Oktay Ekşi

Kurtulmuş zor kurtulur

13 Temmuz 2010
SAADET Partisi’nin şimdiki Genel Başkanı olan Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un işi, şu anda tüm öteki parti liderlerinkinden zor. Nedenini eğer olanağınız varsa 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sorun. Ama yorulmayın. Biz şimdilik kısaca Demirel’in, Erbakan’dan kurtulmak için bir tarihte polis çağırmak zorunda kaldığını anımsatalım.

Ama ondan önce Kurtulmuş’un sıkıntısını özetleyelim:
Son iki yıla yakın süredir Saadet Partisi’nin (SP) Genel Başkanı olan Kurtulmuş’un akla, mantığa ve özellikle de siyasi ahlak kurallarına uygun muhalefet anlayışını Necmettin Erbakan’ın “pasif” bularak beğenmediği söyleniyordu. Hatta bir defasında Erbakan’ın, “Bizimkilerin muhalefet anlayışı, Zeki Müren’in askerdeyken ‘Kahrol düşman!’ demesine benziyor” dediği basına yansımıştı.
Ama doğrusu kimse, önceki gün yapılan Olağanüstü Kongre’de, Erbakan ve yakınlarının (oğlu, kızı, damadı dahil) yönetimden tasfiye edileceklerini beklemiyordu.
Numan Kurtulmuş, partinin Genel İdare Kurulu seçimine Erbakan ve arkadaşlarının hazırladığı liste ile gitmeyi reddedip o listedeki 41 arkadaşını alarak çıkardığı yeni bir aday listesiyle gidince, dananın kuyruğu koptu.
Neticede Erbakan’ın “Kadim Yunan”dan beri yanında bulunan Fehim Adak, Şevket Kazan, Oğuzhan Asiltürk, Temel Karamollaoğlu, Ahmet Tekdal gibi isimlerle Erbakan’ın aile bireyleri Genel İdare Kurulu’ndan tasfiye edildiler. Ama Numan Kurtulmuş da tek aday olarak girdiği Genel Başkanlık yarışından çok zayıf çıktı. Çünkü 1250 delegeli Kongre’den sadece 310 oyla seçildi.
Bizim bildiğimiz Erbakan bunu Kurtulmuş’un yanına bırakmaz. Nitekim dün gelen haberler, daha ilk günden Erbakan’ın, “Olağanüstü Kongre toplayarak Kurtulmuş’u düşürme” faaliyetine başladığını bildiriyor.
Zaten biz de o yüzden Demirel’in taa 1969 yılında yaşadığı olaya göndermede bulunduk... O tarihte Türkiye Odalar Birliği (TOBB) Genel Sekreteri olan Erbakan, yasaya aykırı şekilde aday olup TOBB Başkanlığı’na seçilince Başbakan Demirel, bir Genel Sekreterin aynı zamanda Başkanlığa seçilmesinin yasalara aykırı olduğunu ileri sürmüştü. Bunun üzerine Erbakan kendisini makam odasına kilitleyip, “Bırakmam” deyince polis, mahkeme kararıyla ve zor kullanarak oradan çıkarmıştı.

Yazının Devamını Oku

Nasıl bir Türkiye

11 Temmuz 2010
İÇİŞLERİ Bakanı Beşir Atalay, halkoyuna sunulacak olan Anayasa paketi kabul edilir de yürürlüğe girerse “farklı bir Türkiye’de yaşayacağımızı” söylüyordu, değil mi? Sadece onun değil, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun değerlendirmeleri de öyle. İyi de... Nasıl bir Türkiye’de yaşayacağız?
Önce lafı dolandırmadan söyleyelim:
Halkoyuna sunulacak metnin elbet “iyi” yani “demokratikleştirici” hükümleri var. Örneğin “çocuklar, yaşlılarla, özürlüleri, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul gazileri” koruyan, ayrıca bireylerin “kişilik haklarını” ve “yurtdışına çıkma özgürlüğünü” güvence altına alan; çocukları “her türlü istismara ve şiddete karşı koruma” görevini devlete veren; “memurların ve diğer kamu görevlilerinin, toplu sözleşme yapma hakkını” tanıyan; “kamu denetçiliği” (ombudsman) kurumunu getiren, memurlar ve diğer kamu görevlilerine verilen “disiplin” cezalarına karşı “yargıya” başvurma hakkını tanıyan hükümler böyledir.
Zaten bu maddelere kimsenin karşı çıktığı yok.
Bugünkü siyasi iktidarla onun yandaşlarının anlamak istemediği de zaten bu!
Sanki “hayır” diyenler bu hükümleri ve onların sağlayacağı “demokratikleştirici” hükümleri istemiyormuş gibi gösteriyorlar.
Oysa o olumlu maddelerin yanında bu iktidarın “yargıyı” kendi dümen suyuna çekebilmek amacıyla getirdiği hükümler var.
Örneğin “yargı bağımsızlığının” önündeki en büyük engel yani “Adalet Bakanı ile Müsteşarının Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda (HSYK) üye olması” aynen devam ediyor. Üstelik Bakan’ın bu kurula müdahale olanağı daha da genişletiliyor. Söz gelimi HSYK’nın en kritik makamı olan Genel Sekreteri’ni tayin yetkisini bu kurula bırakmıyor. Her şeye burnunu kolayca sokabilsin diye Adalet Bakanı’na veriyor. İşin tuhafı daha önce bunun sakıncalarına dikkat çekmiş olan Avrupa Birliği’nin sözcüleri şimdi aynı şeyi alkışlıyor.
Getirilen hükümler Anayasa Mahkemesi’ne TBMM tarafından 3 üye seçilmesine olanak veriyor. Böylece yargı ile siyaset arasında organik bir bağ oluşturuluyor. Yargıya bundan daha çok zarar verecek hiçbir şey düşünülemeyeceği halde yeni değişiklik o yanlışı, bile bile devreye sokuyor.
“Adalet müfettişlerinin yargıç ve savcılar hakkında soruşturma yapmasını” siyasi bir kişi olan Adalet Bakanı’nın “olur”una bağlıyor.
Dahası... Hakim ve Savcıların denetlenmesini sanki Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bırakıyormuş gibi yaparken ayrıca bir de Bakanlığa aynı yetkiyi tanıyor. Yani denetleme baskısını “ikiyle” çarpıyor.
Siyasi iktidarın, Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üye sayısını artırma bahanesiyle bu kurullara yandaş üye yerleştirme planından söz etmeye bile gerek yok.
İşte böyle, “adalet”i siyasi iktidarın -hem de böyle hukuk düşmanı bir siyasi iktidarın- keyfine bırakmış bir Türkiye eğer iyi bir Türkiye olacaksa, buyurun siz de sevinin.
Yazının Devamını Oku

Esasa girmeden önce

10 Temmuz 2010
SÖZE isterseniz, siyasi iktidar mensuplarını -özellikle Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’i- çok kızdıran yerden başlayalım: Anayasa Mahkemesi, son Anayasa değişikliği paketini karara bağlarken “Yasal yetkisi olmadığı halde, içerik incelemesi yaparak, yetki gaspında bulundu” diyorlar.

Kâğıt üzerinde yerden göğe kadar haklı görünüyorlar.
Ama sadece kâğıt üstünde...
Çünkü Yüksek Mahkeme de eğer, “Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini ancak şekil yönünden inceler” anlamındaki hükme bugünkü iktidar sahiplerinin kafasıyla baksaydı, o zaman -aynen 10 ve 42’nci maddelerle oynayarak Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerini geçersiz kılmaya kalkışılması gibi- Anayasa’nın temelini dinamitlemek isteyenleri engellemek imkânsız olacaktı.
Anayasa Mahkemesi evet, görünürde yasal hükümleri çiğnediği izlenimini veren bir çığır açtı. Ama bununla Anayasamızın kendisine verdiği temel görevi yaptı yani “Atatürk milliyetçiliğine bağlı (...) demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti”ni kurda kuşa yem etmeyeceğini gösterdi.
Bu Anayasa Mahkemesi’nin, yasada açıkça yazılı olmadığı halde kendisine yapılan başvurular karşısında gereğinde “yürütmeyi durdurma” kararı alması veya Anayasa’ya göre “İptal kararları, gerekçesi yazılmadan açıklanmaz” diyen 153’üncü maddesinin hükmüne rağmen kararların üstelik bizzat Başkan tarafından açıklanması gibidir. Kısaca “zaruretin” doğurduğu bir sonuçtur.
Sadece bu nedenle ve bu gerekçeyle sınırlı olmak kaydıyla Anayasa Mahkemesi’nin -iktidar sözcülerinin ifadesiyle- “içerik incelemesi” yapması, ülkemizdeki “hukuk devleti” kavramını güçlendiren bir tutumdur.
Bugün, değişikliğin karşımıza neler getirdiğini yazalım diyorduk. Özellikle İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın dün “Bu paket yasalaştıktan, Anayasa’ya girdikten sonra farklı bir Türkiye olacak” şeklindeki beyanından sonra buna ihtiyaç var.
Ama sıra galiba ona gelmeyecek, çünkü kendi gözlemlerimizin ürünü bir düşünceyi sizinle paylaşmak istiyoruz:
Siyasi iktidar sahipleri sanki sonsuza kadar o makamlarda kalacaklarmış gibi düşünür, o sırada işlerine gelen hükümleri getirirler. Oysa şimdi koydukları kural, iktidardan düştükleri zaman başkalarından önce kendilerini mağdur eder. İsterseniz bekleyin, bugünkü iktidarın, yargıyı kendisine bağımlı hale getirmek için yaptığı bu son Anayasa değişikliği bir gün onu destekleyenlerin canını yakınca, bu satırları hatırlarsınız.
Yer kalmadı. O nedenle bir başka noktaya kısaca değinelim, sonra Sayın Atalay’ın “farklı Türkiye”sine sıra gelir.
Anımsarsınız... Anayasamızın Cumhurbaşkanına verdiği yetkilerin fazlalığından yakınanların başında bugünkü iktidar geliyordu değil mi?
Oysa referanduma götürülecek olan bu Anayasa değişikliğinin en belirgin özelliği, Cumhurbaşkanının yetkilerini artırmak...
Söylemle eylem çelişkisi bir yana...
Acaba bunların arkasında Cumhurbaşkanı olunca bugünkünden daha fazla yetki kullanmayı hesaplayan birileri mi var?
Yazının Devamını Oku

Şimdi utanma zamanı

9 Temmuz 2010
ANAYASA Mahkemesi’ne kızgınlığını frenleyemeyip “Anamuhalefet Mahkemesi” diyen Başbakan Erdoğan, son Anayasa değişikliğindeki ayrıntı türünden 48 kelimenin iptal edilmesi üzerine acaba mahcup oldu mu?

Hele bu mahkemenin tek tek bazı üyelerini hedef tahtasına koyup, acımasızca -hatta ahlaksızca- hırpalayanlar?

Acaba utanmış olabilirler mi?

Anayasa Mahkemesi, bildiğiniz gibi 5982 sayılı yasayla gerçekleştirilen Anayasa değişikliği konusunu karara bağlayarak, sadece Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSYK) üyeliğiyle ilgili iki ibareyi “Anayasa’ya aykırı” buldu. Kısaca, aday belirlemede oy kullanacak olanların örneğin üç sandalye için oy pusulasına 3 değil sadece 1 adet isim yazmasını emreden sözcükleri iptal etti.

Bir de Cumhurbaşkanı’nın, tutup HSYK’ya “iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleriyle üst kademe yöneticileri” arasından atama yapmasının önünü tıkadı. Böylece örneğin Çevre Bakanlığı’nda görev yapan bir mühendisin HSYK üyesi olması önlendi.

Yazının Devamını Oku

İstenirse sorun yok

8 Temmuz 2010
CHP’nin, milletvekili seçiminde uygulanan yüzde 10’luk seçim barajını -esnek bir kuralla- yüzde 7’ye indirmeyi öngören bir öneriyi yakında TBMM Başkanlığı’na sunacağı bildiriliyor. Başlangıç olarak “iyi haber” diyebiliriz. Çünkü bizim siyasetçiler -özellikle iktidarda olanlar- “milletvekili genel seçimi” ufukta görünmedikçe “seçim mevzuatı”nı düşünmezler.

Seçimlerle ilgili aksaklıklardan bir kısmının devamı iktidarın işine gelir de ondan... O yüzden, “Hele seçim yaklaşsın, hangi kural nasıl değişmeli, o zaman bakarız” derler.

Yaygın kanaate göre milletvekili genel seçiminin en geç Temmuz 2011’de yapılması beklendiği için (biz şahsen Mayıs 2011’i tahmin ediyoruz) daha fazla gecikmeden bu konunun ele alınması doğru olur.  

Aslında “Zaten geciktik” demek gerekir. Çünkü bildiğiniz gibi Anayasa’nın 67’nci maddesinin son fıkrası “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” diyor.

Ama yukarıda sözünü ettiğimiz yüzde 7’lik baraj haberini veren arkadaşımız Okan Konuralp, öneriyi hazırlayanların “Bu düzenlemenin ilk seçimlerde uygulanabilmesi için Anayasa’ya geçici bir madde konulsun isteyeceğiz” dediklerini bildirdiğine göre, -yeter desteği bulabilirlerse- sözünü ettiğimiz “gecikme” engeli aşılabilir.

Yazının Devamını Oku

Susanları özledik

1 Temmuz 2010
SİYASET yasağı yüzünden konuşamadığı günlerde Sayın Süleyman Demirel’in “Konuşan bir Türkiye özlüyorum” dediğini anımsarsınız. Bugünkü Türkiye’nin “konuşan” kadrolarını görünce Sayın Demirel’in dediklerine pişman olup olmadığını merak eder hale geldik. Evvelce Başbakanların ağzına “Bir şey söylesin” diye bakılırdı. Şimdi “sussun” diye bakılıyor.
Valisi öyle, Belediye Başkanı öyle...
Ağızlarından çıkanın nereye gittiğini, ne anlama geldiğini zerre kadar düşünen yok.
Kırklareli Valisi Cengiz Aydoğdu’nun marifetine değinme imkânımız olmamıştı. Yer kalırsa ona geliriz.
Şimdi de sahneye Rize’nin Adalet ve Kalkınma Partili Belediye
Başkanı Halil Bakırcı çıktı. Onun marifeti üstelik “tek” de değil. Örneğin bir festival nedeniyle Rize’ye gelen Bulgaristan ekibinin kendisine hediye etmek istediği bir şişe şarabı kabul etmeyip yanındaki birine vermiş. Ama o, bugünün Türkiye’sinde artık hoş görülebilecek türden bir kabalık sayılıyor.
Asıl önemlisi, yüksek mütalaalarını dile getirirken, “Güneydoğu” kökenli sorunlarımızın çözülmesi için önerdikleri... Bakın kendisinden dinleyin:
“Hısımlık, hasımlığı ortadan kaldırır. Zaman zaman ikinci eşler de olmuştur. Bu bizim kültürümüzde vardır. Kanunlarımız buna müsait değildir ama maalesef Türkiye’de oluyor. İnsan belli bir yaşa gelmiştir, çocuğu olmuyor veya eşi rahatsızdır. (...) Bu gerçeği kabullenelim. İnsanlar, evlilik ihtiyaçlarını metres veya benzer şekilde tamamlıyor. Bu bölgelerden evlilik ve hısımlıkları artırarak, devletin de teşvikiyle önümüzdeki 30 yıl gibi bir sürede yaşanan sorunların aza ineceğine ve çözüleceğine inanıyorum. Yoksa askeri yöntemle kavga ve dövüşle çok ciddi bir şekilde çözüleceğine ben inanmıyorum.”
Görüyorsunuz... Önce bu ülkedeki “Medeni hukuk düzenini yok sayalım” diyor. Sonra “Kürt” kökenli kadınları, kızları “ikinci eş” veya “metres” sıfatıyla alalım. Bu yoldan giderek “hasım”lığı “hısım”lığa dönüştürür, terör sorununu çözeriz, buyuruyor.
“İkinci eş” konusundaki bakışını bilmediğimiz Başbakan Erdoğan, bakalım, “devlet desteğiyle metres tutma” önerisinde bulunan Rize Belediye Başkanı’nı kapı önüne koyacak mı?
Öyle ya... Deniz Baykal’ın adı karışan görüntüler üzerine “Öyle bir durumda ilgiliyi bir gün bile partide tutmayacağını” söyleyen kendisiydi.
Yoksa “Buna cevap vermeyi bize bırakmasınlar” diyen Barış ve Demokrasi Partisi Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın insafına mı terk edecek.
Yerli yersiz “konuşma” yüzünden bunları yaşıyoruz, değil mi?
“1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti’nin en büyük kabahatinin CHP’yi kapatmamak ve İsmet İnönü’yü siyasetin dışına çıkarmamak” olduğunu söyleyen, sonra “Benim sözlerim siyasi değildi, sadece tarihi bir tespitti” diyerek zırvayı tevile çalışan Kırklareli Valisi Cengiz Aydoğdu’nun yaptığı Başkan Bakırcı’nınkinden daha mı masum?
Bunları atayanlar ve seçenler kavun alırken de bu kadar sorumsuzlar mı?
Yazının Devamını Oku

Önce usul yanlış

30 Haziran 2010
İLGİNÇ bir durum...

Türkiye’deki terörün ancak tüm ilgililerin- Meclis’te temsil edilen partilerin -, etkin siviltoplum kuruluşlarının,bilim çevrelerinin desteğini alan, “ulusal” denebilecek bir “uzlaşma”yla çözüme kavuşturulabileceğine herkes inanıyor. Herkes bunu söylüyor.


Ama “Gel yapalım” deyince, aynı çevreler birbirinin gözünü oyuyor.

Acaba herkes “samimiyetsiz” de ondan mı?

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “muhalefet partilerine en kısa zamanda Başbakan sıfatıyla davette bulunacağını” ifade ettikten sonra sözüne “Bakalım kimler gelecek?” diye devam etmesi, çağırmayı aklına koyduğu liderler hakkındaki kuşkusunu ortaya koymaya yetiyor.

Yazının Devamını Oku

İsrail’e meheldir

29 Haziran 2010
EEEE... Siz açık denizde seyreden bir sivil gemiye askeri helikopterlerle tutar gece yarısı en seçkin dediğiniz birliği indirir, karşınıza çıkan sivillerden 9’unu oracıkta öldürüp 20’ye yakın insanı da yaralarsanız, bunu yaptığınız ülkenin semalarından hiçbir şey olmamış gibi geçip gidemezsiniz. Geçen gün 100 kadar sivili Polonya’daki Auschwitz kampına götüren İsrail askeri uçağına Türkiye semalarından geçiş izni vermeyen Türk hükümeti, yerden göğe haklıdır.
Nitekim Kanada’da düzenlediği basın toplantısında gazetecilere Başbakan Tayyip Erdoğan da, “Evet, Mavi Marmara gemisine (İsrail tarafından) düzenlenen saldırıdan sonra bu kararı aldık” diyerek doğruladı.
Gerçi şimdi “Askeri amaçlı uçakların geçişi için İsrail’in yapacağı başvurularda ayrıntılı bilgi istenecek. Değerlendirme sonucu geçiş izni verilip verilmediği İsrail’e bildirilecek” deniyor, yani biraz daha yumuşak bir tavır sergileniyor ama...
Gerçek şu ki, daha bir-bir buçuk sene öncesine kadar “askeri alanda en yakın işbirliği” içinde olduğumuz İsrail artık yok.
Hele “stratejik işbirliği” türü laflar tümden anlamını yitirdi.
Tekrar aynı noktaya gelir miyiz? Ne zaman gelebiliriz, Allah bilir. Ama o noktaya tekrar gelebilmemiz için Başbakan Erdoğan’ın dediği gibi İsrail’in:
1) Türkiye’den özür dilemesi;
2) Mavi Marmara baskını nedeniyle sebep olduğu maddi manevi zararı tazmin etmesi;
3) Uluslararası soruşturmayı kabul etmesi ve
4) Gazze’ye uyguladığı ablukayı kaldırması şart görünmektedir.
Tabii Erdoğan’ın koyduğu koşulları yerine getirmek demek Mavi Marmara baskınının sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir. O da Başbakan Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Ehud Barak’ın “suç işleyip işlemedikleri” sorusunu doğurur.
Hoş şu anda bizzat Netanyahu’nun atadığı -gerçekten sözde- bir “Uluslararası Komisyon” konuyu incelemekle görevlidir. “Gerçekten sözde” dememizin nedeni, burada görev alan bir Kanadalı ile bir İrlandalıya oy hakkı tanınmamış olmasıdır.
Aslında İsrail, bu tür olayların üstünü örtme hatta kabahati karşı tarafa yükleme konusunda çok beceriklidir. Hatta Eylül 1982’de Filistinli mültecilerin yaşadığı Sabra ve Şatila isimli kamplara, Lübnanlı Falanjistlerin saldırmasına sadece göz yummakla değil, saldırıyı düzenlemekle de suçlanan o tarihin İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron hakkında da o tarihte bir “inceleme” yapıldı. Komisyon Şaron’un “şahsen sorumlu olduğu” sonucuna vardı. Ama Şaron’a bu yüzden yaptırım uygulanmadığı bir yana, İsrail halkı daha sonra onu Başbakan yaptı.
Önemli bir ayrıntı daha:
Sabra ve Şatila’da en az 900 sivilin katli olayını Şaron’un düzenlediğini iddia eden Lübnanlı tanık Elie Hobeika, bu konuda Belçika’da görülen bir davada tanıklık yapmasından bir gün önce, bombalı bir suikast sonucu öldürüldü. Tabii İsrail, bunda da hiç rolü olmadığını iddia etti.
Görüyorsunuz değil mi İsrail’i yönetenler hukuka çok saygılıdırlar(!).

Yazının Devamını Oku