26 Kasım 2006
LAFA başlarken "galiba yeni bir YİMPAŞ olayıyla karşı karşıyayız" demeye niyetliydik ama anlaşılan gerek yok:<br><br>İstanbul’un Beykoz sınırları içindeki "Acarkent" ve "Acaristanbul" olayları, YİMPAŞ’tan daha renkli sahnelerle dolu... Ondan elbet farklı tarafları var:
Burada din kullanılmamış, dolandırıcılık iddiası yok. YİMPAŞ’ta silahla tehditten söz edilmiyor, oysa bunda var. Keza YİMPAŞ devlet nüfuzunu kullanmamış, burada yetkililerin görevlerini kötüye kullanmaları gibi şeyler var. Tabii rüşvet vs. iddiaları da...
Olayın ayrıntılarını öteki sütunlarımızda okuyacağınız için burada tekrar edecek değiliz. Ancak bazı tuhaflıklara dikkatinizi çekmekle yetineceğiz.
Biliyorsunuz Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, Beykoz’daki Acarkent isimli yerleşim yerinde arazinin yüzde 6’sı oranında inşaat yapma olanağı varken İsmet Acar isimli zatın burada yüzde 96 oranında inşaat yaptığını, yöreyi betonlaştırdığını belirterek "Serdaroğlu ormanında da bu sınırı (yüzde 6’yı) mutlaka aşacaklarını düşündüm" dedi ve bu yörede yapılması planlanan 833 villalı Acaristanbul projesine o nedenle izin vermediğini açıkladı.
Mesele sadece inşaat izni almak ve vermemekle sınırlı değil. Konunun bize tuhaf gelen tarafları şunlar:
Birinci proje olan Acarkent’te yüzde 6 yerine yüzde 96 oranında inşaat yapılırken:
Bu devletin Orman Bakanlığı neredeydi? İstanbul’daki Orman Başmüdürlüğü neredeydi? Yöreden sorumlu Alemdağ Orman İşletme Şefliği (veya Müdürlüğü) neredeydi? Bu yörede verilen imar izni altında imzası bulunan Beykoz Belediyesi’nin Başkanı nerede? O belediyenin İmar Müdürü nerede? Bunlardan hiç hesap soran yok mu? Olmayacak mı?
Yoksa bizim hırsız, yolsuz, mürtekip, sahtekár, kaçakçı ve zimmetçi gibi "işini bilen memur"larımızı kurtaran "zamanaşımı" yine mi imdatlarına yetişecek?
Haberlerde eski Orman Bakanı Hasan Ekinci’nin adı geçiyor. Ekinci, 12 Eylül döneminde kendisine "siyaset yapma yasağı" konan politikacılardandı. O sırada Modaköy A.Ş.’de yönetici olarak çalışmış ama hayatını kazanmak için "çalışma" zorunda olmasına rağmen nedense İsmet Acar’dan maaş yerine arazinin yüzde 11’i tutarında hisse almış. O sırada bu arazi üzerinde inşaat yapma olanağı yokmuş. Sonra yani 1987’de yüzde 6 oranında inşaat izni çıkmış. O zaman Ekinci’nin hissesi de değerlenmiş. Neticede İsmet Acar Ekinci’ye 13 villa vermiş.
Hikáyeyi böyle anlatınca her şey normal görünüyor. Lakin tuhaf bir tesadüf var:
İsmet Acar’ın yasa, kural dinlemeyen tüm projeleri ve uygulamaları tam da Hasan Ekinci’nin tekrar Orman Bakanı olduğu sırada sorunsuz yürüyor. Üstelik bakanlığın İstanbul’daki yetkilileri de tıkır tıkır terfi ediyor.
İyi de... Bu size biraz olsun tuhaf gelmiyor mu?
İsmet Acar yasalara aykırı bir şey yapmadığını söylüyor... Lakin Bülent Ecevit’in Orman Bakanı Nami Çağan’ın da aynen Osman Pepe gibi, Acaristanbul projesini reddettiği bildiriliyor.
Her şey yasaya uygunsa... Bu bakanlar neden o projeyi reddediyor?
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2006
ATATÜRK’ün "başöğretmen" sıfatını alışının ve Latin harflerini halka öğretmeyi amaçlayan "Millet Mektepleri"nin açılışının dün 78’inci yıldönümüydü. Böyle günlerde resmi sıfat sahiplerinin, içinde "Büyük Atatürk" yahut "Ulu Önder" türü sözlerin bol bol geçtiği nutuklar söylemelerine, mesajlar yayınlamalarına alışkın bir toplumuz. Tabii "Atatürk’ün izinden gittiğimiz" de ikide bir vurgulanır. Nitekim şimdiki Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de Öğretmenler Günü dolayısıyla yayınlanan mesajında bol bol o tür sözler sarf etti.
Lakin söylemek yetmiyor. Ne yaptığımız ve gerçekten Atatürk’ün izinde gidip gitmediğimiz önemli.
Hüseyin Çelik’e ve Başbakan Tayyip Erdoğan’a sorarsanız eğitim konusunda müthiş adımlar atıldı. Bütçeden de en büyük pay eğitime ayrıldı...
Gerçek bu sözlerdeki gibi olsa, hepimizin mutluluktan uçası gelecek...
Ne var ki eğitim gerçeklerimizi kim incelese neredeyse "dünyanın en kötüsü" olduğumuzu ifade eden raporlar karşımıza çıkıyor. OECD inceliyor, bunu söylüyor. Dünya Bankası inceliyor, "Okul öncesi eğitimde Fas’tan ve Endonezya’dan bile gerisiniz" diyor.
Hüseyin Çelik’e sorarsanız, "Öğretmenlik mesleğinin daha da gelişmesi için mesleğinizi uzman öğretmen, başöğretmen şeklinde kademelendirdik" diyor. Oysa Dünya Bankası raporu, "Bu sistemin öğretmen kalitesini desteklemediğini" söylüyor.
Bakan, 13 Eylül 2003 tarihli Hürriyet’te yayınlanan demecinde, okullarımızda 631 bin öğretmenin ders verdiğini vurguluyor. "Buna göre öğretmen başına 20 öğrenci düşüyor. Bu Avrupa standardı, hatta üzerindedir" diyor. Oysa bu yıl yayınlanan Dünya Bankası raporunda "Orta öğretim kurumlarında öğretmen başına öğrenci oranını 20-25 aralığına çıkarmamız" tavsiye ediliyor.
Ortaöğretim Kurumları Seçme ve Yerleştirme Sınavı’nda bu yıl tam 46 bin 733 öğrenci, sıfır puan aldı. Bu aslında o öğrencilerin değil Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve özellikle de bakanın başarı (!) puanıydı. Hoş, geçen yıl da durum farklı değildi. Nitekim bu sınavlarda en başarılı sayılan ilk 50 okul arasında devlet okullarından sadece biri yer alabildi. Ama Hüseyin Çelik kendisini başarılı saymaktan vazgeçmedi.
Bakan lafa gelince Atatürk’ü ağzından düşürmüyor. Hatta Cumhurbaşkanı Sezer’in özellikle "Kuran kursları ve özel okulların" bu açıdan sıkı şekilde denetlenmesi isteğine biraz da pervasız bir ifadeyle "varsa bir bildiği söylesin!" anlamında yanıt veriyor. Oysa öğrencilerin eline verilen kitapları yerli yersiz dini mesajlarla dolduran kendi bakanlığı... Öğrencileri üstelik okul formalarıyla İstanbul’da ve Adıyaman’da AKP toplantısına sokturan kendisine bağlı eğitimciler... Laik devlet okullarında "Umre" ödüllü yarışma açılmasına göz yuman kendisi...
Bu örnekler saymakla bitmeyeceği için özetle söyleyelim:
Bu bakan, Atatürk’ün izinden ayrılmıyor ama gidiş yönü ters...
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2006
BUGÜNLERDE en çok "Bizim derdimiz üzüm yemek mi, bağcı dövmek mi?" sorusunun yanıtlanması gereken bir olayı konuşuyoruz.<br><br>Sadece biz değil, yapılan yayınlar, alınan tavırlar yüzünden Hıristiyan dünyası da, "Türkler bakalım bağcıyı mı dövecekler, üzümü mü yiyecekler?" diye, Papa 16. Benedikt’in Türkiye’ye yapacağı ziyareti merakla bekliyor. Duyulan ilginin göstergesi olarak da bin kadar yabancı gazeteci, yurdumuza gelecek ve "Türkler Papa’ya şöyle davrandı, böyle davranmadı" demek için gezinin her saniyesini yakından izleyip dünyaya duyuracak.
Şimdi gelin bir soruyu birlikte yanıtlayalım:
İstanbul’da Formula-1 otomobil yarışlarının yapıldığı pistte ilk yarış düzenlendiği zaman "İstanbul’daki yarışı 2 milyar kişi dün TV’lerden izledi. Bu ülkemiz için büyük bir tanıtım oldu" diye göbek atan bizler değil miydik?
O olayla kıyaslanmayacak kadar büyük bir fırsat elimize geçmiş... Sadece tüm Katoliklerin değil, tüm öteki kiliselere mensup Hıristiyanların da izleyeceği bir olayı yaşama ve bizlerin kaba, anlayışsız, geri olduğumuzu söyleyen insanlara "yanıldıklarını" gösterme şansı ayağımıza gelmiş...
Onu değerlendirmek varken, biz afralar, tafralar içinde "yüzüne bile bakmayız"; "adam yerine koymayız" anlamına gelen şeyler yapıyoruz.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın evvelden verilmiş sözü varmış da... NATO’nun bir toplantısına katılacağı için "Papa ile görüşmesi mümkün olmayacak"mış.
Aynı gün içinde uçakla dört ayrı yere gidip hepsinde boy gösteren, nutuk atan, toplantı yapan Başbakan bizimki değil mi?
Papa ile görüşmek, bir AKP il başkanı kızının düğününde bulunmak kadar da mı önemli değil?
Efendim... Dışişleri Bakanımız(!) Abdullah Gül, Papa ile görüşmek için randevu istemiş ama Papa’dan olumlu yanıt alamamış!
Ev sahibi ülke biz değil miyiz? Programı hazırlayan biz değil miyiz? Papa’nın Türkiye’ye bu tarihte geleceği 14 ay öncesinden bilinmiyor muydu?
Başbakan ve Dışişleri Bakanı görüşmek isteseydi Papa bunu reddedebilir miydi? Kim kimi kandırıyor Allah aşkına?
Eğer Türkiye Devleti istedi de o reddettiyse, devletimiz ve devletimizi yönetenler için bundan daha fazla utanç verici bir şey olabilir mi?
Tamam ama Papa 16. Benedikt 12 Eylül 2006 tarihinde Almanya’da, bir Bizans imparatorunun "Muhammed vaat ettiği inancı kılıçla yayma emrinden başka hangi yeniliği getirmiştir, gösterin bana!" şeklindeki sözlerini hatırlatarak tüm İslam álemini rencide eden adamdır. Yaptığı da fevkalade çirkindir.
Sadece bu sözleri nedeniyle değil, geçmişi nedeniyle, zihniyeti nedeniyle de bu zata zerre kadar sempati duymadığımızı altını çizerek belirtelim. Türkiye’ye yapacağı gezinin birtakım örtülü amaçları olduğunu -veya olabileceğini- iddia edenlere hak verdiğimizi de ilave edelim.
Peki ama hani "İslam hoşgörü dini" idi?
Bunu diyenler şimdi bu olaya tahammülsüzlük gösterenler değil mi?
Hani en övündüğümüz geleneğimiz konukseverliğimizdi?
Aklımız sahiden başımızda mı, daha fazla gecikmeden bir kontrol etsek!
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2006
ADAM çok çok TBMM Genel Kurulu’nda görüşmeler sürerken ayakkabılarını çıkarmış, bir bacağını ötekinin üstüne atmış... Sonra da ayağını kaşımış...<br><br>Sayın(!) milletvekiline göre bundan daha tabii ne var? İyi ki herkesin duyacağı şekilde bir de "Gaark!" diye geğirmemiş.
Böyle bir adamla aynı masada yemek yemek zorunda kalırsanız, muhtemelen çok daha vahim şeylere tanık olabilirsiniz. Örneğin, çorbayı içerken öyle bir "höpürdetme" sesi duyabilirsiniz ki, nefesiyle birlikte masadaki tuzluğu ve biberliği de içine çekmediğine şükredersiniz.
Ama yine de, ayağını kaşıyan Fetani Battal isimli AKP Bayburt milletvekilini ayıplıyor değiliz.
"Devlet kuran partiyiz" diye böbür böbür böbürlenen CHP’nin -umur görmüş- Genel Başkanı tutar Meclis Grup Salonu kürsüsünde kemençe çalınmasına izin verirse, Fetani Battal ayağını kaşır, hatta fırsat bulsa Abdullah Öcalan’ın meşhur resmindeki gibi "hatır, hutur" karnını da kaşır.
Daha geçen gün Mersin AKP Milletvekili Ali Er’in yaptığını unuttuk mu?
Muhterem (!) biliyorsunuz, üzerindeki silahla Meclis’e girmek isteyen ziyaretçilerine güvenlik görevlileri izin vermeyince, tabancayı kendi beline takmış ve polislere, "Gücünüz yetiyorsa gelin de o silahı benden alın" diyerek meydan okumuştu.
Üyesi olduğu Meclis’in düzeni, huzuru, güvenliği, özellikle de itibarı için Meclis Başkanlığının koyduğu kuralı çiğneyen milletvekilinin ayıplanmadığı bir ortamda Fetani Battal’dan ne bekleyebilirsiniz?
Görüyorsunuz cuş-u huruşa gelip (coşup) sünnet düğününde havaya silah sıkanlardan söz etmiyoruz. Doğruca Meclis içinde yaşananları anımsatıyoruz:
Meclis’te çiğköfte yoğurup, "kalitesini" göstermek için tavana atan ve orada yapışınca becerisini ispat eden milletvekillerimizi unuttuk mu?
Onların 1992’de yaptıklarını yeni gelenler ya bilmedikleri yahut da çok olağan saydıkları için, geçen yılın haziran ayında da TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’nun bir kısım üyeleri TBMM binası önündeki Egemenlik Parkı’nda mangal yakıp Adana kebabı ve kuzu şiş yemişlerdi.
Bu insanlara bir toplantı sırasında cep telefonuyla konuşmanın ayıp olduğunu da anlatamazsınız.
Ama tekrar ediyoruz... Bütün bunlardan dolayı milletvekillerini kınamayın. Çünkü bunlar yakışıksız olsa da küçük arızalardır. Asıl kötüsü TBMM Meclis Grup toplantılarının dejenere edilmesidir. Grup toplantılarının "parti politikalarının tartışıldığı" platform olmaktan çıkartılması bunların en önemli olanıdır. Grup toplantısı demek, liderin "one man show" toplantısı demektir. Lider gelir, haftalık vaazını verir, toplantı biter. Sonra da o parti içinde "demokrasi"nin varlığından dem vurulur.
Keşke bu kadarla kalsa... Liderler salona girince Anayasa’ya göre "milleti temsil" yetkisine sahip milletvekilleri, okul öğrencileri gibi ayağa kalkarlar. Lider bunun hem Meclis’e hem de millete ne büyük saygısızlık olduğunu düşünmez. Düşünse bile vazgeçmez. Çünkü egosunu tatmin etmek her şeyden önemlidir.
Onlar öyle olunca milletvekilleri de böyle olur.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2006
SİYASETTE parlak laf etmek hem biraz beceri ister, hem de riskli iştir. Çünkü parlak laf edip gazete manşetlerine çıkacağım, radyo ve televizyon haberlerinde konu olacağım, tartışma yaratacağım derken o lafın sizi götüreceği kötü sonuçları görmemiş olabilirsiniz. Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanı Mehmet Ağar, ihtimal yukarıdakine benzer nedenlerle son zamanlarda çarpıcı laf etmeye merak sardı. Önce "terörist" diye bir zamanlar kendisinin mücadele ettiği insanları "meşrulaştırmaya" kalktı. Onların "dağda silahla dolaşacaklarına düz ovada siyaset yapmalarını" istedi.
Mehmet Ağar gibi hayatını toplumun huzur ve güvenliği için adamış bir insanın -sırf Güneydoğu Anadolu’daki seçmen oylarını Demokratik Toplum Partisi’ne bırakmamak uğruna- böyle bir açılım sergilemesi yeterince hayal kırıklığı doğurmamış gibi, dün de harika bir buluşunu dile getirdi:
"Cumhuriyet, Müslümanlık ve laiklik siyaset alanına girmez. Laiklik üzerinden siyaset yapanlar, din istismarına yeltenenlere söyleyecek laf bulamaz" dedi.
Ağar’ın bu sözleri açarcasına:
"Cumhuriyet, Müslümanlık ve laiklik millete ait değerlerdir, kavramlardır. Türkler Müslümanlığı seçti ve bu mesele tartışmaya kapandı. Cumhuriyet 1923’te oylandı, laiklik de öyle. Dolayısıyla Türkiye’de hiçbir parti bu üç değere karşı çıkamaz. Bunlar siyaset alanı dışındadır" dediğini de görüyorsunuz. Lakin, "Bunlar o kadar önemli değerler ki, kimse tartışmaya kalkmasın" anlamında laf etmek, gerçeği örtmeye yetmiyor.
Nitekim anımsayacaksınız geçen yılın şubat ayında Yargıtay Ceza Genel Kurulu, gazeteci Selahattin Aydar hakkındaki bir mahkumiyet kararını bozarken, Mehmet Ağar’ınkine benzeyen bir değerlendirme yapmış ve "laikliğin yasa ile korunmasının gereksiz olduğunu" ifade etmişti.
Neyse ki, ilk bakışta gönüllere pek güzel gelen bu lafın, "laikliği korumasız bırakma sonucu doğuracağı" çabuk fark edildi.
Yargıtay, son adli yılın açılış günü Birinci Başkan Osman Arslan’ın da "Laikliğin açık tanımı yapılmamıştır" demesi üzerine muhteşem bir sorumluluk duygusuyla konuya el koydu ve Daire Başkanları, özetle "laikliğin korunması konusunda yargının her zaman önde olacağını" kamuoyuna duyurdular.
Şimdi Mehmet Ağar’a sormak gerekmez mi?
"Laikliği tartışmayarak, ona yönelik tehlikeleri dile getirmeyerek nereye varacağız?"
Laik sistemin düşmanlarının istediği tam da bu değil mi? Bizlere "Sesinizi çıkarmayın. İkide bir laikliği gündeme getirmeyin. Biz de ortada hiçbir sorun yokmuş gibi laik cumhuriyetin altını rahat rahat oyalım" demiyorlar mı?
Ağar’ın, "Müslümanlık siyaset alanına girmez" demesi normal. Gerçekten siyaset alanına giren din, siyasetçi tarafından istismar ediliyor demektir. Peki ama laiklik gibi siyasi bir kavramın siyaset alanına girmemesi nasıl mümkün olacak?
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2006
CEZAEVİ, daha adından itibaren soğuk bir kavram. Tanrı, özellikle suçu olmayan kimseyi oraya düşürmesin. Lakin adaletin "suçlu" bulduğu insanı da sarayda ağırlayacak değilsiniz.
Belçika’da yargılanıp çeşitli cezalara çarptırılan DHKP/C mensubu teröristlerin oradaki cezaevi koşullarından çok şikáyet ettikleri bildiriliyor.
Bunlardan Bahar Kimyongür isimlisi "tecrit" hücresinde bırakılıyormuş. Ziyaretleri çok kısıtlı tutuluyor ve zırhlı camlar arkasında gerçekleşiyormuş. Kendisine günde sadece bir defa yemek veriliyor, kitap okumasına izin verilmiyor, tuvaletinde su bulunmuyor, hücresi çok kötü kokuyor ve yerdeki çok pis bir yatakta yatıyormuş.
Bruges hapishanesinde bulunan Musa Asoğlu ile Şükriye Akar Özordulu da, 30 Ekim’den beri, "tutukluluk koşullarını protesto etmek amacıyla açlık grevi" yapıyorlarmış. Bunlar hücrelerinde "sürekli izleniyor", o nedenle hücre ışıkları 24 saat açık tutuluyormuş.
Belçika cezaevlerinden şikáyet edenlere insanın, "Türkiye’nin hiç değilse bu konuda oradakinden iyi kurumları olduğunu anlamışsınızdır" diyesi geliyor.
Oysa dün Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) üyesi bir grubun, Amerikan haber ajansı Associated Press’in (AP) Ankara bürosunu basarak eylem yaptıkları ve pencerelerden "F tipi hapishanelerde 122 kişi öldü. Tecrit’e son!" diye bağırdıkları bildiriliyordu.
"F" tipi cezaevleri bildiğiniz gibi son 6 senede yapıldı. Tutuklu ve mahkûmlar 1 ve 3 kişilik odalarda kalıyorlar. Hürriyet’te bugün okuyacağınız gibi, bu cezaevlerinde terör ve organize suç failleri ile diğer cezaevlerinde tehlikeli davranışları görülen tutuklu ve hükümlüler barındırılıyor.
Her biri 370 kişilik "F" tipi cezaevlerinde, mahkûmların eğitilerek topluma kazandırılması için, meslek eğitimine yönelik çeşitli atölyeler, kütüphane, kapalı çok amaçlı salon, açık hava spor sahası ve kantin bulunuyor. Halen Türkiye’de 12 adet "F" tipi cezaevi bulunduğu bildiriliyor.
Bu bilgiler ışığında bakınca "Cezaevlerinde tecrite son" gerekçesiyle ölüm orucuna yatan ve bu yüzden hayatını kaybeden 122 kişinin kendi canına boşu boşuna kıydığı ortaya çıkıyor. Çünkü imkán olsa ve "Hadi evladım git de Belçika’daki hapishanede yat!" deseniz oradaki durumun Türk cezaevlerinden çok daha kötü olduğunu anlarlardı.
İnanmayan New York’ta tutuklanan eski Bakan Cavit Çağlar’a yahut Fransa’da 16 ay cezaevinde kalan Alaattin Çakıcı’ya sorsun.
Zaten Türkiye bir tuhaf ülke... Biliyorsunuz Abdullah Öcalan isimli başterörist cezasını çektiği İmralı hapishanesinden nerdeyse dünyayı idare etmeye kalkıyor. Ortalama her ay, avukatları aracılığıyla áleme talimat veriyor. Örneğin, "Şu tarihe kadar sorun çözülmezse PKK’nın ateşkes kararını kaldırmasından ben sorumlu olmam" diyor. Kimse de "Bu adam bir terör mahkûmu mu, yoksa bir siyasi lider yahut askeri komutan mı? Fransa’da hapis yatan Carlos (Çakal), değil demeç vermek, burnunu gösterebiliyor mu?" diye sormuyor.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2006
BİR Başbakan, yönetme sorumluluğunu taşıdığı ülkenin huzur içinde olmasını istemez de ne ister?<br><br>Sayın Başbakan da her fırsatta bu dileğini ifade ediyor. Nitekim son olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Meclis Grubu’nda şöyle dedi: "Yıllarca milletimizi kavramlarla, kelimelerle meşgul ettiler. Bu kavramlar, kelimeler benim ülkemi büyütmedi. Kavramlar, kelimeler demokratik yaşamıma zenginlik katmadı. Fakir fukara, garip gurebayı azaltmadı. (...) Bu kavramlarla ülkemizi germeyelim. Ülkede kamplaşmalara fırsat vermeyelim. Bu kavramlarla ötekiler, diğerleri, buna benzer yapılanma ile ülkeyi bölmeyelim. (...) Onun için biz bu kelimelerin, kavramların kavgası içinde AKP olarak yer almayacağız ve bu tuzağa düşmeyeceğiz."
Gerçi "kavram" ve "kelime"ye karşı çıkarken aslında tamamen "kavram" ve "kelime"ye dayanan kendi öz kültürüne karşı çıkmış oluyor, ama belli ki Sayın Başbakan o kavram ve kelimeleri değil, özellikle "Türkiye laiktir, laik kalacak!" diye yüzüne karşı tezahüratta bulunan binleri kastediyor. Laik Cumhuriyeti savunanlara, "İkide bir laikliğin zedelendiğini söyleyip de insanların böyle tezahüratta bulunmasına sebep olmayın" demeye getiriyor.
Sayın Başbakan söylemeyi biliyor ama belli ki dinlemeyi pek sevmiyor.
Önce şimdi kendisini huzursuz eden ve "gerilim" dediği durumun sebebini bilelim, bulalım da "gerilime" kimin neden olduğunu anlayalım. Sebebi bilirsek, çözümü de buluruz:
Başbakan’ın muhalefete ve genel kamuoyuna dönüp "laiklikten söz etmeyin" dediği dakikalarda Ankara’nın bir başka mekánında "17’nci Milli Eğitim Şûrası" adı altında düzenlenen bir toplantıda, "laik eğitimin belini kırma" gayretleri tüm hızıyla sürüyordu. Nitekim bugünkü iktidarın, okullarımızı medreseleştirme amacının yeni bir adımı olarak, "İmam Hatip Lisesi (İHL) mezunlarının üniversiteye giriş sınavında genel lise mezunlarıyla aynı katsayıya tabi tutulması" yolundaki öneri kabul edildi. Böylece sadece İmam Hatip Liselerinin genel lise konumuna gelmesi değil, genel liselerin de İmam Hatip Lisesi haline dönüşmesi yolu açıldı.
Oysa Milli Eğitim Temel Yasası’nın 32’nci maddesi şöyle diyor:
"İmam Hatip Liseleri, imamlık, hatiplik ve Kur’an Kursu öğreticiliği gibi, dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli elemanları yetiştirmek üzere, (...) hem mesleğe, hem yüksek öğrenime hazırlayıcı programlar uygulayan öğretim kurumlarıdır."
Burada sözü edilen "yüksek öğrenim", o meslek dalındaki yüksek öğrenimdir. Aksi söz konusu olsa ayrıca "genel lise"ye gerek kalmazdı.
Şimdi göz göre göre laik eğitim sistemi tahrip edilecek, ama kimse buna ses çıkarmayacak. Kimse "laiklik tehlikede" demeyecek. Sayın Başbakan da huzurlu olacak...
O kadar enayinin bir arada olduğu bir ülke var mı?
Not: Birkaç gün için yurtdışında olacağım. O nedenle yazılarıma ara vermek zorundayım. Okuyucularımın hoş görmesini diliyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2006
ÖNEMLİ bir konuya kamuoyunun dikkatini çekmek çoğu kez o önemli konudan daha da önemli bir sorun haline dönüşebilir. Özellikle Hürriyet Gazetesi’nin de içinde aktif şekilde rol aldığı "Aile İçi Şiddete Son!" kampanyası gibi kampanyalar bu zorlukla karşılaşır. Zorluğun asıl nedeni kafalarımızın alışmadığı ya da konuşulmasını istemediğimiz bir kavramın ortalarda dolaşmaya başlamasıdır.
Kadın kuruluşları ile aydın -veya feminist- bazı hanımlar hemen "erkek egemen bir toplumda yaşamanın sıkıntılarını" dile getirirler ya...
Toplumun, "aile içi şiddet" sorununu yıllardır göz ardı etmesinin gerçek nedeni, kabul edelim ki tam da sözü edilen şekilde yani "erkek egemen" bir ortamda yaşıyor olmamızdır.
O nedenle yukarıdaki kampanyayı başlatanlar ve yürütenler "buz kıran" gemiler kadar zorlukla karşı karşıyalar.
Oysa aile içi şiddet olaylarının kamuoyuna yansıyanları bile, sadece bizim kadınlarımızın değil dünyadaki tüm kadınların son derece ciddi bir tehlike ve tehdit altında yaşadıklarını ortaya koyuyor.
Size Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty International) 2004 yılında yayınlanmış bu konuyla ilgili raporundan bilgiler aktaralım. Raporda:
Dünyada her üç kadından birinin fiziksel şiddete ya da cinsel tacize maruz kaldığı, bu durumun sadece geri kalmış ülkelerde yaşanmadığı, örneğin İngiltere’de her dört kadından birinin erkeklerin şiddetine maruz kaldığı;
Dünyada cinayete kurban giden kadınların yüzde 70’inin eşleri tarafından öldürüldüğü;
Güney Afrika’da "tecavüz"ün genç kızların çoğunun ilk "cinsel deneyimi" olduğu;
Cinsel şiddete maruz kalan, örneğin İngiltere gibi gelişmiş bir ülkedeki kadınların bile ancak beşte birinin bunu rapor edebildiği;
ABD’de her 90 saniyede bir, bir kadının tecavüze uğradığı; her gün 4 kadının, aile içi şiddet nedeniyle hayatını kaybettiği;
Şili’de tecavüze uğrayan kadınların yalnızca yüzde 3’ünün polise başvurduğu;
Rusya’da bir yıl içinde aile içi şiddet sonucu 14 bin ölüm olduğu;
İngiltere’de 2003 yılında 14 bin kadının tecavüze uğradığı; aile içi şiddet nedeniyle haftada 2 kadının öldüğü;
Mısır’da 15-49 yaşları arasındaki evli kadınların yüzde 97’sinin cinsel organının şiddet sonucu zarar gördüğü;
Hindistan’da yılda yaklaşık 15 bin genç kızın aile içi şiddet sonucu öldürüldüğü;
Sri Lanka’da 1999 yılında yaşayan kadınların yarısından fazlasının cinsel saldırı ve baskıya maruz kaldığı bildiriliyor.
Konunun uzmanlarından E.L. Heisse, M. Ellsberg ve M. Gottemmoeller’in 1999 tarihli bir yayınında da "Her üç kadından en az biri veya yaklaşık 1 milyar kadın, hayatlarının bir noktasında dayak yiyor, seks yapmaya zorlanıyor ya da farklı bir biçimde tacize uğruyor. Bunu yapan genellikle kendi ailesinden veya tanıdığı biri oluyor" deniyor.
Bunlar doğru ise, açık konuşalım biz erkekler hangi cesaretle kadınların yüzüne bakabiliyoruz. Utanmazlığımızdan mı?
Yazının Devamını Oku