10 Ağustos 2010
TAM da Türkiye’de “yüksek askeri komuta heyeti” arasındaki tayinlerin en kritik olanlarının tartışıldığı son cumartesi akşamı KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu’ndan “Kıbrıs sorunundaki son durum”u dinliyorduk. Sadece o değil, Rumlarla görüşmeleri “teknik” düzeyde yürüten Kudret Özersay da anlattı. Ama aklımız Türkiye’deki krizdeydi.
O nedenle bu konuları ilk fırsatta ele almak üzere erteliyoruz.
Hoş, dünkü gazetelerimize göre “kriz” çözülmüş.
Çünkü Genelkurmay Başkanlığı’na Org. Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na da, Org. Erdal Ceylanoğlu tayin edilmiş.
Kara Kuvvetleri Komutanı olması beklenen Orgeneral Hasan Iğsız neden bu göreve getirilmemiş derseniz, bunun yanıtını Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek dün verdi:
Diyor ki:
“Eğer her şeyin hesabını ben veriyorsam, son sözü de benim söylemem demokrasinin özünde vardır(...)”
Sayın Çiçek’in sözleri, doğru ama eksik:
Hesabı sen vereceksen, yetkiyi elbet sen kullanacaksın. Ama son sözü sen değil, millet söyleyecek.
O nedenle, tamam “tayinler” yapıldı. Ama tayinlerin yapılması “krizin” bittiğini ifade etmedi.
Yanlış anlaşılmasın, “hükümetle Silahlı Kuvvetler arasındaki gerginlik”ten söz etmiyoruz. Onun gerçekten bitip bitmediğini yeni Genelkurmay Başkanı Koşaner döneminde görürüz.
Ama asıl başka bir kriz var ki biz onun ne zaman biteceğini merak ediyoruz.
Bakın Genelkurmay Başkanlığı’nın web sitesinde dün, yukarıda sözünü ettiğimiz tayin ve terfilerle ilgili kısa fakat açık bilgi vardı.
Elbet olması da lazımdı.
Ama kaç gündür kamuoyunun Genelkurmay’dan beklediği asıl bilgilere ilişkin hâlâ tek satır yoktu.
Batman’ın Beşiri İlçesi’nde “5 teröristin etkisiz hale getirildiğini” bildiren haber notunu “yeterli” sayarsanız mesele yok ama gerçek şu ki Genelkurmay Başkanlığı, 23 Temmuz’dan beri kamuoyuna sadece, “TSK ve TRT’nin işbirliği ile hazırlanan ‘SAVAŞTA BARIŞTA TÜRK ORDUSU’ isimli televizyon programı” hakkında bilgi veriyor.
Merak ediyorsanız “Bu hafta, ‘Sahil Güvenlik Komutanlığı’ konulu bölüm” yayınlanacakmış.
Peki “Heronlar PKK’ya çok zayiat verdiriyor. Bunları etkisiz hale getirelim” dediği ileri sürülen Üsteğmen ve muhatabı Albay hakkında bu konuşmanın ihbar edildiği 2007’den beri ne işlem yapıldı, bilmiyoruz.
Dağlıca, Aktütün, Gediktepe baskınlarıda “ihmali” olan var mı, öğrenebilmiş değiliz.
PKK’nın 19 Temmuz günü Çukurca Hantepe mevziine yaptığı baskında 7 askerimizin şehit edilmesinin ardında bir kusur var mı bilmiyoruz.
Kısaca kamuoyu ile Genelkurmay arasındaki krizi aşabilmiş değiliz.
Koşaner Paşa dağdaki teröristten önce bu “bilgilendirmeme” krizini gidermeli.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2010
HİÇ lafı dolandırıp durmayalım: Anlaşılan o ki, Başbakan Tayyip Erdoğan artık işin “keyfini” çıkarma sürecine girdi. Bize kalırsa bir ileri aşama daha var. Onu pek kimse fark edemedi diye düşünürken önceki akşam bir televizyon programına çıkan Cengiz Çandar’ın gözünden kaçmadığını anladık: Yapar mı yapmaz mı bilmiyoruz. Ama Tayyip Erdoğan’ı eğer biz tanıyorsak bu fırsatı değerlendirir ve “Yasalar Genelkurmay Başkanı’nın Kuvvet Komutanlığı yapmış bir general” olmasını yeterli bir şart olarak gördüğünü söyler. Sonra da şimdiye kadar sadece Kara Kuvvetleri Komutanına aitmiş gibi görünen bu makama Hava veya Deniz Kuvvetleri Komutanını getirmek isteyebilir.
Bunun için mevcut Genelkurmay Başkanının öneride bulunmasına gerek var mı? Vardı da, 6 Ağustos akşam geç saatlerde şimdiki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u ikna edemedi mi bilmiyoruz.
Ama eğer aralarında bu tür bir konuşma geçtiyse, eminiz ki Erdoğan, aynen Eskişehir yolunda gazetecilere söylediği gibi “yasalara uygun” davrandığını ileri sürmüş, öteki de böyle bir gelişmenin -yani Genelkurmay Başkanlığına Kara Kuvvetleri dışında bir Kuvvet komutanını getirmenin- Silahlı Kuvvetlerimizin yerleşik geleneğine aykırı olduğunu, o nedenle ordu içinde yeni bir huzursuzluk doğmasına meydan verilmemesini savunmuştur.
Tabii bunlar spekülatif sözler. Ama yaşanmış olanla uyumlu ise önerinin “yasal yönden” doğru olmasından daha önemlisi Silahlı Kuvvetlerimiz arasında bir “rekabet” yahut “bölünme” sürecini başlatabileceğidir.
Tabii “bölünme” deyince “Ya zaten istenen de o ise?” sorusuna yanıt bulmanız gerekir.
Görüldüğü gibi sanki birileri hepimizle yahut hepimizin idraki ile oynuyormuş gibi bir süreci yaşıyoruz.
Aksi halde haklarında Balyoz davası suçlusu oldukları iddiasıyla “yakalama” kararı çıkarılan 28’i general rütbesi taşımış 101 subayla ilgili -rakam 102 idi ama bir subay görevine fazla düşkün bir polis ekibi tarafından görülüp mahkemeye çıkarılınca tutuklandı. O yüzden sayı 101’e indi- bu kararın kaldırılmasının yetkili mahkemeler tarafından 2 defa oybirliğiyle reddedilmesine -ve hepsinin tutuklanmasına ramak kalmasına- rağmen tamamının yine aynı mahkemeler tarafından serbest bırakılmasını nasıl izah edeceğiz?
Mahkemelerimiz bağımsızdır diyerek mi?
Öyle ya... Ortada “yakalama” kararının kaldırılmasını gerektirecek ne bir yeni kanıt çıktı ne de yeni bir başvuru yapıldı.
Tuhafı... Şimdi -bu karar ışığında bakınca- yanlışlıkla tutuklanmış bir subay var. Onun durumu ne olacak?
Görüldüğü gibi işi artık hepimizi “sarakaya alan” (bu deyim yerine oturmadıysa Tophane Türkçesi konusundaki zaafımıza verin) bir yönetim elindeyiz.
Dileriz sıranın tersine döndüğünü hep birlikte görürüz.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2010
SİLAHLI Kuvvetlerimiz bu ağustosa her senekinden farklı girdi. Farklı çıkar mı bilmiyoruz. Ama ortada nerdeyse tüm yüksek komuta kademesini paralize edecek kadar karışık bir durum var. Çünkü ilk defa hükümet -daha doğrusu Başbakan- tayin ve terfilere bu kadar yoğun şekilde müdahale ediyor. Tamam, “Kim Genelkurmay Başkanı olacak, kim Kara Kuvvetleri Komutanı tayin edilecek?” soruları -en azından ilgililer için- önemli.
Ama ötede “önemli” başka şeyler de var.
Örneğin kaç gündür çeşitli gazetelerde haberler yayınlanıyor. Sadece “haber” değil, PKK’nın 19 Temmuz 2010 günü Çukurca Hantepe mevziine yaptığı baskında 7 askerimizin şehit edilmesinin inanılmaz bir ihmal yüzünden meydana geldiği iddiaları, “kanıt” denilen görüntülerle birlikte kamuoyuna sunuluyor.
İddiaya göre askerlerimizin bulunduğu mevzie baskın yapmak üzere bir PKK birliğinin yaklaştığı, insansız hava aracı denen Heron’lar tarafından merkeze iletilen görüntülerde görülmüş. Batman’daki “Heron İzleme Merkezi” bu bilgiyi yetkili komutanlara iletmiş. Oradan “Her şey kontrolümüz altında” yanıtı alınmış. Ama sonuç olarak hiçbir şey yapılmamış. Yani askerler orada düpedüz sahipsiz, desteksiz bırakılmış.
Bu, 19 Temmuz’un -ister doğru, ister yalan olsun- kamuoyuna yansıyan hikâyesi.
Daha önce de 20 Haziran 2010 Star Gazetesi’nde Önder Aytaç isimli Doçentin bir iddiası yer aldı:
Dediğine göre 150-200 kişilik bir PKK gücünün (anlaşılan haziran başlarında) sınırlarımızdan içeri sızdığı yine Heron’lar tarafından tespit edilmiş. Batman’daki merkezde görev yapan Albay, komutanlarına “Bunları şimdi vurmayacağız da ne zaman vuracağız?” diyerek başvurmuş. Ama sonuç alamamış.
Görüyorsunuz ne kadar ağır suçlamalar bunlar.
Ama Genelkurmay Başkanlığı’ndan bu suçlamalarla ilgili tek bir satırlık açıklama günlerce gelmedi.
Sadece Çukurca-Hantepe olayı değil, bugüne kadar Dağlıca, Aktütün, Gediktepe baskınları ile ilgili ortaya atılmış iddialar da yanıtsız kaldı.
Tamam Reşadiye’de 7 askerimizin PKK tarafından pusuya düşürülerek şehit edilmesi üzerine Silahlı Kuvvetlerimizi ima eden suçlamalara açık -ve doyurucu- şekilde yanıt verildi.
Ama yukarıdakiler için Genelkurmay onu yapmadı.
Silahlı Kuvvetlerimizin en üst ve en önemli komuta merkezi bu suçlamaları yok sayma hakkına veya yetkisine sahip mi?
Hani Genelkurmay Başkanlığı kamuoyuna karşı açık ve dürüst bir “bilgilendirme” politikası izleyecekti?
Belli ki bir yerlerde bir şeyler bozuk.
Neyin bozuk olduğunu bulmak bizim işimiz değil. Ama Silahlı Kuvvetlerimizin saygınlığını kökünden zedeleyecek kadar ağır suçlamalar karşısında hiç değilse, “Şu tarihte, şu şekilde inceleme başlatılmıştır. Sonuç kamuoyuna duyurulacaktır” gibisinden resmi bir duyuru dahi yayınlamayan Genelkurmay, kamuoyundan destek beklememelidir.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2010
ARTIK bir haftamızı Balyoz’a, ötekileri Poyrazköy’e; Arınç’a suikast tertibine; Islak imzaya; Kozmik odaya; Örnek anılarına; Ergenekon’un bilmem kaçıncı dalgasına ayırmaya alıştık. Bunlardan bazıları bir haftada bitmezse günlerimizi bir ay, iki ay o konuyla doldurabiliyoruz. Son haftaki oyuncağımızın adı da “YAŞ” idi.
Kamuoyu olarak Genelkurmay Başkanı kim olacak? Hasan Iğsız Paşa, Kara Kuvvetleri’ne gelecek mi? O oraya gelmezse, kimin önü açılacak? Üç sene sonra Genelkurmay’da kimi göreceğiz sorularıyla günlerdir doluyuz.
Önce bir gerçeği birlikte saptayalım:
Dünyanın hiçbir ülkesinde bir ordunun komutanlarının tayin ve terfiinin bizdeki gibi “en heyecan verici şey” muamelesi gördüğünü sanmıyoruz.
Ne oluyor?
Sanki Silahlı Kuvvetlerimizin bir numaralı komutanını ve onun yakın iş arkadaşlarını değil de ülkemizin başına geçecek imparatoru belirlemeye çalışıyormuş gibiyiz.
Bu gerçek iliklerimize o kadar işlemiş ki, kimin hangi göreve gelebileceği adeta “hanedan” kurallarına bağlanmış gibi.
Üstelik bunu gazeteler yazıyor; gazeteciler ekranlarda bangır bangır bağırıyor, kimse ortaya çıkıp da “Yahu bu dediklerinizde bir yanlışlık yok mu?” diye sormuyor.
Tamam... Elbet ordumuzun en ehil komutanlar elinde olmasını isteriz.
Ama “ehliyetin” birinci derecedeki ölçüsü “kıdem” mi yoksa “liyakat” mıdır?
Lafı yanlış anlamaya kalkacaklara fırsat vermeden hemen söyleyelim:
Biz “Komutanlarımız ehliyetsiz kişilerden seçiliyor” demiyoruz. Ama iki adaydan “kıdemli”sini, “liyakat sahibi”nden daha şanslı hale getiren anlayışın hem “yanlış” hem de “eski” olduğunu söylüyoruz.
Söylemekle kalmayıp bir an önce “liyakati” ön plana alan anlayışın devreye sokulması gerektiğini savunuyoruz.
Bu kolay mı?
Hayır! Hiç kolay değil.
Hele kuşaklar boyu uygulanagelen “kıdem” esasını, iliklerine kadar benimseyip içine sindirmiş bir orduda böyle bir değişikliği bugünden yarına gerçekleştirmeye kalkmanın sadece yanlış değil, riskli olacağını da söyleyelim.
Ama önce bu dediğimizin “doğru” olup olmadığını bizzat üst düzey komutanların tartışmasına ihtiyaç var. “Evet böyle bir reform gereklidir” derlerse gerisini planlayıp gereğini yapmalarıdır beklenecek olan.
Hoş... Bunları söylüyoruz ama, o üst
düzey komutanların özellikle son YAŞ olayında hiç de parlak bir sınav veremediklerini unutmamak gerekir.
Öyle ya... Yasalar YAŞ’ın tartıştığı konularda kimin ne kadar yetkili olduğunu belirlemiş. O yetkiler örneğin Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından nasıl kullanılırsa, yasalar içinde kalarak kimin ne gibi bir tepki gösterebileceğini -veya hiç tepki gösterilemeyeceğini- dahi önceden konuşmayan komutanlardan neyi ne kadar bekleyeceğiz ki!
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2010
SİZ eğer kendi kimliğinizle özdeşleşen değerlerinize sahip çıkmayı bilirseniz, kimse gelip onlar üzerine laf edemez. Etmeye kalkanın da zaten lafını ağzına tıkarsınız. Hani “Her şeyi tartışalım, ne var bunda” diyenler var ya... Onlara da gidip “Ailenizin sorununu komşunuzla tartışıyor musunuz?” diye sorun. Eğer “Evet, eşimle aramızdaki ihtilafı biz herkesle tartışırız. Nitekim mahalleli, demokratik bir anlayışla hangimizin haklı olduğunu söyler” diyebiliyorsa, bizim de Osman Baydemir’den Mesut Barzani’ye kadar herkese “Türkiye’de federatif bir yapı olmalı mı olmamalı mı?” sorusunu yöneltip yanıt istememiz doğru olur.
Hemen belirtelim:
Türkiye’nin “federal” bir yapıya dönüşmesi doğru olur mu olmaz mı sorusunu tartışmıyoruz.
Nitekim dünya yüzünde “federal” yapıyla -hatta İsviçre gibi, konfederasyon halinde- yönetilen birçok ülke var. ABD öyle, Almanya öyle, Malezya, Kanada, Hindistan, Rusya, Brezilya öyle... Adı farklı olsa da İngiltere de öyle...
“Federal” sisteme geçmekle geçmemek arasında bocalayan, daha doğrusu bu yüzden parçalanma riski taşıyan Belçika ve İspanya gibi örnekler de var.
Biz 72 milyonluk Türk halkı, ülkemizin bölünmeyeceğine, ulus olarak çok daha iyi ve etkin şekilde yönetileceğimize, daha hızlı kalkınacağımıza inanacağımız koşullara kavuşuruz. O zaman hem “Federal sisteme geçmeyi” tartışırız, hem de ulusça vereceğimiz karar ne ise onu uygularız.
Ama Türkiye’nin koşullarının bugün buna müsait olduğunu söyleyebilir miyiz?
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, yukarıda sözünü ettiğimiz tartışmayı acaba “Türkiye’nin bütünlüğünü korumak” adına mı açtı, yoksa “Türkiye’yi bölme sonucu doğuracak koşulların birinci basamağına ulaştık” düşüncesiyle mi?
Yeri gelmişken, Baydemir’in suret-i haktan (masummuş gibi) görünerek ortaya attığı “Özerk Kürdistan’da belediyemizin önünde Türk ve Kürt bayrağı yan yana dalgalansa fena mı olur?” sorusunu onun aklına “biz”lerin getirdiğimizi de belirtelim.
Nitekim Baydemir’den aldığı “gaz”la Bağımsız Demokrasi Partisi (BDP) Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın bir adım ileri gittiği ve Ağrı’da yaptığı konuşmada, Başbakan Tayyip Erdoğan’a:
“Norşin’e ‘Norşin’ diyen sizsiniz. Şimdi bizim ‘Kürdistan’ dememize niye kızıyorsunuz?” dediği bildiriliyor.
Eee... Sonunu düşünmeden konuşursanız, yeri gelince başınıza kakarlar.
1989-90 senelerinde “Kürt” kökenli bazı milletvekillerine “Türklerle Kürtlerden oluşan bir federasyon fikrini de tartışmaya açalım” diyen Turgut Özal da öyle yapmamış mıydı?
Eğer bir ülkenin Cumhurbaşkanı tutar da “aile içi” sayılacak konuların ortalık malı haline gelmesini teşvik ederse, varacağınız yer, bugünkünden farklı olamaz.
Biz bu kafayla gidersek sırada daha
beterleri var.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2010
TÜRKİYE’yi iki buçuk yıldır sallayan “Ergenekon” suçlamalarına, o vesileyle medyaya sızdırılan belge ve bilgilere, o karmaşa içinde kurumları, kişileri hedef alan iftira kampanyalarına rağmen yine de safiyetimiz gözümüzü bağlamış. Neyse ki Birinci Ordu Komutanı Org. Hasan Iğsız’ın başına gelen gözümüzü açtı. Biliyorsunuz Hasan Iğsız, tam da Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na tayini konusunun Yüksek Askeri Şûra’da konuşulacağı gün “İfade vermek üzere acele Savcılığa başvurun” türü bir tebligat aldı. Tabii bu tebligat, -belki de ondan önce- başta “yandaş”lar olmak üzere medyaya uçuruldu.
Bu olay kamuoyuna böyle yansımasaydı, biz hâlâ saf saf “Yüksek Askeri Şûra’da görüşülen konu yargıyı neden ilgilendirsin? Yargının işi başka, askerinki başka...” demeye devam edecektik.
Sanki bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından verildiği ileri sürülen talimat sonucu gazeteci Ufuk Akkaya ile Deniz Yıldırım’ın on aydır “tutuklu” olduğu ülkede yaşayan biz değilmişiz gibi...
Yeri gelmişken anımsatalım:
Bu iki gazetecinin tutukluluklarının “Ergenekon”la, “Balyoz”la, “Islak imza” ile, “Poyrazköy mühimmatı” ile, “Örnek Paşa anıları” ile “Bülent Arınç’a suikast tertibi” iddialarıyla, “Kozmik oda” ile, “Danıştay” cinayetiyle, “Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalar”la veya Hrant Dink cinayeti ile ilgisi yok.
Onlar, aynen Vakit isimli basılı kâğıt parçasının ve Star, Bugün, Yeni Şafak, Zaman, Taraf gibi gazetelerin zaman zaman yaptığı gibi, ellerinde bulunan bir ses kaydını yayınladılar.
Ne var ki ötekiler Başbakan Erdoğan’ı memnun eden yayınlardı. Bunlarınki Erdoğan ile işadamı Remzi Gür arasındaki bir telefon konuşmasını kamuoyuna duyuruyordu.
Konuşmanın içeriğinde de fazla bir şey yoktu. Sadece Erdoğan’ın, Gür’den, o sırada ABD’de okuyan kızına 20-25 bin dolar kadar bir para göndermesine ilişkin bir ricada bulunduğu anlaşılıyordu.
Tutuklanmalarına bu kadarı yetti.
Ama işte biz bunu bile göz ardı edip, “Yargının işi başka, askerinki başka” havasında laflar ediyorduk.
Ama tam yeni bir göreve terfiinin Yüksek Askeri Şûra’da konuşulacağı gün önünde Zekeriya Öz imzalı bir “İfadeye gel” çağrısını bulduğu ortaya çıkınca, itiraf edelim ayıldık.
Iğsız paşa Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ister getirilsin, ister getirilmesin. Açık söyleyelim, ne kendisini tanırız, ne asker -yahut komutan- olarak meziyetleri var mıdır, varsa nedir, biliriz. O nedenle hakkında özel bir şey söylemeye kendimizde yetki görmeyiz.
Ama nitelikleri o göreve getirilmesini gerektiren bir Komutan ise, sırf Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından “sevilmediği” veya “istenmediği” için önünün kesilmesini, en azından bunu yapanlar yönünden “ayıp” sayarız.
Hele söz konusu “ifade” çağrısı “Bakın, hakkında savcılık tarafından soruşturma açılmış biridir bu Paşa” izlenimi verilsin diye, mahsus bugün yapıldıysa, imzası olanları ayıplamayı bile yetersiz sayarız.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2010
NASIL bir Türkiye’de yaşadığımızı hiç tarttığınız oluyor mu? Bunu bazen düşünseniz bile sağlıklı bir sonuca varmak için ya geçmişe ait gerçekleri esas alacaksınız yahut da model saydığınız bir yahut birkaç ülke ile Türkiye’yi karşılaştıracaksınız. Tabii bugünkü resmimizi onların yanına koyarak. Önce “geçmişi” esas alalım:
Cumhuriyet kurulalı beri hiçbir Türk vatandaşının, “Belediyemizin önünde Kürt bayrağı da dalgalansa ne olur?” dediğine tanık oldunuz mu?
Hafızanız bu ülkenin siyasi partilerinin “terör örgütü ile aynı cephede” olduğunu söyleyen bir Başbakanımız vardı, diyor mu?
Yasadışı eyleme bulaşmış kişi kim olursa olsun yargılanmasını ve suçluysa cezasını çekmesini hepimiz isteriz.
Peki ama kendi silahlı kuvvetlerine “yasadışı silahlı çete” gözüyle bakan bir anlayışın bu ülkeyi yönettiğine hiç tanık oldunuz mu?
Veya hiçbir milletvekilinin, PKK’nın o yörede görev yapan askerleri hedef alarak döşediği mayın yüzünden “kendilerinden” saydığı insanlar ölünce tepkisini:
“Tüm yaşamlar kutsaldır. Tümüne karşı aynı hassasiyeti taşıyoruz; ama sivil insanların yaşamını yitirmesi hepimizi derinden üzdü” diyerek ifade ettiğini anımsıyor musunuz?
“Ölen asker olsaydı üzülmeye değmezdi” demeye getiriyor. Çünkü askeri kendisinin değil, “hasım” tarafın askeri olarak görüyor.
Cumhuriyet kurulalı Silahlı Kuvvetler’in üst kademesinde hangi komutanın hangi görev için uygun olduğu elbet Cumhurbaşkanının, Başbakanın değerlendirmeleriyle belirlenmiştir. Zaten öyle olması da tabiidir.
Ama Silahlı Kuvvetler’in tabi olduğu yasal kuralları yok saymaya kalkan, kendi empoze ettiği kararlar alınsın diye dayatan hiçbir hükümeti anımsıyor musunuz?
Etnik gerilimin sokağa döküldüğü hangi dönemi yaşadı Türkiye?
Tamam, taa 1950’li yıllardan beri “din”in “siyasete” girmemesine en azından şeklen dikkat edilir. O nedenle “cemaat”ler hiçbir zaman hiçbir siyasi kavganın ortasında boy gösterip, “Biz şu nedenle şu partiyi” veya “şu görüşü destekliyoruz” demezler. Gerekçeleri de “Biz siyasetin dışındayız” cümlesiyle özetlenir.
Sözde “her partiye eşit mesafede”dirler.
Peki ama Fethullah Gülen Hoca’nın Pensilvanya’dan demeç vererek, Türkiye’deki ”Anayasa referandumunda EVET oyu kullanılmasını” istediğine ilişkin beyanının bir benzerine bugüne kadar hiç rastladınız mı?
Hem bunu söyleyip hem de “siyasetin dışında” olduğunu iddia etmenin kabul edilebilir bir tarafı var mı?
Daha kaç örnek saymamızı istersiniz?
Başka ülkelerden örnek arıyorsanız, gidin İngiltere’ye bakın. O olmazsa Amerika Birleşik Devletleri’ni veya Fransa yahut Federal Almanya’yı alın. Sadece bir çırpıda aklımıza gelen şu örneklerden birinin orada da yaşandığını söyleyebilir misiniz?
Eskilerde yok. Ötekilerde yok... Peki bunun sonu ne?
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2010
BİZ hâlâ, her yıl 24 Nisan’da, “O olay soykırımdır” diyecek mi demeyecek mi diye Beyaz Saray’daki zatın gözlerinin içine bakmakla vakit geçirelim. Eğer“soykırım” (genocide) kelimesini kullanmaz da Ermenicesini söylerse sevinelim ve suratımıza yapışan tükürüğün “yaz yağmuru” olduğunu savunalım.
Ermeni diyasporası (Ermenistan dışındaki Ermeniler) kavgalarını bir gün bile sahipsiz bırakmıyorlar. Nitekim son olarak ABD’nin en ünlü iki avukatını tutarak, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nden değil ayrıca Merkez Bankası ile Ziraat Bankası’ndan da “tazminat” talep ettiklerini açıkladılar.
Türkiye onların mallarına el koymuş ama o mallardan sağlanan geliri sahiplerine ödememişmiş. İddiaları özetle bu.
Los Angeles’taki bir mahkemede açtıkları davanın sonu ne olur, ayrı mesele.
Asıl değinmek istediğimize gelmeden belirtelim:
Diyaspora Ermenileri aynı avukatlar aracılığıyla bundan yaklaşık 10 sene önce, dedelerinin 1900’lü yıllarda yaptırdığı “hayat sigortası” poliçelerini göstererek iki sigorta şirketinden 37.5 milyon dolar para koparmayı başarmışlardı. O sigorta şirketlerinin de bir gün Türkiye’nin karşısına çıkıp, “Bu parayı siz de bize ödeyeceksiniz” dediklerine tanık olursanız şaşmayın.
Şaşmayın çünkü dünyada ne bizimki gibi bir devlet var, ne de bizim insanımız gibi “hakkını aramayı bilmeyen” bir ulus var.
Şöyle bir başınızı kaldırın bakın:
Yazının Devamını Oku