışı gezisinin sayısı 40 değil de 37 olursa, ne fark eder? Bu yeterince gezmediği anlamına mı gelir, çok gezdiği anlamına mı?
Sayın Başkan yeni icat bir kavrama sığınıyor:
Bu geziler çok önemli olan "parlamenter diplomasi" gereği imiş. "Bu gezilerin ülkemize sağladığı faydaları sürekli görüyor"muşuz. "O nedenle aynı düzeyde ve kararlılıkla sürdürmeye devam edecekler"miş.
Sayın Başkan’ın gördüğü yararları biz de görebilseydik "Parlamenter diplomasi" sayesinde örneğin Almanya, Polonya, Litvanya Hollanda, Fransa, Rusya parlamentoları Türkiye’yi "Ermeni soykırımı yapmakla" suçlayan kararları almazdı.
Sayın Arınç dün bu sütunda yayınlanan mektubunda, sözünü ettiği "parlamenter demokrasi" faaliyeti konulu bilgilerin "herkese açık" olduğunu ve kendisinin de her yıl bütçe görüşmeleri sırasında bu konuda bilgi verdiğini ileri sürüyor.
Önce belirtelim ki bilgiler Sayın Arınç’ın dediği gibi "açık" değil. Nitekim Sayın Arınç’ın TBMM Bütçesi nedeniyle Komisyon’da yaptığı sunuma ve soruları yanıtlamak için yaptığı konuşmaya baktık. Arınç sunuş konuşmasında "TBMM kampusu içindeki 36 çay ocağının yenilendiğini; mutfakların fiziki yapılarının onarıldığını" söylemek gereğini duymuş ama sıra bu gezilere gelince bilgi vermek yerine:
"Dünyanın sorunlu bölgelerinden meclis başkanları ve siyasetçiler, Başkanlığımızdan, sorunların çözümü için politik yardım talep etmektedirler.
Japonya’dan Finlandiya’ya, Rusya’dan Cezayir’e kadar dünyanın birçok ülkesinde Meclisimiz en üst düzeyde karşılanmakta, büyük saygı görmektedir" demekle yetinmiş.
Sayın Arınç söyler mi, "gelişmiş demokrasilerdeki parlamento başkanları bu parlamenter demokrasiyi bilmiyorlar mı?" Biliyorlarsa neden o ülke senin bu ülke benim dolaşıp durmuyorlar?
Sayın Başkan bizim hem kendisine hem de TBMM’ye karşı "negatif" davrandığımızı ileri sürüyor, rakamlar veriyor, ayrıca bazılarını "övgülere boğduğumuzu" söylüyor.
Sayın Arınç’a yanlış rakam vermişler ama önemli değil. Bir gerçek var ki, TBMM’nin saygınlığını her zaman savunduk, savunuruz. O amaçla eleştiri de yaptık, yaparız. Kimseyi de "övgüye boğma" gibi bir merakımız olmadığını sanırız herkes bilir. Yanlışı eleştirilince kızanlara da aldırış etmeyiz.
Yeri gelmişken belirtelim... Bütçe Komisyonu’nda konuşurken "Meclis’in verimsiz çalıştığından" şikáyet eden de Sayın Arınç’tır, dünyanın hiçbir yerine görülmemiş bir iş yapıp Meclis için "İSO 9001" belgesi alan da...
Görüyorsunuz galiba daha parlamento kavramında bile anlaşamıyoruz.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2006
BUGÜNKÜ iktidarın en alıngan mensuplarından Sayın Bülent Arınç, yurtdışına yaptığı gezileri ele alan 28 Kasım 2006 tarihli yazımıza uzun bir yanıt gönderdi. Mecburen özetledik. Önce onu okuyalım. Arınç şöyle diyor:<br><br>"Yazınızın ana teması tasarruf üzerine kurulmuş ve bir anlamda bu kadar çok yurtdışı temasın israf olduğunu ima etmişsiniz. Biz Meclisimizin dış temaslarının tamamını ’parlamenter diplomasi’ olarak tanımlıyoruz. Dünya siyasetinin çok önemli bir bölümünü oluşturan parlamenter diplomasi çalışmaları, bizim dönemimizde Meclisimiz için tasarladığımız ana politikalardan biri olmuştur.
(...) Bu çalışmaların tümü her yıl, düzenli olarak bizzat şahsım tarafından açıklanmaktadır. (...) Dolayısıyla bu konunun kamuya açık bilgilerden oluştuğunu ifade etmek isterim. (...) Ancak (...) benim bugüne kadarki yurtdışı temaslarımın sayısı 40 değil 37’dir. Bunların toplamı 585 gün değil, 159 gündür. (...) Yine de sizin dile getirdiğiniz rakam doğru olsa bile, yazınızın yanlış bir mantık üzerine kurulduğunu ifade etmek gerekir. Sanırım tasarruf anlayışı konusunda oldukça farklı düşünüyoruz.
Başkanlık dönemimin daha ilk yılında bir mali politika açıklamıştım. Bu politika, ’Kara delikleri kapatıp, elde edilen geliri yatırıma dönüştürmek’ şeklinde formüle edilmiştir. Bugüne kadar bu politikayı başarıyla uyguladığımızı söyleyebilirim. (...)
Bizim dönemimizde telefon giderlerinde yüzde 27, sağlık harcamalarında yüzde 41, cari harcamalarda toplam yüzde 25’lik bir tasarruf sağlandı.
Buradan elde edilen gelirler de Meclisimiz için zaruri faaliyet alanlarına kaydırılmıştır. Bizim için bu alanlardan biri de parlamenter diplomasidir. (...)
Parlamenter diplomasi çalışmaları, tüm gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’nin de dış dünyadaki saygın yüzünü temsil etmektedir. (...) Bu faaliyetlerin masrafları bütçe kalemlerinden yapılmaktadır ve isteyen her vatandaşımızın öğrenebileceği açık bilgilerdir.
(...) Bugüne kadar başkanlığımızın birçok faaliyetlerini eleştirdiniz ancak sizi temin ederim, en çok yanıldığınız alan, bizim tasarruf politikamız olmuştur.
Bir başyazar, mesleğinin en olgun dönemini yaşayan bir yazar olarak bu mektup vesilesiyle sizinle paylaşmak istediğim bir hususu da dile getirmek isterim.
Birimlerimizin bana ilettiği verilere göre, ayda yaklaşık 25-26 yazı kaleme alıyorsunuz. Sadece 2006 yılı içinde 273 yazınızdan 28’i şahsım, Meclis kurumu ve milletvekillerimizin tutumuyla ilgili. 28 yazıdan 24 tanesinde eleştirmiş, 4 tanesinde ise sadece bilgi aktarmışsınız.
Dört yıl boyunca yazdığınız yaklaşık 1250 makaleden başkanlığımızın ve milletvekillerimizin yaptığı bir faaliyeti olumlu gören, destekleyen bir yazınızı, çok üzülerek söyleyeyim, hatırlamıyorum. (...) Ancak köşenizde yücelttiğiniz, övgülere boğduğunuz başka kişi ve kurumlar olurken, bütün gücünüzle ve şiddetle eleştirdiğiniz Meclisimizin üyeleri bir tek gün bile iyi bir şey yapmadı mı, doğrusu merak ediyorum.
Sizden takdir beklediğimizi sanmayın. Ancak bir başyazar sorumluluğunu, mesleğinin duayeni kabul edilen bir kişi olarak, içinde bulunduğunuz durumu da bir şekilde fark etmeniz temennisiyle bu rakamları size iletiyorum. (...)
Saygılarımla,
Bülent Arınç"
Yarın bu konuya bir de bizim bulunduğumuz yerden bakacağız.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2006
SON sözün, Avrupa Birliği (AB) üyesi ülke liderlerinin 14-15 Aralık 2006 tarihinde yapacakları toplantıda söyleneceğini biliyoruz. Ama o tarihe kadar çok önemli bir gelişme olmazsa görünen o ki, Türkiye ile AB arasındaki "üyelik müzakereleri" aksayacak.<br><br>Aksayacak ne demek? AB’nin "genişlemesinden sorumlu" Komisyon Üyesi Olli Rehn’in dün basına yaptığı açıklamaya göre, iki taraf arasında ele alınması ve müzakere edilmesi gereken 34 (diğer konular başlıklı olanla 35) temel konudan 8’i, "Türkiye, Gümrük Birliği Anlaşması Ek Protokolü’nü Meclis’ten geçirip uygulamaya koyuncaya kadar" ele alınmayacak.
Bunların 1) Malların serbest dolaşımı; 2) İş kurma hakkı ve hizmet sunumu serbestisi; 3) Mali hizmetler; 4) Tarım ve kırsal kalkınma; 5) Balıkçılık; 6) Taşımacılık politikası; 7) Gümrük Birliği ve 8) Dış (ticari) İlişkiler olduğu biliniyor.
Geçen sene ekim ayında müzakereler başladıktan sonra birçok konu ele alınsa ve sonuca varılsaydı şimdi bu 8 konu rafa kaldırılınca dertlenmemiz gerekebilirdi.
Oysa bir yılı aşkın zamandır Avrupa Birliği ile Türkiye topu topu bir tek "Bilim ve Teknoloji" konusunu ele aldı. Onun da içinde konuşulacak bir şey olmadığı için aynı gün müzakere tamamlandı ve -geçici olarak- kapatıldı.
Aslında AB Komisyonu, Bakanlar Konseyi’ne, 1) Eğitim ve kültür, 2) Ekonomik ve parasal politika, 3) İşletmeler ve sanayi politikaları, 4) Mali kontrol konularında da Türkiye ile müzakerelerin başlamasını tavsiye etti ama Güney Kıbrıs Rum Yönetimi öneriyi "veto" etti ve müzakerelerin başlamasını önledi.
Yani aylardır tüm AB’yi meşgul eden ve 8 konunun rafa kaldırılmasıyla noktalanabilecek gibi görünen sonucu Rumlar, AB Bakanlar Kurulu’nda tek başlarına kullandıkları "Hayır" oyu ile zaten alabiliyorlar.
İlginç olanı şu:
Rumlar kendilerine tanınan veto hakkını bu kadar keyfi şekilde kullanıyorlar. Bundan bizzat AB üyesi ülkeler yakınıyor. Ama AB, Rumları dizginleyecek bir şey yapmıyor. Hatta Rumlar, AB’nin Kuzey Kıbrıs Türklerine verdiği sözlerin tutulmasını önlediği halde, Türkiye’den "Gümrük Birliği konusundaki sözünü tutmasını" isteyen AB, bizden beklediği dürüstlüğü göstermemiş olmanın bedelini üstlenmiyor.
Gördüğünüz gibi hiçbir mantıkla açıklanamayacak bir çelişki söz konusu...
Brüksel’den gelen haberlere bakarsanız, sadece 8 konunun rafa kaldırılması zaten AB Komisyonu’nun iyi niyetinin işaretiymiş. Eğer Fransa’nın "17 konuyu rafa kaldıralım" önerisini yahut "Müzakereleri tamamen durduralım" diyenleri dinleseymiş, Komisyon, aralıkta yapılacak zirveye çok daha sert önerilerde bulunabilirmiş.
İyi de... Müzakerelerin devamı teorik olarak mümkünken ne kadar ilerlediniz de "yavaşlatma" yahut "durdurma" ondan daha kötü olsun?
Daha önce de söyledik... Bizi "inceldiği yerden kopsun" demeye zorluyorlarsa, müsterih olsunlar, tuttukları yol bu gidişle o sonucu verir...
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan hem doğru hem de güzel olanı yaptı... Belli ki, yoğun bir iç muhasebesinden sonra, duygularını geri plana atıp Papa 16. Benedikt’i Ankara’da, üstelik uçağın merdiven dibinde karşıladı. Bunu izleyen dakikalarda da -benim değil Cumhurbaşkanı’nın konuğu dediği- Türkiye’nin konuğuna, bir Başbakan’a yakışan sözler söyledi. Bilirsiniz, Büyük Atatürk’ün Çanakkale’de hayatını kaybeden İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda vs. müttefik devlet askerleri için söylediği güzel bir söz var. Özetle:
"Onlar hayata bu topraklarda veda ettiler. Bu topraklarda yattıkları sürece, onlar da bizim evlatlarımızdır" diyor.
Papa 16. Benedikt de, bu topraklara ayağını bastığı andan itibaren bizim konuğumuzdur. Onun geride kalan eylül ayında Almanya’da sarf ettiği ve İslam dünyasını derinden yaralayan sözleri bu gerçeği değiştirmez.
O sözlerin ayıbı da bize değil kendisine aittir.
Papa 16. Benedikt’in Türk halkından sevgi tezahüratı beklemeyecek kadar akıllı olduğundan eminiz. Keza bu halkın -demokratik hak çerçevesinde kalan protestolar dışında- olumsuz bir muamele yapmasını da beklemiyoruz.
Papa 16. Benedikt’in ziyaret ettiği ülke ve onun halkı hakkında iyi sözler söylemesi, asgari nezaket gereğidir. Nitekim Papa 16. Benedikt’in Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasına karşı çıkan sözlerini anımsıyoruz. Dün Ankara’da "Türkiye’nin AB’de yeri vardır" demiş olmasını da zoraki bir beyan sayıyoruz.
O nedenle Papa 16. Benedikt, resmen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in konuğu olarak yurdumuza gelmesine rağmen herkes biliyor ki, aslında Fener Rum Ortodoks Patriği 1. Bartholomeos’la yapacağı buluşmaya önem vermektedir.
Bu gerçeği göz önünde tutunca anlaşır ki Papa 16. Benedikt’in ziyareti "Hıristiyan-Müslüman" dünyaları arasındaki açıklığı değil Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki açıklığı gidermek amacıyla yapılmaktadır.
Ancak Papa’nın, Hıristiyanlar arasındaki ilişkileri kuvvetlendirmek isterken kendisini ağırlayan ülke kamuoyunun duyarlı olduğu konularda konuşup yeni gerginlikler yaratmayacağını ummak gerekir. Bunlar bilindiği gibi Fener Patriği Bartholomeos’un "Türkiye Devleti benim ekümenik Patrik olduğumu kabul etsin" şeklindeki talebiyle "Heybeli Ada’daki Ruhban Okulu’nun açılmasına izin verilmesi" meselesidir.
Aslında birinci konuda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin herhangi bir kimseye yanıt vermesini gerektiren herhangi bir yanı yoktur. Patrik Bartholomeos’a "ekümenik" diyenlere Türkiye itiraz etmemekte ama Patrik Bartholomeos’un pek sevdiği bu unvanı kullanmamaktadır. Çünkü Patrikhane öncelikle Türkiye yasalarına tabi bir kurumdur. Bu yasalar içinde bir kurumun "ekümenik"liğini tanımayı gerektiren hiçbir hüküm yoktur.
Ruhban Okulu konusunu çok yazdık. Orada Patrik Bartoholomeos düpedüz "Bize yasaların üstünde bir hak tanıyın. Başka yüksek okullardan farklı bir durum yaratın" diyor. Kısaca kendi konumunu ve Patrikhane’yi yasalarımızın üstüne çıkartmayı istiyor. Papa Benedikt’in o nedenle bu ihtilaflı sulara girmemesi iyi olur.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2006
MECLİS Başkanı Sayın Bülent Arınç göreve geldiğinden bu yana sonuncusu Umman Krallığı olmak üzere 40 yurtdışı gezisi yapmış.<br><br>Arkadaşımız Nuray Babacan’ın aşağıda özetleyeceğimiz haberini okuyunca ihtimal siz de iktidarın "tasarruf" vaatlerini anımsayacak ve "ya bir de tasarruf sözü vermeselerdi, kimbilir ne yaparlardı?" diyeceksiniz. Devlet parası boşuna harcanmasın diye bakanlıkların sayısını 35’ten Başbakan dahil 23’e indiren bu iktidar değil mi?
Hani hemen her bakanlığın yurtdışında gereksiz yere açtığı temsilcilikleri kapatacaklardı?
İster sorun, ister gidin yerinde araştırın... Bakın bakalım bir tek temsilcilik "gereksiz" diye kapatılmış mı?
Onu sorarken ihmal etmeyip "bu görevlere tayin edilenlerin sayılarının ne kadar artırıldığını, üstelik ’liyakat’ yerine ’iktidara sadakat’ ölçütüyle tayin edilen işe yaramaz kişiler yüzünden devletin parasının ne kadar çarçur edildiğini" de araştırın...
Arkadaşımız Nuray Babacan haberinde, her yıl ortalama 10 kez yurtdışına çıkan Arınç’ın, bu hesapla her 35 günde bir geziye gitmiş olduğunu ilave ediyor.
Sayın Başkan her geziye iktidar ve muhalefete mensup milletvekillerinin de dahil olduğu en az 10 kişiyle çıkıyormuş. Bazıları "davet" yoluyla gerçekleşen bu geziler sayesinde Sayın Başkan bugüne kadar Avusturya, Macaristan, Malta, Suriye, Ürdün, Fransa, Fas, Rusya, Hollanda ve Almanya’dan ayrı olarak İtalya, Azerbaycan, Polonya, Lüksemburg, Avustralya, ABD, Litvanya, Romanya, İspanya, Suudi Arabistan’ı da görmüş.
İçinde bulunduğumuz yılda da Arınç, Hırvatistan, Finlandiya, İsveç, Bahreyn, Arnavutluk, Bulgaristan, Danimarka, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir’i ziyaret etmiş. Umman gezisi sonuncusuymuş.
Babacan’ın haberinden bir noktayı daha aktaralım:
Sayın Arınç’ın toplam 585 gün tutan yurtdışı gezileri için günlük ortalama 4 bin 802 YTL (4.8 milyar lira) harcanmış.
Tabii ışığı sadece Arınç’ın üzerine tutarsanız haksızlık etmiş olursunuz. O nedenle örneğin harcanması tamamen Sayın Başbakan’ın takdirine bırakılmış olan Örtülü Ödeneğe de bakmak doğru olur.
Milliyet Gazetesi’nin 11 Kasım’da verdiği habere göre devlet bütçesinden "Örtülü Ödenek" olarak Başbakanlığa 2004 yılında 174 bin YTL ayrılmış, ama Başbakanlık 107 milyon 375 bin YTL harcamış. 2005 yılında 200 bin YTL ayrılmış ama harcama 84 milyon 88 bin YTL’yi bulmuş. 2006 yılı için ayrılan para da 200 bin YTL imiş ama geride kalan ağustos itibarıyla harcama 155 milyon 496 bin YTL’ye ulaşmış.
Örtülü Ödeneğin kimlere verildiği tartışılmaz. Bunun iki sınırı vardır. Buna göre Başbakan, ödeneği kendi aile ihtiyacı için veya kendi partisi için kullanamaz. Ama harcamanın neden bu kadar çok olduğu elbet tartışılabilir.
Lakin "tasarruf" ciddi bir politika ise tartışılır. Yoksa Anayasa Mahkemesi Başkan ve üyeleriyle Sayıştay üyelerinin devlet parasıyla topluca yurtdışına gezi yaptığı bir ülkede bunları tartışmanın manası yoktur.
Yazının Devamını Oku