27 Haziran 2010
DEVLET Bakanı Egemen Bağış resmi yazışmalarda bile farkına varmadan sürdürdüğümüz bir hatalı uygulamaya son vermiş. Kendisine bağlı bir kuruluş olan Avrupa Birliği Genel Sekreterliği bundan böyle “Müslüman olmayan insan”ları anlatmak için kullanılan
“Gayrimüslim” deyimi yerine “Farklı inanç grupları” deyimini kullanacakmış.
Birçok insan “Ha öyle denmiş, ha böyle... Ne fark eder?” diyebilir. Ama kazın ayağı öyle değildir. Bilimin her dalında, ama özellikle diplomaside ve hukukta her kelime hatta virgülün bulunduğu yer, bazen altından kalkılamayacak sonuçlar doğurur.
Bazen de maksadınızı anlatmak için iyi niyetle kullandığınız bir deyim karşı tarafı rencide eder.
Nitekim Egemen Bağış’ın ele aldığı konu da onun karşısına böyle çıkmış. Anlattığına göre Türkiye’deki Süryani Kadim Ortodoks Kilisesi Patrik Vekili Yusuf Çetin, geçen yılki bir buluşmalarında kendisine, “Bizim konuştuğumuz dil olan Aramicede de ‘müslim’, ‘inanan’ anlamına geliyor; haliyle (bu) bizim de kullandığımız bir kavram. Dolayısıyla bizi ‘gayrimüslim’ kavramıyla tanımladığınızda ‘inanmadığımızı’ söylüyorsunuz” demiş.
Bağış konuyu inceletince Patriğin haklı olduğu sonucuna varmış. O nedenle “gayrimüslim” deyimini terk etmiş.
Dediğimiz gibi “iyi” etmiş.
Gerçi Cumhuriyetimizin “temel” hukuk belgesi diyebileceğimiz Lozan Antlaşması’nda da bu amaçla kullanılan deyim “gayrimüslim”dir. Ama madem ki o deyimin maksat dışına çıkan bir anlamı söz konusudur, onun yerine yenisini bulmak doğrudur.
Tıpkı bir zamanlar altını üstünü düşünmeden kullandığımız “Çingene” kavramı yerine “Roman” kavramını koymuş olmamız gibi.
Hoş sadece bizim değil, öteki ulusların da buna benzer gerçekleri vardır. Örneğin 1960’lı yıllarda, Afrika kökenli insanlara İngilizler dikkatli konuşurken “black” yani “siyah” derlerdi. ABD’de “Negro”, bizde de “zenci” denirdi. Bu deyimlerin “hakaret” amaçlı kullanılan türü İngilizcede “Nigger”dı.
Şimdi “siyah derili” insanları ifade için ABD’de “African American” (Afrika kökenli Amerikalı) deniyor. İngilizler de Amerikalıları taklit amacıyla uygun bir terim bulmuşlardır. Nedense dikkat etmemişiz.
Oysa bir Türk’e sorsanız bu deyimlerin hiçbirinde, karşı tarafın rencide olacağı bir unsur olmadığını söyler. Haklıdır da... Çünkü bizim kültürümüz bir insanı “rengi” nedeniyle küçümsemeye yabancıdır.
Ama Süryani Kadim Ortodoks Kilisesi Patriği’nin sözlerinden anlıyoruz ki, bize olağan geldiği halde “öteki” insanları rahatsız eden deyimler kullanıyor olabiliriz.
Örneğin biz “farklı inanç gruplarına” mensup insanlarımıza hitap ederken onlara “Sen bizden değilsin” mesajını pervasızca -hatta terbiyesizce- vermekte sakınca görmeyiz. Dostumuz David Kohen’e, “Ahmet Bey, Mehmet Bey” gibi “David Bey” değil de, “Bay David” deyişimiz gibi.
Keşke Egemen Bağış’ın açtığı çığır sayesinde, bu tür deyimlerimizi ve onların sebep olduğu algılamaları tarayan bir bilimsel çalışma başlatılsa -veya varsa su yüzüne çıkartılsa- da bilmeden yaptığımız “ırkçı”lıkları, “ayrımcı”lıkları tasfiye etsek. Bize yakışanı yapsak...
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2010
İSRAİL’in, “İnsani yardım malzemesi taşımak üzere Gazze’ye gemi göndermeye kalkarsanız, bunu savaş sebebi sayarız” tehdidi üzerine İran,gemi gönderme” fikrinden vazgeçmiş. Şimdi İranlılar “yardımı kara ve hava yoluyla Türkiye üzerinden göndermeyi” planlıyorlarmış. Söze devam etmeden bazı “aklı evvel”leri uyaralım: İsrail’in Gazze’deki masum insanlara zulüm yaparcasına uyguladığı “ambargo”yu insan olan hiç kimse savunamaz. O nedenle sözlerimizi hemen “İsrail’i savunuyormuşuz” gibi algılamak isteyenler boşa gayret etmesin.
Gerçekten, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının, özellikle Ahmed Davutoğlu Dışişleri Bakanı olalı beri iyice belirginleşen “ihtiyatsız” dış politikasıyla, Ahmedinejad’ın yönettiği İran’ın tavrındaki “ihtiyatlılık” arasındaki farka dikkat çekmek istiyoruz.
Biliyoruz, bizim bu değerlendirmemiz bugünkü “iktidar”la Ahmed Davutoğlu “yağcı”larının dedikleriyle uyuşmuyor. Çünkü onlardan birinin 19 Mayıs 2010 tarihli yazısına göre bu muhterem, “dış politikadaki başarılarımızı” bir de Davutoğlu’nun ağzından dinleyince kendi kendine:
“Vay be! BM (Birleşmiş Milletler) gibi ülke olmuşuz da, haberimiz yok!” demiş. Sonra bunun gerekçesini söylemiş:
“Öyle ya; dünyanın neresinde ‘sorun’ varsa, ‘kimin başı ağrıyor’ ise, Türkiye orada...
Ya ‘arabulucu’ rolü üstleniyor, ya ‘ikna’ ediyor, ya da ‘maddi ve manevi yardım’da bulunuyor.
Ama, bir şekilde ‘sorun’u çözüyor!..
Evet, ‘BM gibi bir ülke’yiz!..”
Nasıl? Siz de gaza gelip coştunuz değil mi?
Nitekim Davutoğlu sadece bu kıymetli yorumcuya değil kendisini dinlemeleri için davet ettiği 50 kadar gazeteciye “başarılarının sırrını” da söylemiş. Örneğin “Türkiye, olayları seyretmiyor... Vizyonu var ve ön alıyor”muş. Davuoğlu, “Biz” demiş, “masalarda ve salonlarda değil, alanda diplomasi yapıyoruz.”
Sonra hızını frenleyememiş:
“Türkiye’nin, herhangi bir krize yönelik tavır belirlemesi için 1.5 saat yeter... Uzmanlarla görüşür, 1.5 saat içinde bir tavır belirleriz...” demiş.
Sahi Gürcistan’la Rusya arasında “arabulucu” olmaya kalkan ama yüz verilmeyen de bizdik değil mi?
Başkan Obama ile önümüzdeki günlerde Ottowa’da görüşmek isteyen ama randevu alamayan da bizim “başarılı” dış politikamız olmasın?
Peki ya pek övündüğümüz İran’ın “nükleer takas” anlaşmasını bizimle birlikte imzalayan Brezilya’nın geri çekilmesi de bizim öngörülü dış politikamızın ürünü değil mi?
Pek desteklediğimiz Hamas’ın bile Filistin Kurtuluş Örgütü ile arasındaki ihtilafta bizim yerimize Mısır’ın arabuluculuğunu tercih etmesine ne diyeceğiz?
Kudüs’teki Mescid-ül Aksa’da namaz kılmaya kalkmadan önce Sayın Davutoğlu, yanındaki “monşer”lere akıl sorsa iyi olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2010
SON olaylar, özellikle “terör”ün giderek azgınlaşması, belli ki sadece Başbakan Tayyip Erdoğan’ı değil, “yandaş” kardeşlerimizi de “dağıttı” galiba... Dün bu tür bir yayında, terör olayları ile Türkiye’nin önemli tartışmaları ve kararları arasında bir bağ olduğu ileri sürülmekteydi.
Hani, “Ne zaman sesimiz gür şekilde çıksa, dış düşmanlarımız hemen içimizde bir karışıklık çıkartır veya terör tokmağıyla başımıza vururlar” türü, kahvehane hükümleri vardır ya... Onun gibi.
Bir zamanlar her musibeti “İngiliz”lerden, son yıllarda da CIA’dan (ABD’nin gizli servisi) bildiğimiz gibi.
Hoş, Sovyetler Birliği ayakta iken hayli faturayı KGB’ye (Rus gizli polisi) çıkarırdık.
Son zamanlarda da her taşın altında MOSSAD’ı (İsrail gizli servisi) arar olduk.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2010
ŞİMDİLERDE herkes “terör”le meşgul ya...
Her kafadan bir ses çıkıyor. Orada burada bombalar patladıkça, insanlar eski defterleri karıştırıp çözümler üretiyor. Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’nın “Sınır güvenliği ve sınırın yerinin bazı bölgelerde kaydırılması konuşulabilecek, tartışılabilecek bir şey” önerisi de bize öyle göründü.
Açık söyleyelim. Yazıcı’nın önerisi yanlıştır demiyoruz. Çünkü onu biz değil, ancak uzmanlar değerlendirebilir. Ama böyle bir düşüncenin yeni olmadığını söyleyebiliriz.
Hafızamız yanıltmıyorsa, sınırlarımızın sarp dağlardan geçiyor olmasının, terörle mücadelede çok önemli bir engel oluşturduğunu çünkü bu coğrafi yapının, sınır ötesinden sızmaları önlemeye izin vermediğini önce Turgut Özal ifade etmişti.
Sonraki yıllarda Bülent Ecevit’in de “Irak’ın 6-7 km. içerisinde bir güvenlik kuşağı oluşturmaktan” söz ettiğini anımsarız.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2010
BUNDA bir yanlışlık olmalı diye düşünmekte haksız değilmişiz. Öyle ya, Başbakan Tayyip Erdoğan bir topluluk önünde konuşsun, sağa sola yıldırımlar yağdırsın, PKK’nın birilerinin “taşeronu” olduğunu söylesin de “Bunun da asıl suçlusu medyadır” demesin... Olacak şey değildi. Neyse ki dün telafi etti.
Ve biz, son 26 senedir başımıza bela olan PKK’nın “kimin taşeronu” olduğunu öğrenemesek de, CHP’nin, MHP’nin ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile PKK’nın “tek bir cephe” oluşturduklarına dair iddialarını duyunca zaten “Artık ne derse desin, fark etmez” noktasına gelmiştik.
Dün Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada:
“Terörle mücadele sadece güvenlik güçlerinin işi değil. Muhalefet de, medya da bu konuda kendisini taraf olarak görmelidir. Birlik beraberliğe her zamandan fazla ihtiyacımız olduğu dönemde, şehit evine girip oradaki ayılıp bayılmaları göstermek terör örgütüne mi hizmet eder, ülkeye mi? Terör örgütünün amacı propaganda yapmak. Medya bilerek terör örgütüne yandaşlık yapmaktadır. Bu kadar ağır konuşuyorum. Teröre yataklık ediliyor” dediği bildiriliyor.
Anlaşılan bundan böyle yayıncılık hayatımıza, yasaların çizdiği sınırlardan ayrı olarak bir de “Tayyip Erdoğan sınırları” uygulamamız gerekecek.
Oysa kolayı var. O sınırlara uygun bir yasa çıkartır, “teröre yataklık eden medya” kavramına her kim giriyorsa onları içeri atarsınız.
O zaman akılları başlarına gelir.
Üstelik böyle bir yasanın çıkartılması için ne “milletvekili tam sayısının üçte ikisi”nin oyunu aramak zorunluluğu var, ne de “tam sayıdan bir fazla oya” ihtiyaç var.
İktidar partisi, hükümetten gelen her öneriye “Evet” demeye hazır (TBMM Başkanı hariç) 335 milletvekiliyle bunu rahatça yapabilir.
Nitekim Demokrat Parti iktidarı döneminde bu denendi. Örneğin “Zihinlerde olumsuz duygu ve düşünceler oluşturabilecek türden yayın yapanın” -yanlış anımsamıyorsak- bir buçuk yıl hapisle cezalandırılacağını emreden bir yasa tasarısı Meclis’e sunuldu.
Gerçi çıkan yasada bu hüküm biraz yumuşatılmıştı ama yine de o yasa sayesinde hapishanelere bol sayıda gazeteci atılarak, çözüme ulaşılıp ulaşılamayacağı görüldü.
Yok “O yol, yol değil... O çözüm de çözüm değil” diyorsanız -veya Başbakan Erdoğan öyle diyorsa- o zaman boşuna “Medya oradan resim almış, buradaki anaların feryadını yayınlamış” diyerek boş lafla vakit tüketmekten vazgeçip “O anaları ağlatmamanın yolu” üzerinde kafa patlatmak doğru olur.
Onu da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu fevkalade yumuşak bir dille ifade etmiş. “Bu sorunun ancak tüm siyasi partilerin üzerinde mutabık kalacakları ulusal bir politika ile” çözüme kavuşturulabileceğini, “buna destek vermeye CHP’nin hazır olduğunu” belirtmiş.
“Alçak dağları ben yarattım” diyor, bu öneriyi beğenmiyor musun? Ehh... Ne yapalım, o zaman kaderine razı olursun.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2010
SADECE basınımız değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluş felsefesine bağlı değerleri koruyarak çağdaş uygarlığı ve çağdaş demokrasiyi en kısa zamanda yakalayacağına inananlar kuşağı da, İlhan Selçuk’un aramızdan ayrılmasıyla çok önemli bir gücünü kaybetti.
Selçuk, fevkalade güçlü bir kalem, mangal gibi bir yürekti.
Mükemmel bir analiz yeteneğiyle Atatürkçülerin ışık ve enerji merkeziydi. Hiçbir haksızlık ve hiçbir işkence onu inandığı idealler için verdiği kavgadan vazgeçiremedi.
Nitekim mücadele ideal arkadaşlarından bazılarını bu yüzden derin bir acıyla bağrına gömdü.
Çünkü bu tiplerin en önemli meselesinin, kendi kişisel huzurları olduğunu görmek onu, karşıtlarının ahlaksızlığından ve engellerinden daha çok yaraladı.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2010
Demedİk söz, başvurmadık çare bırakmadık. Ama sonuç değişmedi. Gerçekten son 26 yıldır bu ülkeyi yönetenlerden hiçbirinin “Terörle mücadelede şunları yaptık, şu başarıyı sağladık” demeye hakkı yok. Nitekim ağızlarından kamuoyunu rahatlatacak açıklama beklediğimiz yetkililer bile, “önümüzdeki günlerin daha da kötü geçeceğini” müjde(!)liyorlar. Ve o müjde(!)nin ilk kanıtı, Şemdinli dağlarında önceki gece şehit düşen 10 yiğit...
Cumhurbaşkanı -mutat üzere- “Bu saldırıların, devletimizi ve milletimizi zayıflatacağını (...) düşünenler, büyük gaflet içindedirler” demiş.
Başbakan tutmuş Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafı çekmiş. Muhalefet liderleri esmişler savurmuşlar...
Sonuç? Belki bininci defa... Sıfır!
Konuşmaya gelince kimi “Sadece askeri yöntemlerle bu sorun çözülmez”ci... Kimi “Ver kurtul”cu... Kimi “pazarlık”çı...
Oysa görünen o ki, bunların hiçbiri tam olarak denenmedi. Daha doğrusu hangisi ele alındıysa, denenmesiyle vazgeçilmesi bir oldu.
İşte... Olayı önce “Olağanüstü Hal Bölge Valiliği” kurarak çözelim dedik, yürümedi.
Olağanüstü Hal ilan ederek bitiririz dedik.
Askerimiz yöre halkına “potansiyel terörist” muamelesi yaptı. Köy boşaltarak, hatta boşalttığı köyü ateşe vererek kendi insanımızı devlete düşman etti. Neticede terör örgütüne katılan gençlerin sayısını artırmaktan başka sonuç alamadık.
Terörle Mücadele için yetiştirilmiş “Özel Harekât Birlikleri” kurduk. Sonra onları “terörle mücadele”den çok “devlet büyüklerini koruma” işlerinde ve “yasadışı eylemlerle o tür eylemlerin örtülmesinde” kullandık.
Böylece hem onları bozduk. Hem de “disiplinsiz ve tehlikeli bir güç haline geldi” diye dağıttık.
Kâh sert çıktık, kâh yumuşak davrandık. Başbakanlarımız sayısız defa “bölge kalkınması için uygulayacakları özel politikalar” ilan etti.
Hiçbirinden ciddiye alınacak bir sonuç çıkmadı.
Ve son olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Mart 2009’da gazetecilere verdiği “Önümüzde güzel günler var” müjdesiyle, “Milli Birlik ve Kardeşlik Açılımı” -yahut Kürt açılımı- sürecine girdik.
Girdik ama ne yapacağımızı bilmediğimiz için önce İçişleri Bakanı kapı kapı dolaşıp, iktidarın hoşuna gidecek laflar söylemesi ihtimali olan herkesten “Aferin” topladı.
Sözde tüm görüşlerin sentezinden çözümler üretilecekti. Onun yerini Başbakan’ın film sanatçılarına, spor yazarlarına, şair ve ediplere verdiği “kahvaltı partileri” aldı.
Tuhafı, “açılım” konusunda aktris, aktör, şair, futbolcu vb. kişilerin görüşleri sorulurken orada -hafızamız bizi aldatmıyorsa- bir tek İçişleri Bakanı yoktu.
Aslında gerekli de değildi çünkü zaten yapılan bir “şov” idi.
Daha ötekilere, örneğin Barzani’ye, ABD’ye, onlarla ilgili hokkabazlıklara değinmedik.
Şimdi söyleyin... Durum bu ise, varılacak sonuç ne olabilirdi?
“Peki ya çözüm?” mü diyorsunuz!
Yukarıdaki yanlışlar çözümün ne olduğunu göstermiyor mu?
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2010
HANİ sözün bittiği yer vardır ya... Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, partisinin il başkanlarına hitaben dün yaptığı konuşmayı okuyunca kendimizi bir kere daha “sözün bittiği noktada” hissettik.<br><br>Öyle ya... Ülkemizde “hak arayan” insandan da, “hak dağıtan” yargıdan da şikâyetçi bir başbakan var.
İsterseniz önce kızdığı şeyi özetleyelim:
Biliyorsunuz Başkent Üniversitesi’nin Kurucusu ve Rektörü, tanınmış bilim adamı Prof. Dr. Mehmet Haberal, tam 14 aydır, hangi nedenle tutuklu olduğunu bilmeden bir hastanenin dört duvarı arasında yatıyor.
Avukatları tutuklama kararının kaldırılması için sayısız defa yetkili mahkemeye başvuruda bulunmuş. Ne var ki talep, yetkili yargıçlardan birkaçının karşı oyuna rağmen her defasında “gerekçe göstermeden” reddedilmiş.
Avukatlar da bunun “keyfi” bir tasarruf olduğu iddiasıyla haklarını aramak için, Yargıtay 4’üncü Hukuk Dairesi’ne başvurarak, “Mehmet Haberal’ın adil yargılanma hakkının” ihlal edildiğini ileri sürerek, bu kararlarda imzası olan yargıçlardan “tazminat” istemişler.
Haksızlığa uğradığını düşünen insanlar, Osman Can’ın tavsiyesine uyup “İhkak-ı hak” (hakkını yargıya gitmeden almaya kalkma) yoluna mı gidecek, yoksa hukukun gösterdiği yoldan gidip çareyi yine “yargıda” mı arayacak?
Nitekim Yargıtay 4’üncü Hukuk Dairesi başvuyuru haklı buldu:
Haberal’ı tahliye talebini, hukuken geçerli bir gerekçe göstermeden reddeden 9 yargıcı, Haberal’a 1500’er lira tazminat ödemeye mahkûm etti.
Yazının Devamını Oku