14 Ekim 2007
MİLLİ futbol takımımızın Teknik Direktörü Fatih Terim, Avrupa Futbol Şampiyonası için gittiği Moldova’daki stadyumda gazetecilere, "Şehitlerimizin ailesi ve gazilerimiz için tüm futbol ailesinin de katılacağı bir kampanya başlatıyoruz" demiş ve devam etmiş: "Biz burada ay-yıldızlı bayrağı taşıyorsak, bunu vatan bekçilerine borçluyuz. Bu vatanda yetiştik, dolayısıyla bu vatan için elimizden geleni yapacağız. Vatan borcu hiç bitmez..."
Doğrudur. Vatan borcu hiç bitmez. O nedenle her yıl 18 Mart günü Çanakkale şehitleri için, 15 Mayıs’ta şehit havacılarımız için, 30 Temmuz’da Allahüekber dağlarında bıraktığımız 80 bin şehidimiz için yapılan törenlerle borcumuzu ödemiş sayılmayız.
Bu büyük ulusa düşen, şehitlerimizi ve gazilerimizi, onların bu ulusa yaptıkları hizmetin büyüklüğüne uygun bir sevgiyle, saygıyla anmakla kalmayıp gereken her türlü özveriyi göstermektir.
Bunu Fatih Terim’in dile getirdiği gibi, "Sadece Milli Takım’a mensup 24 oyuncu değil, Türkiye’deki tüm futbol ailesinin" katılacağı bir kampanya da karşılamaz. Bu dayanışmayı devamlı kılmalı, 1961 Anayasası’nın Başlangıç kısmında dendiği gibi, "Bütün fertlerini kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir halinde, milli şuur ve ülküler etrafında toplanmış bir millet" olduğumuzu her zaman göstermeliyiz.
Böyle bir kampanya, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın geçenlerde dile getirdiği "birlik ve bütünlük" ihtiyacımızın da, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın dün söylediği "milli birlik olduğumuzu gösterme" arzusunun da gereğidir.
Aşağıdaki satırlar, bu duyguları sadece bizim değil örneğin İngilizlerin de yaşadığını ve çok da iyi bir gelenek oluşturduğunu anlatıyor:
İngiltere’de (...) yaşayanlar bilirler. Her yıl ekim ayında başlayıp kasım ortalarına kadar, birçok insan yakalarına gelincik takar. Genç, yaşlı, kadın, erkek hiç fark etmez. Metro önlerinde, otobüs duraklarında, bankalarda, (kısaca her yerde) gelincik satan insanlara rastlanır. (...) Bu gelinciğin hikáyesi Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar gider.
Avrupa’da 11 Kasım 1918 günü (...) (Birinci Dünya Savaşı) bitmişti ama savaşın asıl acıları yeni başlıyordu. (...) Bu nedenle de savaşta ölenlere destek olmak için 1920 yılında Royal British Legion kuruldu. Royal British Legion o tarihten bugüne yardım toplayarak, askerleri ve aileleri yardımlarıyla destekliyor, savaşta yaralananlara yardım ediyor, ölenler için ise çeşitli anma etkinlikleri düzenliyor." (Ali Keskin; Toplum Postası 16 Kasım 2006)
Semih İdiz, 2003 yılında Akşam Gazetesi’nde çıkan bir yazısında, her biri 1 İngiliz lirası karşılığı alınıp yakalara takılan yapma gelincik çiçekleri gelirinin Royal British Legion tarafından o savaşçıların ailelerine verildiğini söylüyor. Bu her yıl yapıldığı için de ulusal dayanışma sürdürülmüş oluyor.
Dahası böyle bir dayanışma tablosu sayesinde, şehitler ve gaziler için yapılan törenler sırf askeri birliklerin katılımıyla sınırlı kalmıyor, olayı sivil asker tüm bireyler paylaşmış oluyor.
Biz hem "tüm şehit ve gazileri" yılın aynı gününde anmayı hem de böyle bir geleneğin bizde de başlatılmasını öneriyoruz.
Siz 1915 Sarıkamış Harekátı’nda şehit düşenlerin toprağında yetişen gelinciklere orada "Şehit Çiçeği" dendiğini bilir misiniz?
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2007
RAMAZAN Bayramı’nda tutup da Milli (Dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in keyfini kaçırmak pek de ince bir hareket sayılmaz. Ama ne yaparsınız ki ortada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) tam da bu bakanın uygulamalarının hukuka uymadığını söyleyen kararı var: Hasan Zengin isimli bir Alevi yurttaşımız, kızına zorunlu olarak okutulan "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersinde "Aleviliğin öğretilmemesi" nedeniyle kızının bu dersten muaf tutulmasını istediği halde bu talebi reddedildiği için sonunda AİHM’ye başvurmuş.
AİHM de, Türkiye’deki hem uygulamayı hem de "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersinin içeriğini inceledikten sonra, "Bu derslerin içeriğinin ve uygulamanın laik eğitim sistemine aykırı olduğu" sonucuna vararak "Ya o dersi zorunlu yapar ama o zaman sadece bir tek din (örneğin İslamiyet) hakkında verdiğiniz bilgi ile kalmaz, çocuklara öteki dinler hakkında da yeterli ve dengeli şekilde bilgi verirsiniz, yahut da bu dersleri zorunlu olmaktan çıkartırsınız. Ama o zaman da bu dersi almak istemeyenlerden kendi dini inançlarını açıklamalarını talep edemezsiniz" anlamında bir karar verdi.
AİHM, kararında özetle diyor ki, Milli Eğitim Bakanlığı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek 1 No’lu Protokolün 2’nci maddesinin "Devlet, (...) ana ve babanın, (bu) eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir" şeklindeki hükmünü ihlal etmiştir. Çünkü bu uygulama, "demokratik bir toplumdaki eğitimin (...) gereken nesnellik (objektiflik) ve çoğulculuk kriterlerini karşılar nitelikte sayılamaz."
Sözün burasında anımsatalım:
Yarın öbür gün Sayın Başbakan çıkar da "Ortada din dersi ile ilgili bir konu olduğuna göre AİHM’nin ulemaya sormadan bu konuda bir karar vermesi yanlıştır" derse şaşmayın.
Sadece ona değil, bu kararın, Milli (Dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik yönünden hiç de önemi olmadığını önümüzdeki günlerde görürsek ona da şaşmayın. Çünkü söz konusu bakan, Cumhuriyet tarihinin -öyle sanıyoruz ki- kararları ve uygulamaları yargı tarafından en fazla reddedilen (hukuka aykırı bulunan) hükümet üyesidir. Kendisi örneğin, 8 kere görevden aldığı Milli Eğitim Müdürü’yle ilgili kararı, mahkeme tarafından 9 kere iptal edilen bir siyaset adamıdır. Ne var ki ağzını açınca "hukuka saygısına" ilişkin çok laf dinlemeniz bu gerçeği değiştirmemektedir.
İkinci nokta bize kalırsa biraz daha ilginç.
Biliyorsunuz yukarıda "ihlal edildiği" ileri sürülen hüküm Bilim Kurulu tarafından hazırlanan yeni Anayasa Taslağı’nın 24’üncü maddesinde de yer almaktadır. Taslak onunla kalmayıp, "Din eğitim ve öğretimi, kişinin kendisinin, küçüklerin ise kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır. Devlet bu taleplerin gereğini yetirmekle yükümlüdür" şeklinde bir seçeneği de sunmaktadır.
İşin tuhafı, Milli Eğitim Bakanlığı mahkemenin dayandığı hükmün Türkiye tarafından konan çekince nedeniyle bize uygulanamayacağını iddia ediyor. Eğer öyle ise, bu hüküm Anayasa taslağında neden yer alıyor?
Sayalım ki öyle değil... Yani Bakanlık doğruyu söylemiyor. O zaman sormak gerekiyor, laik eğitim sistemini benimsemiş olan devlet bir kısım çocuğa Darwin Teorisi’ni, ötekine Yaratılış Teorisi’ni mi öğretecektir?
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2007
SON saniye çabaları yine sonuç vermedi. Türklerin 1915’ten 1923’e kadar 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdüğünü, 500 bin Ermeni’nin de evlerinden yurtlarından sökülüp atıldığını" iddia eden ve Amerikan Kongresi’nin de bu olayları "soykırım" olarak kabul etmesini amaçlayan karar önerisi, Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nden geçti. Önümüzdeki aylarda Temsilciler Meclisi’nin Genel Kurulu’na gelir mi? Orada da kabul edilir mi? Sayalım ki edildi, daha sonra aynı görüşleri Senato da kabul eder mi? Bunları henüz bilmesek de bildiğimiz bir şey var:
"Amerikan Kongresi’nin Ermeni soykırımı yapıldığını kabul etmesi" amacıyla Ermeni diasporasının yıllardır sürdürdüğü propaganda kampanyası, bu defa amacına ulaşacakmış gibi görünüyor.
Sebep çok basit:
Dikkat ederseniz, "O olaylara soykırım denemez. O sırada Ermeniler Türkleri, Türkler de Ermenileri öldürdü. Ermeniler kadar Türkler de mağdur oldu. Bu bir bakıma iç savaştı. Devletin rolüne gelince, Osmanlı Devleti cephe gerisindeki Ermeni halkı zorunlu sürgüne tabi tutarken onların gidecekleri yere güvenli bir şekilde ulaşabilmesini amaçlayan tedbirleri aldı. Ama kafileler yer yer -özellikle Kürt kökenli aşiretler tarafından yapılan- saldırılara hedef oldu. Bu sırada birçok masumun soyulduğu, öldürüldüğü doğrudur. Ancak devlet onları cezalandırmak için elinden geleni yapmıştır" diyen bir tek biziz. Bir de Prof. Justin Mc Charty ile Holdwater olarak bilinen ABD vatandaşı bir gönüllü dışında kimse bunları demiyor. Bizi destekleyenler "Bu sırada Türkleri darıltmak doğru olmaz"dan başka angüman kullanmıyor.
Çünkü:
a) Ne doğru muhatap kimdir biliyoruz ne de muhatabımıza maksadımızı anlatmayı biliyoruz,
b) Ne bu konuları inceleyip yayın yapacak kadar akademisyen yetiştirdik,
c) Ne yeterli sayı ve kalitede -ciddi- yayın yaptık,
d) Ne devlet veya varlıklı kişi ve kuruluşlarımız tarafından bu iş için gerekli miktarda kaynak ayırdık,
e) Ne de bunun gerektirdiği sistemli, dinamik ve en az Ermenilerinki kadar saldırgan bir propaganda mekanizması oluşturduk.
Tüm bunlardan kötüsü... Stratejimiz yok. Taktik nedir bilmiyoruz. "ABD Kongresi’nin öneriyi kabul etmemesi" ile ve ABD Başkanı’nın 24 Nisan mesajında "Türklerin yaptığı soykırımdır dememesi" ile sınırlı bir amacımız var.
Her yıl 24 Nisan’ı içinde "soykırım" lafı geçmeyen bir mesajla atlatır, bir de Kongre’ye sunulan öneriler için, son örnekte olduğu gibi son dakikada ayağa kalkıp ortalığı velveleye vererek dikkatleri üzerimize çekebilirsek, "Bu yılı da böyle kazasız belasız -yahut az hasarla- atlattık" diyerek idare ediyoruz.
Peki bu böyle gider mi?
Bilelim ki gitmez. Zaten yukarıda dediğimiz gibi Ermeni diasporası amacına hayli yaklaştı. Hele bizim siyasi iktidar ayılıp da -öyle göstermelik çıkışlarla değil- tam anlamıyla "savaş mantığıyla" olayın üstüne gitmezse önümüzdeki üç atımlık fırsatı da heba eder, yenik düşeriz.
Aslında bunları çok söyledik ama dinletemedik. Bir duyan bulunur umuduyla bir kere daha deneyelim dedik.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2007
DEVLET kendine düşeni yapar. İktidarda bulunanlar tereddüt edebilir. Bazen yanlış karar da alır. Ama iktidardakilerin ve iktidarda olmayan insanların yani sokaktaki milyonların gerisinde bir bakıma somut olarak gösterilemeyen ama bir bakıma da askeriyle, polisiyle, bürokrasisiyle somut olarak her an karşımıza çıkan bir devlet vardır. O yeri gelince gücünü gösterir. Gereken dersi verir. İşte o devletin 15 fidanımızı elimizden alan PKK isimli hainler çetesinin haddini bildirmek için yapacaklarını bugün bir kenara bırakıyoruz.
Hükümet sınır ötesinde operasyona gerek görür, tezkere yazar, TBMM’den karar çıkartır, uygular... Yöredeki güvenlik güçleri kendilerinden bekleneni yapar. Onlara da girmiyoruz.
Bugün sadece 15 yiğidimiz için değil, son yirmi üç yılda PKK katillerinin elimizden aldığı 4 bin 652 güvenlik görevlisi ile 6 bin 502 sivil vatandaşımız için de teröre ve teröriste tepkimizi tüm ulusça ortaya koymalıyız.
Unutmayalım... Karşımızda tüm ulusumuzu tehdit eden bir seri katiller şebekesi var. Sadece birey olarak can güvenliğimizi değil, ulus olarak bütünlüğümüzü ve hatta varlığımızı da tehdit eden bir şebeke. Buna karşı yapılan mücadeleyi sadece devletin güvenlik güçlerinden beklemeye artık hakkımız yok. Her birimizin bu ülkeye, bu ulusa, bu devlete sahip çıkmasını gerektiren "vatan görevi"ni artık görmezden gelemeyiz, erteleyemeyiz. Çünkü onun sırası da, zamanı da geldi.
Ama bu görevi yaparken kimseye etnik kökeni nedeniyle düşmanlık beslemeye hakkımız olmadığını unutmamalıyız. Bizi kimsenin etnik kökeni ilgilendirmemelidir.
Biz sadece devletimize, ülkemize, bütünlüğümüze düşman olanlar karşısında uyanık olduğumuzu gösteren ve medeni bir topluma yakışan eylemlerde bulunmalıyız.
Biliyoruz yurdun dört bir yanında sivil toplum örgütleri yürüyüşler düzenliyor. Üniversite senatoları tepkilerini dile getiriyor.
Ama o yetmez. Örneğin Eğitim-İş sendikası terörü lanetlemek için kendisine üye olan 60 bin öğretmene siyah kurdele dağıtmış. Bu öğretmenler protestolarını yakalarına taktıkları siyah kurdele ile dile getirmiş.
Sadece 60 bin öğretmene değil, 600 bin öğretmene ve tüm kamu personeline de siyah kurdele dağıtmalıyız. İsteyen tüm bireylere de...
Radyolar, televizyonlar programlarını böyle bir günde ulusal bütünlüğümüzü ortaya koyacak şekilde gözden geçirmeli, sivil toplum kuruluşlarımız seslerini bu gün yükseltmelidir.
Bir okuyucumuz ulusal duyarlığımızın en üst noktaya çıktığı, şehitlerimiz önünde saygı ile eğilme isteğinin içimizi doldurduğu bu günde yapmamız gereken bir görevi anımsatıyor:
Bayram nedeniyle pek çoğumuz kaybettiğimiz yakınlarımızın kabrini ziyaret ederiz. "Bu yıl bu görevi ifa etmeden önce her birimiz yöremizdeki şehitliklere gitmeliyiz. Mezarlarını ziyaret etmeli, onlara olan şükran borcumuzu dualarımızla ödemeli ve eğer varsa, bir küçük bayrağı da ziyaret ettiğimiz şehidin kabrine dikip dönmeliyiz" diyor.
Bir büyük ulusa yakışanı söylüyor.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2007
Let me make this clear from the start: I have no preconceived wish that Turkey enter into northern Iraq. So please let no one interpret our requests as some sort of hysterical cries such as "What are we waiting for? Why have we still not gone and hit Barzani and Talabani?" or "Why haven't we shown America our strength?"
No, for us the question is how we can get rid of this band of traitors called the PKK with as little damage as possible. And how we can create effective policies to this end. And how we can be as courageous as possible so as to not escape from implementing these policies.
That's it....
But we are saying openly that this administration, which is constantly praised for possessing the "strong support of the national will" has no policy which is aimed at getting rid of the PKK.
And a government lacking policies cannot skillfully lead a nation.
Unfortunately, that is Turkey's current situation.
A government spokesman recently noted that we are "at the juncture where words end."
That's wonderful.....in that case, let's leave off of words, and look at actions.
Is our main action to send the US a new memorandum?
Or is it to invite Jelal Talabani to Ankara, treating him as well as possible?
The same Prime Minister who has said that "The presence of the PKK in northern Iraq must come to an end in order for success in the struggle against terror" has also said "We are obliged to be successful inside our own borders before we ask for help from Iraq."
The all-for-show High Board for the Struggle Against Terror made a statement yesterday noting that "all the necessary orders and commands will be given for every kind of precaution deemed urgent, including a possible over the border operation."
What do you say, shall we believe them?
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2007
BAŞTAN belirtelim... Bizim "Irak’ın kuzeyine askeri harekát yapalım" demek gibi bir meselemiz yok. O nedenle eleştirilerimizi kimse "Ne duruyoruz? Hálá niye girip de Barzani’ye, Talabani’ye iki tokat atmadık?", yahut "Amerika’ya gücümüzü göstermedik?" türü histerik bir talep gibi algılamasın.
Yetmiş milyonluk bu büyük ulusu kimse, Osmanlı kafasıyla bozuk para gibi harcamaya kalkamaz. Kalkarsa onun da hesabı bir gün gelir, sorulur.
Bizim meselemiz PKK denen hainler çetesinin en az zararla bertaraf edilmesidir. Bu amaçla politika üretilmesidir. Bu politikanın sorumluluğundan kaçmayacak kadar yürekli olunmasıdır.
Bu kadar basit...
Hükümet etme palavrayla olmuyor.
Oysa açıkça söylüyoruz... Ağzını her açışta "milli iradenin güçlü desteğine sahip olmakla" övünen bu iktidarın ve onun ürünü olan hükümetin PKK’yı bertaraf etme amaçlı bir politikası yok.
İsterseniz son bir örneğe biraz yakından bakalım:
Bu ülkenin başbakanı, Beytüşşebap’ta 7 Korucu dahil 12 sivilin öldürülmesi üzerine, "Tabii bizim bu konudaki kararlılığımız kesinlikle sona ermeyecektir. Bunlar hiçbir zaman bizim mücadelemizi kısıntıya uğratmayacaktır. Aynı kararlılıkla terörle mücadele devam edecektir. Kararlılığımız, aslında teröristlerin şu andaki son çırpınışlarının da işaretidir diye inanıyorum. (...) Kararlılığımız sonuna kadar devam edecektir" dedikten sadece bir hafta sonra 15 yavrumuzu toprağa gömmeye mecbur kalıyorsak orada ciddi bir yanlış var demektir. O yanlışın adı da "politikasız" olmaktır.
Politikasız bir hükümetin ülkeyi dirayetle yönetmesi söz konusu olamaz.
Ne yazık ki Türkiye’deki durum budur.
Diyelim ki biz bu değerlendirmemizde hata yapıyoruz. Hükümet sözcüsünün ifadesiyle konuşalım:
"Sözün bittiği noktada" mıyız?
Güzel... O halde sözden vazgeçelim. Eyleminizi görelim.
Eyleminiz Amerika Birleşik Devletleri’ne yeni bir dilekçe göndermek mi?
Celal Talabani’yi adam yerine koyup Ankara’da ağırlamak mı?
Bu ülkeye karşı düşmanca duygu ve düşünceler beslediğini hiçbir zaman saklamamış olan Mesut Barzani’ye el altından heyet gönderip bir kere daha refüze edilmek mi?
Yoksa Irak’ın, káğıt üstünde bile var olduğuna bin şahit isteyen Maliki hükümetiyle anlaşma imzalayıp onun vereceği izne muhtaç olmak mı?
Hem "Terörle mücadelenin başarıya ulaşması için Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığının sona ermesini" şart gördüğünü söyleyen, hem de "Irak’tan destek istemeden önce kendi sınırlarımız içinde başarılı olmak zorundayız" tezini savunan aynı Başbakan değil mi?
Göstermelik Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nun dün yaptığı açıklamada "Gerektiğinde sınır ötesi operasyon dahil (...) her türlü tedbirin (alınması) konusunda (...) gerekli emir ve talimatların verildiği" bildiriliyordu.
Ne dersiniz, inanalım mı?
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2007
ASTSUBAY Çavuş Ahmet Sarıoğlu, bir hainin attığı mermi onu şehit ettiği gün 22 yaşındaymış. Çavuş Bayram Güzel, Çavuş Mehmet Uyar, Çavuş Turgay Salgar, Çavuş Seyfi Altuntaş, Onbaşı Mehmet Yıldırım, Onbaşı Mehmet Uçarı, Onbaşı Kasım Aksoy, Onbaşı Şükrü Karataş, Onbaşı Emrah Eryılmaz, Onbaşı Fetullah Selçuk, Er Mehmet Coşkun, Er Sıddık Küçükgöz de herhalde o yaşlardaydı. Demek ki filinta gibi 13 kahraman, bu 13 ana kuzusu, bu 13 gencecik fidan dünyaya geldikleri zaman Türkiye, şimdi onları aramızdan alan PKK terörüyle boğuşmaya başlamışmış.
O gün bugündür ülkemizi yönetmek üzere tam 15 hükümet geldi. Sırasıyla Turgut Özal, Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan -bazıları birkaç kere olmak üzere- bize sayısız defa "Şehitlerimizin kanının yerde kalmayacağını" söylediler. "Teröre çok ağır darbe vurulduğunu" sayısız defa onlardan duyduk.
Hadi George W.Bush’un dünyanın başına bela ettiği Irak harekátı yüzünden Irak’ın kuzeyine askeri harekát yapamadık diyelim.
Ondan önceki en az 15 yıl boyunca Irak’a kaç kere girdik çıktık. Oradaki PKK kamplarını kaç kere bombaladık.
Şimdi nerdeyiz?
Söyleyin lütfen birinci günden yani 15 Ağustos 1984 günü PKK’nın Şemdinli ve Eruh’a yaptığı silahlı saldırı tarihinden daha ileri ve daha iyi durumda mıyız, yoksa "bugüne kadar izlediğimiz mücadele metoduyla başarılı olamadığımızı" tespit ve teslim etme noktasında mıyız?
Amerikalılara kızmak, hatta denk düşürünce "Bizi kaç senedir oyalıyorlar. Irak’ın kuzeyine inip PKK’ya darbe vurmamızı engelliyorlar. Bize karşı dostane davranmıyorlar" diyerek ağır konuşmak kolay.
Bu suçlamaların haklı olduğu da tartışılmayacak kadar açık.
Hatta AKP Milletvekili ve TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Egemen Bağış gibi, ABD’yi tehdit eden sözler -sanki o tehditlerin bir kıymeti harbiyesi varmış gibi- söylemek de kolay.
Ama onları değil, Türk ulusu, alınan sonucu görmek istiyor.
13 fidanımızı bir baskında kaybetmemiz gerçeği karşısında söyleyin bakalım Amerikan hükümetinin bizi aldatmasıyla veya uyutmasıyla Türk hükümetinin basiretsizliği, beceriksizliği ve şaşkınlığı arasında bir fark olduğu savunulabilir mi?
Bakanlar Kurulu toplanıyormuş. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı bir araya gelip "durumu" konuşuyorlarmış.
Söyleyin kime ne?
Kaçıncı değil, kaç yüzüncü defa yapıldı bütün bunlar. O toplantılardan ve o kararlardan hangi sonuç alındı da şimdiki "cek"lere, "cak"lara kulak verelim.
Dışişleri Bakanı Ali Babacan, 5 Ekim günü "Evet, sıcak takip şimdilik yok" diyerek o defteri kapatmadı mı? Aslında o haktan vazgeçtiğimizi bir hafta önce Irak’la yaptığımız anlaşmayla kabul etmedik mi?
Daha hükümetimizin ne yapacağını bilemediği bir ortamda 13 fidanı toprağa gömmenin sürpriz sayılacak bir tarafı var mı?
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2007
SEMPATİK, çalışkan ve genç olmak iyi... Ali Babacan bu niteliklerinin ödülünü alanlardan, hatta erken alanlardan biri. Geride kalan beş yıla yakın süre içinde de zihinlerde kalan bir olumsuz tavrı görülmedi. İyi bir ekonomist olduğunu ileri sürenleri mahcup etmedi.
Sonunda Dışişleri Bakanlığı gibi çok önemli bir konuma geldi.
Babacan’ın Zaman Gazetesi muhabiri Abdülhamit Bilici’ye verdiği yanıtları ve bir de İstanbul’da toplanan "4. Boğaziçi Konferansı"nda yaptığı konuşmanın özetini dün okuyunca "Keşke ekonomiden sorumlu bakan olarak kalsaydı" dedik.
Sayın Babacan’a göre, "Türk Ceza Yasası’nın 301’inci maddesi hakkında ne kadar söz söylenirse işleri o kadar zorlaşıyor"muş. Bu konu artık dünyada bilinen markalara benzemişmiş. "301 değiştirilse bile reform yapılması gereken birçok konu var. 301 değişse bile uygulamanın mükemmel olacağı söylenemez. Ne zaman değişir tarih veremem. Benzer 10-15 kanun daha söyleyebilirim" demiş.
İnanılır gibi değil! Demokrasi áşığı bir bakan 301’in daha fazla konuşulmamasını istiyor. Tıpkı bir yandan "Anayasa taslağını herkese açacağız. Herkesin görüşünü alacağız" diyen, öte yandan Rektörler Komitesi "Yeni bir Anayasa’yı bu usulle yapmak yanlıştır" deyince kızıp "Siz kendi işinize bakın" diye azarlayan Başbakan gibi...
Babacan onunla da kalmıyor. Hem "301 değişse bile uygulamanın mükemmel olacağı söylenemez" diyerek "yargımız ehliyetsizdir" mesajı veriyor, hem de değişmesi gereken başka yasaların varlığını anımsatıyor. Anımsatıyor da "beş senedir neredeydiniz?" diye birinin sorabileceğini düşünmüyor.
Aslında bu sözlerinden daha vahim bir durum var:
Zaman muhabirine, ABD Kongresi’nin, Ermeni soykırımını tanıma amaçlı öneriyi kabul etmesi ihtimalinden söz ederken, buna engel olabilmek için hem Başbakan Erdoğan’ın, hem de kendisinin ABD’de konuştukları kişilere "Bugünkü durumun Türkiye’de ’Ermeni ve Yahudi lobisi birleşti’ şeklinde algılandığını" anlattıklarını vurgulamış. "Bu algıyı değiştirmemizin zor olduğunu söyledik. Tasarının kabulü gibi bir kaza olursa, Türkiye’ye de durumu izah edemeyeceğimizi, Yahudileri bu işten ayıramayacağımızı söyledik" demiş.
Bizim Başbakan ve Dışişleri Bakanı eğer Türkleri, Ermenilere soykırım yapmakla suçlayanlara karşı hakkımızı, hukukumuzu bu sözlerle ve bu mantaliteyle savunuyorlarsa, kimse umutlu olmasın. Çünkü düpedüz, "Bakın siz o tasarının kabul edilmesini engellemezseniz biz de Türkiye’de başka şeyleri engelleyemeyiz dedik" diyorlar. Hani "şecaat arz ederken sirkatin söylemek" gibi.
Gerçekten akıl alacak şey değil bu sözler... Kendi beceriksizliğini başkasına fatura ettiğin bir yana, kendi ülkendeki kendi vatandaşının -hem de yıllardır seni dış dünyaya karşı var gücüyle savunmuş olanların- huzurunu kaçıracak şeyler söylüyorsun. "Türkiye’ye de durumu izah edemeyeceğimizi, Yahudileri bu işten ayıramayacağımızı söyledik" cümlesinin başka manası var mı?
Bu sözleri 2007 yılında söyleyen bakanların bulunduğu ülkenin 1915’te Ermenilere karşı soykırım yapmadığını savunanlara kim inanır Allahaşkına?
Yazının Devamını Oku