Paylaş
Afganistan’da savaş 18 yıldır, ABD’nin Taliban Yönetimini yıkmak amacıyla ülkeyi istilasından bu yana sürüyor. Afganistan savaşının ABD tarihindeki en uzun süren savaş olduğuna işaret ediliyor. ABD, Afganistan’ı 2001 yılında El Kaide’nin düzenlediği 11 Eylül saldırılarından sonra işgal etmiş, Taliban’ı yönetimden uzaklaştırarak, Afganistan’da Batı yanlısı bir rejim oluşturmuştu.
Doğal olarak Afganistan sorunun tarihini çok daha eskilere, Sovyetler Birliği’nin bu ülkeyi 1979 yılında işgaline kadar götürmek mümkün. Sovyetler Birliği-Afganistan savaşının 10 yıl kadar sürdüğü, 1989’da Sovyet kuvvetlerinin ülkeden çekilmeye zorlandığı, hatta Afganistan “macerasının” Sovyetler Birliği’nin 1990 yılında yıkılması ve dağılmasında bile rol oynadığı hatırlarda.
Daha önce “içine kapanık” ama istikrarın hakim olduğu bir ülke olan Afganistan’da 1979 Sovyet işgalinden sonra bütün dengeler değişmiştir. Afganistan, Sovyetler Birliği’nin çekilmesinden sonra da istikrar kazanmamış, 1990’lı yılların başında aşırı dini görüşleriyle bilinen ve temelini (ülkedeki en kalabalık etnik grup olan) Peştunların oluşturduğu Taliban ortaya çıkmıştır. Taliban 1996 yılında ülkenin büyük bir kısmını ve başkent Kabil’i ele geçirerek Afganistan’da iktidara gelmiştir.
Bu gelişmeler çerçevesinde Afganistan’ın 1979’dan bu yana savaş içinde bulunduğunu, ülkenin savaş ve Taliban’ın sert yönetimi altında büyük ölçüde yıkıma maruz kaldığını söylemek gerekmektedir. Taliban gibi aşırı, radikal bir grubun Afganistan’da ortaya çıkmasının sebepleri de yine 1979-1989 Sovyetler Birliği-Afgan savaşında yatmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve Kabil’de komünist bir rejim oluşturmasından sonra, başta ABD olmak üzere birçok ülke Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan güçlere (Afgan Mücahitleri) yardım sağlamaya başladı. ABD’nin Afganistan’daki operasyonları Amerikan gizli servisince (CIA) yönetiliyordu. Bu dönemde Pakistan ile Suudi Arabistan da Afgan savaşına karışmışlardı.
ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın dış mücadelelerinin Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki mücadeleyi kaybetmesinde ve Afganistan’dan çekilmesinde önemli bir rol oynadığı muhakkaktır. Ancak bu dönemde Afgan direnişi içinde aşırı radikal görüşlerin ve (kendisi Suudi Arabistanlı olan) Osama Bin Ladin’in adının ön plana çıkmaya başladığı görülmektedir. Afganistan direnişindeki radikalleşme daha sonra El Kaide ve Taliban gibi Batı menfaatlerini hedef alan örgütlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, Vaşington için ciddi bir sorun haline dönüşmüştür.
Suudi Arabistan ve Pakistan’ın 1996 yılında Afganistan’da Taliban yönetimini tanımalarına rağmen, Vaşington Taliban yönetimindeki Afganistan’a karşı mesafeli bir tutum almış, aşırı ve radikal Taliban politika ve uygulamaları kısa sürede Dünya kamuoyunun dikkatlerinin Afganistan üzerinde toplanmasına neden olmuştur. Özellikle Osama Bin Ladin idaresindeki Afganistan’a yerleşen El Kaide bütün Dünya’da terörist faaliyetlerini arttırmış, El Kaide ABD ve Batı’nın terörist örgütler listesinde en üst sıraya yerleşmiştir.
Aşırı ve radikal uygulamaları ve El Kaide ile ilişkileri nedeniyle Taliban da Vaşington’dan tepki görmeye başlamış, Osama Bin Ladin’e verdiği desteği kesmemesi Taliban’ı Vaşington’un (doğrudan) hedefi haline getirmiştir. El Kaide’nin 11 Eylül 2001 yılında ABD’de düzenlediği terör saldırılarında 3 binden fazla kişinin hayatını kaybetmesinden sonra, ABD Osama Bin Ladin’i Taliban Yönetiminden istemiş, Kabil’in olumsuz yanıtı üzerine Aralık 2001 yılında Afganistan’a askeri müdahalede bulunarak, Taliban’ı Kabil’den ve yönetimden uzaklaştırmıştır.
ABD 2001 yılından sonra Osama Bin Ladin’i Afganistan’da her yerde aramaya başlamıştır. ABD’nin Osama Bin Ladin’i takibi ve araması 10 yıl kadar sürmüş, başına Vaşington tarafından 25 milyon dolar ödül konulan Bin Ladin, Amerikan kuvvetleri tarafından 2011 yılı Mayıs ayında kuzey Pakistan’da Abbottabad şehrindeki evinde bulunmuş ve öldürülmüştür.
ABD’nin Afganistan’daki savaşı ise halen devam etmektedir. Afganistan’daki ABD kuvvetlerinin sayısı zaman zaman 50 bini bulmuştur. Bu rakamın bugün 15 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. ABD ve müttefiklerinin bütün yardım ve katkısına rağmen Batı yanlısı Kabil hükümeti, ülkede tam hakimiyetini sağlayamamakta, ülkenin önemli bir bölümü Taliban kontrolünde bulunmaktadır. Kabil hükümetinin kontrolündeki bölgelerde bile istikrar bulunmamakta, Afganistan her gün sivillerin de hayatlarını kaybettikleri çok sayıda saldırıya sahne olmaktadır.
Afganistan’da ABD kuvvetleri dışında BM Güvenlik Konseyi tarafından kurulan “Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü (ISAF)” da bulunmakta, bu Güç’e 30’dan fazla ülke katkı sağlamaktadır. 2002 yılından sonra ISAF ile NATO arasında da bağ kurulmuş, NATO Afganistan’da faaliyet göstermeye başlamıştır. Türkiye de ISAF’a destek vermekte olup, Afganistan’daki Türk askerlerinin sayısı (zaman içinde değişmekle birlikte) bir dönem bine kadar ulaşmıştır. Bugün ISAF daha çok Afganistan Ulusal Güvenlik Kuvvetlerinin (ordu ve polis gücünün) eğitiminde rol almakta, fiilen savaşa katılmamaktadır. ABD güçleri de artık askeri operasyonlarda yer almamakta, daha çok Afgan güçlerine lojistik destek sağlamaktadır.
Aradan geçen uzun süreye rağmen Taliban’ın yenilememesi ve merkezi Kabil hükümetinin ülkede istikrar ve güveni sağlayamamasının son dönemlerde Vaşington’da Afganistan savaşına bakışı önemli ölçüde değiştirdiği izlenmektedir. Özellikle Başkan Trump, seçim kampanyası sırasında verdiği sözleri tutarak, Afganistan’daki Amerikan askeri varlığını azaltmak istemekte, zaman zaman bu yönde bazı kararlar aldığını açıklamaktadır.
Ancak ortada olan durum ABD kuvvetlerinin Afganistan’dan çekilmesi halinde Batı yanlısı Kabil yönetiminin devrilebileceğine, Taliban’ın başkent dahil ülkenin bir çok bölümünde hakimiyetini tekrar sağlayabileceğine işaret etmektedir. Bu durum Vaşington’u ciddi şekilde tedirgin etmekte, Taliban’la birlikte El Kaide’nin tekrar Afganistan’da güçlenmesinden ve ABD menfaatleri için yine ciddi bir tehdit haline gelmesinden endişe edilmektedir.
İşte ABD’nin geçen sene içinde Taliban’la başlattığı ve Büyükelçi Halilzad tarafından yürütülen doğrudan görüşmelerin arka planında böyle bir “Afganistan tablosu” yatmaktadır. ABD-Taliban görüşmeleri Katar’da Doha’da yürütülmektedir. Geçen sene içinde Katar, Taliban’a Doha’da bir ofis açma izni vermiştir. Şimdi bu iznin ABD’nin bilgisi ve mutabakatıyla verildiği ortaya çıkmaktadır.
Daha sonra ABD Başkanı Trump, Zalmay Halilzad’ı Afganistan Özel Temsilcisi olarak atamıştır. Halilzad, Afganistan asıllı olan ve daha önce önemli bazı yerlerde (Bağdat ve Birleşmiş Milletler) Büyükelçilik yapmış bir diplomattır. Halilzad’ın Özel Temsilci olarak atanmasından kısa bir süre sonra ABD’nin Taliban’la doğrudan görüşmeye başladığı haberleri basına sızmış, Trump yönetiminin Afganistan sorununa görüşmeler yoluyla bir çözüm bulmaya çalıştığı ortaya çıkmıştır.
Görüşmelerde ABD’nin Afganistan’da bir “ulusal birlik hükümeti” kurmaya çalıştığı, bunu Taliban’ın da “resmi bir parti” olarak katılacağı genel seçimlerin izlemesini hedeflediği anlaşılmaktadır. Vaşington’un, (büyük ihtimalle) Taliban’dan El Kaide gibi örgütlerle ilişkisini kesmesini, Afganistan’da El Kaide ve benzeri örgütlere yer olmamasının sağlanmasını istediğini tahmin etmek zor değildir. Uzun süren savaşın Taliban’ı da yorduğunu, Taliban’ın da barışçı yollarla iktidara gelmek, en azından iktidara ortak olmak istediğini düşünmek mümkündür. Taliban, ABD kuvvetlerinin ülkeden bir an önce çekilmesini sağlamaya çalışmaktadır.
Afganistan’ın yakın tarihine bakıldığında, ABD-Taliban görüşmelerinde bir uzlaşıya varılmasının hiç de kolay olmayacağı; Katar görüşmelerinden Afgan sorununu masa başında çözen bir “mutabakatın” ortaya çıkmasının çok zor olacağı görülmektedir. Buna rağmen Doha’da bu pazartesi günü başlayan görüşmelere Taliban’ın önde gelen liderlerinden (ve kurucularından) Molla Abdül Gani Baradar’ın katılmasının beklentileri arttırdığı müşahede edilmektedir.
Büyükelçi Halilzad’ın son görüşmeler için Katar’a geçmeden önce Ankara’ya uğraması, Vaşington’un görüşmelerde veya varılacak mutabakattan sonra Türkiye’ye de Afganistan’da yeni bir rol düşünüp düşünmediği sorusunu akla getirmiştir. Esasen Türkiye uzun bir süreden beri Afganistan’da fiilen bulunmakta ve rol oynamaktadır. Türkiye’nin Afganistan’la tarihe uzanan bir geçmişi ve çok yakın ilişkileri bulunmaktadır.
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkış süreci Dünya’yı şaşırtmaya devam etmektedir. Lizbon Anlaşmasının öngördüğü 2 yıllık çıkış süresi 29 Mart 2019 tarihinde dolmaktadır. Yani kağıt üzerinde İngiltere’nin AB üyeliği bu tarihte sona ermiş olacaktır. Ama İngiltere’nin AB üyeliğinin bu tarihte bitip bitmeyeceği ve (daha önemlisi) biterse Brexit’in nasıl gerçekleşeceği henüz açık değildir.
Bu ortamda Başbakan Theresa May’a yönelik eleştiriler de artmaktadır. Başbakan May’ın kasıtlı olarak zamanı kullandığı ve bu şekilde İngiliz Parlamentosunu AB ile vardığı (daha önce reddedilen) Brexit Anlaşmasını onaylama veya anlaşmasız (sert) bir Brexit seçenekleriyle karşı karşıya bırakmayı amaçladığına, böylece “tehlikeli” bir oyun oynadığına işaret edilmektedir. İngiliz Parlamentosunun önümüzdeki kısa dönemde Başbakan May’ın Brexit Anlaşmasını yeniden oylayarak kabul etmemesi halinde, İngiltere’nin bir anlaşmaya varılmadan AB’den ayrılmasının kaçınılmaz olacağı belirtilmektedir.
İngiltere’de Brexit’le ilgili tartışmalar hala devam etmekte ve çeşitli senaryolar konuşulmaktadır. Bazıları Brexit’in kaçınılmaz olmadığını yeni bir referandum yapılması gerektiğini savunmaya devam etmektedir. Muhalefetteki İşçi Partisinin “anlaşmasız (sert)” bir Brexit yerine yeni bir referanduma daha fazla yaklaşması bu kesimi “ümitlendirmiştir”. Bir kısım ise zamanın kalmadığını İngiliz hükümetinin AB’den (Brüksel’den) mutlaka ek zaman talep etmesi gerektiğini, yani (29 Mart) Brexit tarihinin iki veya üç ay ertelenmesi gerektiğine işaret etmektedir.
AB’nin bir aydan az zaman kalan Brexit tarihini ertelemeye olumlu baktığı, ancak erteleme isteğinin (resmi müracaatın) mutlaka Londra’dan gelmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Başbakan May’ın (Brexit’i) ertelemeye son bir çare olarak baktığı, ancak ertelemenin işleri daha da zora sokabileceğini düşündüğü, May’ın bütün stratejisini Parlamento’yu (kendisinin imzaladığı) Brexit Anlaşmasını onaylamaya zorlamak üzerine kuruduğu ortaya çıkmaktadır. Bu ortamda son bir aya girildiğinde Brexit “karmaşası” devam etmekte, İngiltere “Brexit’in” ne kadar zor olacağını Dünya’ya göstermeyi sürdürmektedir.
Bu arada anlaşmasız bir Brexit’in hem İngiltere hem de AB’ye zarar vereceği, İngiltere-AB ticaretinin aksayacağı, İngiltere’de fiyatların (ve enflasyonun) artacağı, İngiltere’de yaşayan AB üyesi ülkeler vatandaşları ile AB ülkelerinde yaşayan İngiliz vatandaşlarının durumunun belirsizleşeceği, İngiltere ile AB üyeleri arasındaki gidiş-gelişlerin, hava trafiğinin bile olumsuz etkileneceği konuşulmaktadır. Avrupa’daki ve Dünya’daki dengeler bakımından önemi sebebiyle uluslararası kamuoyu (bu arada Türkiye) Brexit’le ilgili gelişmeleri yakından izlemeye devam etmektedir.
Paylaş