22 Temmuz 2010
BAŞBAKAN Yardımcısı Bülent Arınç anlaşılan o tarihlerde Türkiye’de değilmiş. Aksi halde dün “CHP 27 Mayıs’ın doğrudan doğruya ortağıdır” demez, 12 Eylül’den söz ederken de CHP’nin “12 Eylül’den önceki olayların sorumlusu olarak bilinmesine rağmen (...) yargılanmadığını” iddia etmek gibi bir yanlış yapmazdı. Gerçi CHP’nin geçmişinin hesabını vermek bize düşmez. Ama kamuoyunun bile bile aldatılmasına engel olmak bizim de görevimizdir. O nedenle Bülent Arınç’ın hem 27 Mayıs hem de 12 Eylül bağlamındaki sözlerinin “A”dan “Z”ye -en hafif deyimle- gerçeğe aykırı olduğunu söylemeye kendimizi mezun sayıyoruz.
Önce “usul” yönünden önemli bir husus var:
Bülent Arınç bir hukukçudur. Hukukçu elinde kanıt olmadan laf etmez. O nedenle Bülent Arınç mademki “iddia”nın sahibidir. Elindeki kanıtları bugünden tezi yok ortaya koymalı ve “CHP 27 Mayıs’ın doğrudan doğruya ortağıdır” lafı ile “CHP 12 Eylül’den önceki olayların sorumlusudur” şeklindeki sözlerini kamuoyu önünde kanıtlamalıdır.
O kanıtlarını hazırlayadursun, biz bildiklerimizi sayalım:
Konuşmasında “Yargılanan, gözaltına alınan, siyasi hakları elinden alınan bir siyasi partinin temsilcilerine veya o siyasi partide görev yapmış insanlara ‘siz 12 Eylül’den nemalandınız” demenin haksızlık olduğunu söyleyen Arınç’ı dinleyenler zanneder ki örneğin CHP’nin önde gelen kadrolarına böyle hiç bir yasak uygulanmamıştır.
Oysa o bağlamda asıl mağdur edilenler CHP’liler olmuştur.
CHP’nin “27 Mayıs’ın ortağı olduğu” iddiası bin defa ortaya atılmış ama bir tane olsun kanıt gösterilememiş bir beyandır.
Eğer Sayın Arınç o dönemde neler yaşandığını öğrenmek isterse, bizim değil Demokrat Parti iktidarının saygın isimlerinden eski Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Rıfkı Salim Burçak’ın dediklerini “On Yılın Anıları” isimli kitabından okusun. Burçak’ın CHP’yi, DP iktidarına karşı çok sert muhalefet yapması nedeniyle eleştirdiğini görür ama kendisi gibi “27 Mayıs’ın ortağı” diyecek kadar vicdansızlık etmediğine tanık olur.
Arınç’ın 12 Eylül bağlamındaki diğer sözlerine gelince:
CHP’nin “12 Eylül’den sonra yargılandığını” iddia ediyor değiliz. “Yargılanmadı”, çünkü hakkında ne Milliyetçi Hareket Partisi’nin ne de -Bülent Arınç’ın mensubu olduğu- Milli Selamet Partisi’nin (MSP) bir kısım yöneticileri gibi “partinin mallarını tapuya kendileri adına kaydettirmiş olmak” türünden bir suçlama söz konusuydu.
Eğer 12 Eylül yönetimi CHP’nin veya yöneticilerinin en ufak bir yasadışı eylemini bulabilseydi bir saniye beklemez, sorumlu saydığı herkesi içeri tıkardı.
Nitekim 12 Eylül yönetimi kendi zihniyetine aykırı görüşler ifade ettiği için sadece, CHP’nin 12 Eylül’den önceki Genel Başkanı Bülent Ecevit’i hapse attı ama Arınç’ın Genel Başkanı Necmettin Erbakan hakkında herhangi bir görüşü nedeniyle suçlama yapılmadı.
MSP hakkındaki soruşturma, Konya’da düzenlenen ve Cumhuriyet’in temel değerlerine karşı tam bir kalkışma görüntüsü veren irtica mitingi yüzünden açılmıştı.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2010
TBMM’nin 23 Temmuz Cuma gününden itibaren tatile gireceğini dün açıklayan Başbakan onunla kalmadı. Anayasa değişikliği paketinin halkoylamasında “Evet” oyu alması için propaganda kampanyasını da açtı.<br><br>Açış da ne açış? “Evet” hatırına gözyaşı deseniz var, duygu sömürüsünün enva-ı (her çeşidi) var. Başbakan’a sorarsanız 12 Eylül günü yapılacak olan oylamadan “Evet” oyunun galip çıkması, 12 Eylül 1980 tarihli askeri darbeden intikam alınması anlamına gelecektir. Demokrasimize itibar kazandıracaktır. Kısaca tam bir devrim olacaktır.
Anayasa paketinin içindeki maddeler sadece Başbakan Erdoğan’ın saydıklarından ibaret olsa ve bir de saydıkları onun dediği anlama gelseydi, dediklerine katılırdık.
Doğrudur... Hem biz, hem de öteki pek çok yazar da ifade etti ki, bu pakette -acil bir ihtiyaç sayılmasa da- kadınlar için, çocuklar için, kamu kurumlarında çalışan insanlar için “olumlu” hükümler var.
Sadece onlar getirilmiş olsa veya halkoylamasında sadece onlar için sandık başına gidilmiş olsaydı, mesele yoktu. Hepimiz “Evet” der, belki de en büyük uzlaşıyla kabul edilen yeni hükümlere kavuşmuş olurduk.
Oysa Başbakan da biliyor ki, resmin onun tarafından saklanan parçaları var. Örneğin “demokrasimiz” için bu değişikliğin bir devrim niteliğinde önem taşıdığını söylüyor ama gerçek bir demokrasinin “olmazsa olmaz”ı olan “yargı bağımsızlığının” bu değişiklikle yara alıp almadığına değinmiyor.
Birçok hükmünü beğenmesek de 1982 Anayasası hiç değilse Yüksek Mahkemelerin bağımsızlığına saygılı idi. Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay o sayede hukukun ve yüksek yargıçların vicdanlarının sesini karara dönüştürüyorlardı.
Her mahkeme gibi onların da verdiği bazı hükümlerin yanlışlığını savunabilirsiniz. Belki haklı da olabilirsiniz. Ama zaten temel unsur “her kararın herkes tarafından benimsenmesi” değil, o kararların hukuka ve kamu vicdanına uygun olduğunun genellikle kabul görmesidir.
İşte bu noktayı Tayyip Erdoğan’ın kafası hiçbir zaman almadı. Yüksek Yargı’yı o yüzden, bir Başbakana hiç yakışmayan çok ağır sözlerle suçladı. Onların kararlarının “ideolojik” olduğunu söyledi. Anayasa Mahkemesi’ne hatta, “Anamuhalefet Mahkemesi” dedi.
Mahkemelerin sadece “bağımsız” değil aynı zamanda “tarafsız” da olması gerektiğini ileri sürdü. Bununla “Bizim mahkemelerimiz tarafsız değil çünkü Cumhuriyetin kurucu felsefesinden yana karar veriyorlar” demeye getirdi.
Bir bakıma haklıydı. Çünkü Anayasa’nın da istediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumlarının -bu arada birey olarak kendisinin de- temel görevi, o felsefeden yana olmaktır.
Ama o bunu kabul etmediği için, Sultan Abdülhamid’in torunu Osman Nami Osmanoğlu’nun tabutuna verdiği omuz gibi, Yüksek Yargımızın da Cumhuriyetin kurucu felsefesinin tabutuna omuz vermesini istedi. Başaramayınca Anayasa’yı değiştirdi.
Şimdi “Evet”i veya “Hayır”ı işte bu konudaki tercihiniz belirleyecek.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2010
DOĞRUSU çoğunu kamuoyunun hiç tanımadığı, kime hangi nedenle yararları dokunduğunu bilemediğimiz -elbet bir kısmını tanıdığımız ve hak ettiğine inandığımız- 5 dernek ve vakıf ile 70 kişiye geçen gün “TBMM Üstün Hizmet Ödülü” verilmeseydi aklımıza “Nedir bu işin kıstası?” sorusu belki gelmeyecekti. Listeyi gördünüzse çok muhtemelen aynı şeyi siz de düşünmüşsünüzdür.
Nitekim kim olduğunu bilemediği insanlara ödül dağıtmak TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in de içine sinmemiş olmalı ki, -öyle ya, ödül alanlar içinde “milletvekili babası” olmak dışında hangi üstün hizmetleriyle ödüle layık görüldükleri anlaşılamayan iki de isim var- “Konuyu yeni kurallara bağlamak üzere çalışılacağını” söylemiş.
İyi eder...
Çünkü biz toplum olarak “ödül özürlü”yüzdür.
Ödüllendirilmeye değer evlatlarımızı, işyerimizde olsun, muhitimizde olsun, mümkünse görmemeyi, elimizden gelirse de engellemeyi biliriz. Dikkat ediniz özellikle Batı ülkelerinde çalışan, oralarda akademik başarılarıyla dikkati çeken insanlarımız arasında, “Kendi ülkeme hizmet edeyim” diyerek gelip de pişman olmamışların sayısı iki elin parmaklarını geçmez.
Çünkü ülkemizde “cezasız kalan başarı” hemen hemen yoktur.
Ama ödüllendirmeye gelince her törende, kalabalıkça denecek her yemekte birilerine “plaket” vermek için yarışırız.
Ve bunun ciddi bir tarafı -ağırlığı- olmadığını herkes bilir. Bir başka deyişle birbirimizi enayi yerine koya koya, bu tuhaf -ve ilkel- âdeti sürdürür gideriz.
Sadece plaket değil... Kendi üstüne vazife olup olmadığına bakmadan, tutar bilmem ne lisesi veya üniversitesi öğrencileri, “en iyi sanatçı” yahut “en iyi gazete” ödülleri dağıtırlar.
Kimse de sormaz, “İyi de size ne?” diye.
Zaten “ödüllendirilen” de çoğu kez koşa koşa gider ödül almaya...
İyi anımsarız, bir tarihte -daha doğrusu 1981 yılında- merhum bir meslektaşımız, başında bulunduğu Gazeteciler Cemiyeti adına 100 küsur ödül dağıtmaya kalkınca, 11 isim, bu maskaralığa alet olmamak için ödül almayı reddetmişti.
Aynı şeyin “Kültür Bakanlığı’nın tavsiyesi, Cumhurbaşkanı’nın onayı” ile verilen “Devlet Sanatçısı” unvanı nedeniyle 1998 yılında da yaşandığını anımsarsınız.
Cumhurbaşkanı çoğu insanı isyan ettiren tam 89 ismi “Devlet Sanatçısı” ilan edince, aralarında Sezen Aksu, Selim İleri, Fikret Otyam, Nilüfer, Gazanfer Özcan ve Müşfik Kenter’in bulunduğu isimler “Bu unvanı almayı reddediyoruz” demişlerdi.
Hoş daha sonra Danıştay o listeyi tümüyle iptal etti.
Eee... Biz, ülkemizin en önemli ödülü diyebileceğimiz “Atatürk Barış Ödülü” nedeniyle de önce kendisine haber verip onayını almamız gerektiğini bilmediğimiz için 1992 yılında Mandela’nın “ret” yanıtıyla karşılaşmıştık.
Ne yaparsınız ki “ödül”ler, ancak onu veren kadar “ciddi” ve “saygın” oluyor.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2010
UZUN yıllardır tartışılan “Tam Gün” Yasası, Anayasa Mahkemesi’nin önceki akşam açıklanan kararı ile “Uygulanacak mı, uygulanmayacak mı?” sorusunu nihayet geride bıraktı. Bugünkü iktidar, sağlık sektörünün “sağlıklı” olmasını sağlayacak önemli bir adım daha attı. Önce Sağlık Bakanı Akdağ’ın hakkını verelim, sonra konuşalım. Adım olumlu ama Anayasa Mahkemesi, yasanın “dar” hatta aşırı derecede sekter bakışlı hükümlerini iptal etti de, bu yasa yüzünden karşılaşacağımız bazı sakıncalar ortadan kalktı.
Önce altını çizmeye değer gördüğümüz gerçekleri ifade edelim:
Bugünkü iktidar -daha doğrusu bugünkü Sağlık Bakanı- yıllardır çözülemeyen birçok sorunu çözdü. Örneğin ilaç fiyatları ikide bir sorun olmaktan çıktı. Üniversiteler dışındaki tüm kamu sektörü hastaneleri -Sosyal Sigortalar Kurumu’na bağlı olanlar başta olmak üzere- tek çatı altında toplandı. Bize verilen bilgiye göre tüm sağlık kurumlarındaki hasta, yatak, kadro, ikmal gibi aklınıza gelen tüm bilgileri izleme olanağı veren “online” iletişim sistemi kuruldu. “Acil servis” kavramı, tüm Türkiye’yi kapsayacak bir bütünlüğe ve dinamizme kavuşturuldu.
Gerçi bu iktidarın “sağlık sektörünü özel hastanelere devretmek ve bu yolla sağlanacak rantı, iktidar yakınlarına dağıtmak” gibi temel bir amaçla çalıştığını ve tüm politikalarını bu düşünce üzerine oturttuğunu duyuyoruz. Ama elimizde bu iddiayı destekleyecek veri yok. Sadece yeri gelmişken kaydetmekle yetiniyoruz.
Tam Gün Yasası işte bu dönüşümlerin yeni bir adımı olarak karşımıza çıktı. Doğrusu kamuoyundan da büyük destek gördü. Çünkü bu yasanın, kamu hastanelerindeki bazı hekimlerin, “Tedavi edilmek istiyorsan önce bizim muayenehaneye gel” türünden davranışlarını önlemeyi amaçladığı biliniyordu.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, yasanın getirdiği yasağı korudu. İyi etti. Böylece (üniversite dışındaki) kamu hastanelerinde
görev yapan hekimlerin ya muayenehaneyi veya devlet hastanesindeki görevi tercih etmesi zorunlu hale geldi.
Gerçi Türk Tabipleri Birliği’nin bu görüşe karşı çıktığı bildiriliyor ama, Anayasa Mahkemesi’nin kararını doğru okuyan herkes ortada tereddüt edecek bir husus olmadığını kabul eder.
Neyse ki Anayasa Mahkemesi yasanın “üniversite öğretim üyelerinin yükseköğretim kurumları dışında çalışmasını yasaklayan” hükmünü iptal etti. Böylece gerçekten uluslararası düzeyde tanınmış hekimlerimizin önünü tıkayan -hatta onları başka ülkelere gitmeye zorlayacak olan- saçmalık önlenmiş oldu.
Yeri gelmişken kendisi de bir akademisyen olan Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ’ın CNN Türk televizyonunda bu konuyu açıklarken:
“Neden bir üniversite öğretim üyesi, bir anabilim dalı başkanı, hem anabilim dalı başkanı olacak hem de ‘Muayenehanem olacak’ der? Bunun sebebi çok açık. O anabilim dalı başkanlığını muayenehanesi için bir şekilde kullanıyor da ondan” diyerek kategorik konuşmasını yadırgadığımızı belirtelim.
Öyle bir şeye tenezzül etmeyen yok mu?
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2010
ADINA ne derseniz deyin... Hükümetin “terörle mücadele” için yeni bir örgütlenme modeli üzerinde çalışmasını biz sadece yerinde değil, doğrusunu söylemek gerekirse çok gecikmiş bir husus olarak görüyoruz. “Özel ordu” denecek diyen var, “profesyonel asker” lafını eden var. “Bunu JİTEM’e benzeten” var.
Gerçi bir gazetede “Komando tugaylarının muharip unsurlarınca, yalnız subay, astsubay ve uzman çavuşlardan oluşan askerlerin görev yapmasına ilişkin projenin yüzde 84’ünün tamamlandığı” da yazıldı.
O zaman, “demek bu konu yeni değil” diyesiniz geliyor.
Oysa hem Başbakan Erdoğan’ın “konunun halen netleşmemiş tarafları olduğuna” ilişkin sözleri hem de Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün beyanları gerçeğin pek de öyle olmadığını ortaya koyuyor.
Nitekim Sayın Bakan, bu projeyle ilgili Genelkurmay Başkanlığında “Nasıl yetişecekler? Hangi eğitim kuruluşlarında bunlar ne kadar zamanda eğitebiliriz?” türü sorulara yanıt arandığını söyledi.
Bakanlıkta da konunun “hukuki” boyutları üzerinde duruluyormuş. Örneğin bu personelin sözleşmeli olması, ücret düzeyi, kıdem tazminatı, hizmet süresi, şehit düşenlerin ailesine ödenecek tazminat ve hizmetten ayrıldıktan sonra iş güvencesi gibi konular ele alınıyormuş.
Eğer tüm bu hususlar yeni ele alındıysa, neyin “Yüzde 84’ü tamam?” diye sormaz mısınız?
Mesele özel bir ihtisas konusu olduğu için elbet iddialı bir laf etmekten uzak dururuz. Ama belki 5 belki 6 yıl önce Genelkurmay Başkanlığı’nın daveti üzerine çeşitli eğitim kurumlarını gezerken özellikle Harp Akademileri’nde anlatılanları hem hayranlık verici bulmuş hem de o gün verilen yemekte yanımıza düşen bir generale, “Akademilerde gayri nizami savaşla ilgili eğitim verilip verilmediğini” sormuştuk.
İsmini anımsayamadığımız general “Buna ihtiyaç olmadığını” söyleyince doğrusu hayret etmiştik. Çünkü Türkiye 20 yıldır böyle bir problemle boğuşmaktaydı.
İtiraf edelim... Gerçekten “ihtiyaç yok” mudur, bilmiyoruz. Keza, daha sonra böyle bir ihtiyaç duyuldu mu, onu da soracak fırsat olmadı. Ama sanki eğitime oradan başlansa iyi olur diye hâlâ düşünmekteyiz.
Bu “özel birlik” yahut “profesyonel asker” meselesini birilerinin de sanki Yeniçeriler karşısında Nizam-ı Cedid birlikleri kuruluyormuş gibi algıladığı anlaşılıyor.
Özel bir mücadele türü, ona göre yetiştirilmiş ve ona göre donatılmış güçlere ihtiyaç duyuruyorsa, örneğin hiçbir dış destek almadan dağ başında bir hafta kalabilecek şekilde yetişmiş genç insanlar istiyorsa, bunu yapmanın ne zararı olabilir?
Buradaki tek mesele, mücadeleyi üstlenen güçlerin o yetkiyi devlet adına kullandıklarını -bir başka deyişle hukuktan ayrılmayacaklarını- unutmamalarıdır. Askerin -veya öteki güvenlik güçlerinin- “öldürme” yetkisi vardır ama “cinayet işleme” yetkisi yoktur. Bu ikisi arasındaki fark, mücadeleyi “şerefli bir asker” gibi yapmakla, masum insanlara kurşun sıkan “alçak bir terörist” arasındaki kadar büyüktür.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2010
İSTERSENİZ hep birlikte “Nazar değmesin” diyelim. Çünkü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “terörle mücadele” konusunda muhalefet liderleriyle yaptığı görüşmelerde (Sahi Demokrat Parti lideri Hüsamettin Cindoruk’la neden konuşmuyor?) bugüne kadar “arıza” çıkmadı. Dahası... Her lider, hükümetin çabasına samimiyetle katkıda bulunmak istiyormuş gibi davrandı.
Tabii asıl dikkati çeken, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile yapacağı görüşme idi.
İki nedenle:
İki ay öncesine kadar CHP’nin lideri olan Deniz Baykal anımsayacağınız gibi böyle bir görüşmeyi yapmak için çeşitli koşullar ileri sürmüştü. Örneğin “Konuşmalarımızı kayda alalım” demişti. Böylece, yapılacak görüşmenin daha baştan “güvensizlik” ortamında cereyan edeceğini söylemiş oluyordu.
Kılıçdaroğlu öyle bir koşul ileri sürmediği gibi, Erdoğan’ın “görüşme” eğilimini ortaya atması üzerine gecikmeden, “Biz hazırız” mesajı verdi.
Dünkü Erdoğan-Kılıçdaroğlu görüşmesinin zemini o nedenle daha sağlam -veya daha sağlıklı- idi.
İkincisi Kılıçdaroğlu baştan da ilan ettiği gibi bu görüşmeyi istismar etmeye niyetli değildi. En azından bu dakikaya kadar sözünde durdu.
En ufak nedenle şiddetli tepkiler gösteren Başbakan Erdoğan da aldığı izlenimden memnun kalmış olmalı ki dün Kılıçdaroğlu ile tekrar görüşmek isteyip istemediğini soran gazetecilere, “Tekrar görüşmeyi arzu ederim” dedi hem de “Tabii sürekli benim davetim değil, isterim ki onlar da belli konularda ‘Şu konuyu görüşmek üzere bir araya gelsek’ demeli” sözleriyle “diyalog” kapısını açık tuttu.
“Diyalogsuzluğun” bizim demokrasimizin en eski ve en kötü hastalığı olduğunu bildiğimiz için bu noktayı önemsiyor ve altını çiziyoruz.
Görüşmenin içeriğine gelince:
Kılıçdaroğlu belli ki dolaylı önerilerle yetinmiş. Örneğin yöre halkının kendini temsilinin önünü açmak için “seçim barajının (yüzde 10’dan) aşağı çekilmesini” talep etmiş.
Buna Erdoğan’ın olumsuz baktığı bildiriliyor. Anımsayacağınız gibi Baykal da “yüzde 10”dan yana idi. Demek ki Baykal’ın ayrılmasından sonra CHP’nin bu konuyla ilgili politikasında da değişiklik var.
Kılıçdaroğlu’nun “Güneydoğu’da devletin, özel sektörü beklemeden, üstelik üretken alanlarda yatırım yapmasını”; “Et-Balık Kurumu’nun özellikle o yörede güçlendirilmesini” önerdiği, “Mayından temizlenmiş arazinin, topraksız çiftçiye dağıtılmasını” istediği bildiriliyor.
Bunlar elbet gerekli ama ancak uzun vadede sonuç verebilecek öneriler.
Bir de “kısa vadede” gerçekleşebilecek önerisi olmuş. “Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin kaldırılmasını” istemiş. “Çünkü bu mahkemelerin, adil yargılanma hakkının temel ilkelerinden biri olan ‘Tabii Hâkim’ ilkesine aykırı olduğunu” söylemiş.
Bunlar doğru tavsiyeler... Gelen bilgiler Kılıçdaroğlu’nun hayli “ürkek” bir ruh haliyle konuştuğunu gösterse de başlangıç için iyidir.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2010
HÜKÜMETİN “kırmızı çizgi”lerinden biri daha buharlaşacak galiba... Ama bu defaki “zoraki” mi olacak, “rızaya” mı dayanacak belli değil. Bize bunları Uğur Ergan’ın “Ermenistan’ın Lori Mar bölgesinde yapılacak NATO tatbikatında kullanılacak bazı malzemelerin, Türkiye üzerinden Ermenistan’a geçmesine onay verileceğini” bildiren haberi yazdırıyor. Zaten geçen gün Hürriyet’te çıkan Sefa Kaplan imzalı haberde de, “Dışişleri Bakanlığı’nın Kars Valiliği’ne bir yazı göndererek, ihtiyaç duyulursa Ermenistan’la aramızdaki kapının açılmasıyla ilgili hazırlıkların ne kadar zaman alacağını ve bu bağlamda yapılması gereken işlerin neler olduğunu sorduğu” bildirilmekteydi.
Anadolu’da “Lafın tamamını aptala söylerler” diye bir deyiş vardır. Dışişleri Bakanlığı’nın yazısı zaten birtakım şeylerin pişmekte olduğunu göstermeye yetiyordu.
Anlaşılan o aşama artık geride kalmış.
Kapıyı şimdi “NATO manevrası nedeniyle Ermenistan’a gönderilecek malzemelerin geçişine kolaylık sağlamak” için açarsınız. Sonra hazır kapıyı açmışken Van Akdamar’daki Surp Haç Kilisesi’nde 19 Eylül günü yapılacak ayine katılmak isteyenlerin de burayı kullanmasına izin verir, sonra da “Zaten bir kere açmış bulunduk, artık devam etsin” der, noktayı koyarsınız.
Hoş bu muhtemel gelişmeleri sadece bizim hükümetin tutumu ve kararıyla izah etmeye kalkmak doğru değil. Çünkü Azerbaycan Dışişleri Bakanı Elmar Memedyarov, yarın Kazakistan’ın başkenti Almati’de yapılacak olan Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gayri resmi toplantısı dolayısıyla “Karabağ çevresinde bulunan işgal altındaki topraklar konusunun ve özellikle Laçin ile Kelbecer rayonlarının (il’lerinin) işgal güçlerince boşaltılması meselesinin görüşüleceğini” saklamamıştı.
Ermenistan ile Azerbaycan arasında yapılan “dolaylı” müzakerelerde “7 Azerbaycan rayonundan 5’ini Ermeni güçlerinin kayıtsız şartsız boşaltarak Azerbaycan’a iade etmesinde uzlaşıldığı” da gazetelere yansıyan haberler arasındaydı.
Bunları geçenlerde Ermanistan’ı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın:
“Ermenistan üzerine düşenleri yaptı. Top artık Türkiye’de. Türkiye’nin söz verdiği adımları atmasını bekliyoruz” şeklindeki sözleriyle yan yana getirince, resim biraz daha netleşiyor.
Peki ama biz, 10 Ekim 2009 günü Zürih’te Türkiye ile Ermenistan’ın âlâ-yı vâlâ ile (gösterişli bir şekilde) imzaladıkları “Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol” iki ülke parlamentoları tarafından onaylanmadıkça sınır kapımızı açmayacağımızı ilan etmemiş miydik?
Protokolün parlamentodan geçmesi için de, Azerbaycan tarafından Karabağ sorunuyla ilgili olarak ileri sürülen koşulları Ermenistan’ın yerine getirmesi gerektiğini söylememiş miydik?
Hatta Başbakan Tayyip Erdoğan bu taahhüdümüzü, Azerbaycan’a gidip Bakü’de, Parlamento kürsüsünden ilan etmemiş miydi?
Bakalım, “Alan razı, veren razı” denecek bir durum mu var, yoksa gereksiz yere buharlaşan bir kırmızı çizgi mi?
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2010
Kamuoyunun beklediği sonucu almaya yeter mi, yetmez mi hep birlikte göreceğiz. Ama “açılım” politikasını yüzüne gözüne bulaştıran hükümetin, PKK terörüne karşı başlattığı son girişimin, şimdiye kadarkilerden farklı ve isabetli olduğunu söyleyebiliriz. Bununla sadece Başbakan Erdoğan’ın parti liderleriyle başlattığı görüşmelerden söz etmiyoruz. Elbet o önemli ve gerekli ama, birkaç gün önce Radikal Gazetesi’nde yayınlanan Murat Yetkin imzalı yorumda da değinildiği gibi uzun süredir ilk defa, çok boyutlu bir yaklaşım ve çok ortaklı bir atılımın arifesindeymişiz gibi bir hava var.
Dikkat ederseniz terörle mücadele konusunda şimdiye kadar “Hükümet biziz, sorunları biz çözeriz” tavrıyla konuşan Başbakan Erdoğan’ın yerinde şimdi “Terörle mücadele bir milli mutabakatla çözülebilecek bir meseledir” anlayışına -nihayet- gelmiş bir Başbakan Erdoğan var.
Üstelik “Ben çağırırım, kim gelirse onunla konuşurum” üslubunu da terk etti: “Böyle milli bir meselede kapılarını bizlere açtıkları için gerek CHP’ye gerek DSP’ye gerek Saadet Partisi’ne ve BBP’ye şimdiden şükranlarımızı sunuyorum.
Ben bu görüşmelerin terörle mücadelede ortak bir tavır belirlenmesinde etkili olacağını söylemek isterim. Bizim söylediklerimiz kadar onların söylediklerini de dinleyeceğiz. Bize ne katkıda bulunacaklar, bizim için önemli olan o. Madem icra biziz, tavsiyeleri olacaktır, bunları alalım ve uygulamaya koyalım” diyecek kadar da yumuşak ve hoşgörü dolu bir üslup kullandı.
Keşke bu üslup ve anlayış “süreklilik” kazansa...
Bu yaklaşım “teröre” karşı mücadelenin temel unsurları üzerinde ulusal bir mutabakat oluşturabilirse, en önemli eşiği atlarız.
Ama o yetmez...
Nitekim Türkiye’nin boş durmadığı, bazı gelişmelerden anlaşılıyor. Örneğin savaş uçaklarımızın ve helikopterlerimizin Irak topraklarındaki PKK hedeflerini vurmak gerektiğinde, ABD yetkililerinden izin almak zorunda olmayacağı resmen açıklandı.
Tabii bir de Mesut Barzani faktörü var.
Türkiye’yi yıllardır oyalayan Mesut Barzani’nin PKK’yı istemediği doğrudur. Türkiye PKK’yı ezip bitirse bundan memnun da olur. Ama Barzani’nin PKK’ya karşı yürütülen mücadeleye fiilen destek vermesini beklemek bizce abestir.
Nitekim Barzani “Şu 248 kişinin bize teslimini istiyoruz” diyerek kendisine verilen dosya üzerine “Bu isimli kişiler burada yok” diye resmen açıklama yaptırdı. Oysa onların belki de tamamının Kandil’de olduğunu cümle âlem gibi Barzani de biliyor.
Bu bilgileri Milli Güvenlik Kurulu’nun son toplantısı ardından özellikle Güneydoğu bölgemizde askeri birliklerin yoğun bir hareketlilik gösterdiği yolundaki haberlerle birleştirince, önümüzdeki günlerde PKK’yı doğduğuna pişman edecek bir döneme gireceğimizi söyleyebiliriz.
Bekleyelim bakalım, aldanıyor muyuz, birlikte görürüz.
Yazının Devamını Oku