Bu konudaki düşüncelerimi daha önceki 2 yazımda paylaşmaya başlamış, New York (Birleşmiş Milletler) Daimi Temsilciliğimiz ile Beyrut Büyükelçiliğimizdeki görevlerimle ilgili bazı anılarımı, BM ile Lübnan ile ilgili bazı görüşlerimi aktarmıştım. Geçen yazımda Vaşington Büyükelçiliğimizdeki görevimle ilgili kimi anı ve düşüncelerimi de aktarmaya başlamış, Ermeni karar tasarısı üzerinden iki önde gelen Amerikalı senatör olan Byrd ve Dole arasında ABD Senatosu’nda yaşanan mücadeleyi anlatmıştım.
Senatör Dole’un Ermeni karar tasarısına kısa sürede 61 ortak sunucu toplaması tasarının Senato’dan geçişinin önlenmesinin hemen hemen imkansız olduğuna işaret etmekteydi. Ancak, sonuçta Dole ile Byrd arasındaki mücadeleyi Senatör Robert Byrd kazandı ve Ermeni “soykırım” tasarısı ABD Senatosu’ndan geçmedi. Senatör Byrd başarılı bir şekilde Ermeni karar tasarısına karşı Senato’da muhalefeti organize etti.
Senatör Dole, Ermeni “soykırım” karar tasarısını 54 ortak sunucuyla 1989 Eylül ayında Senato’ya getirdi, kısa sürede 7 Senatörün daha katılmasıyla tasarının ortak sunucu sayısı 61’e çıktı. Karar tasarısı Ekim ayı başında Senato Adalet Komitesi’nden kolaylıkla geçti. Ancak karar tasarısına Senatör Byrd’un muhalefeti hızlandıkça tasarının Senato Genel Kurulu’na gelmesi de gecikmekteydi. Bu arada Büyükelçiliğimiz de Senatörler nezdinde yoğun bir bilgilendirme çalışması yürütüyordu.
Bazı ortak sunucuların karar tasarısından isimlerini geri çekmeye başlaması karar tasarısının ciddi bir muhalefetle karşılaştığına işaret ediyordu. Büyükelçiliğimizin temas ettiği bu Senatörler “basit bir anma günü” olarak takdim edilen tasarıya Senatör Dole’un isteği üzerine ortak sunucu olduklarını, ancak konunun tarihi boyutunun “basit” olmadığını şimdi anladıklarını, tasarının ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinde ortaya çıkartacağı muhtemel sonuçları görmeleri sebebiyle ortak sunucu olmaktan vazgeçtiklerini ifade etmekteydiler.
Senatör Bryd karar tasarısının Senato’dan geçmemesinin sağlanması yönündeki taktiğini karar tasarısının Genel Kurul’da oylanmasının engellenmesi üzerine kurmuştu. Bunun nedeni Bryd’un karar tasarısının görüşüleceği yerin ABD Kongresi olmadığına, tarihi bir konuda ABD’li Kongre üyelerinin karar verme yetkisi olmadığına inanmasıydı. Senatör Byrd bu nedenle tasarı üzerindeki görüşmelerin bitmesini, oylamaya geçilmesini engellemeyi ve gerekirse Senato’da “saatlerce” konuşmayı planlamaktaydı.
Senatör Byrd’un Türkçeye “kürsü engellemesi” olarak çevrilebilecek “filibuster” taktiğini yenmenin tek yolu görüşmelerin kapanmasını istemek, 100 kişilik Senato’da 60 oy bularak görüşmeleri “kapatmak” ve oylamaya geçilmesini sağlamaktı. Karar tasarısının kabul edilmesi için daha sonra yapılacak oylamada ise basit çoğunluk olan 51 oy yeterliydi.
Görüştüğümüz çok sayıdaki Senatör ve yardımcıları karar tasarısının Senato’ya getirilmesinin yanlış olduğunu kabul etmekle beraber, seçim bölgelerindeki “Ermeni ve Rum” lobisinin baskısını dikkate almak zorunda olduklarına da işaret etmekteydiler. ABD Senatosu karar tasarısı konusunda Byrd ve Dole’u destekleyenler olarak ikiye bölünmüştü. Kaliforniya, Massachussets, New York, Illinois ve Visconsin gibi Ermeni ve Rum lobisinin güçlü olduğu eyaletlerden gelen Senatörler Dole’u desteklerken dış politikayla yakından ilgilenen Senatörler Byrd’u destekleme eğilimindeydiler.
Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi Başkanı Georgia Demokrat Senatörü Sam Nunn gibi önde gelen Senatörler açıkça karar tasarısına karşı çıkmaya başlamış, 1990 yılı Ocak ayına gelindiğinde tasarının ortak sunucu sayısı 61’den 46’ya düşmüştü. O dönemde Senato çoğunluk lideri Demokrat Parti Maine Senatörü George Mitchell’di. Maine eyaletinde önemli sayıda Rum Amerikalı yaşaması sebebiyle Senatör Mitchell Cumhuriyetçi Parti azınlık lideri de olan Dole tarafından getirilen karar tasarısını desteklemekle beraber, kendi partisinden Tahsisler Komitesi Başkanı olan Robert Byrd’u de dikkate almak durumunda kalmıştı. Ancak görüştüğümüz Senatör Mitchell tasarıyı tutmayacağını ve oylama için Senato Genel Kurulu’na getirmek zorunda olduğunu belirtmekteydi.
Türkiye’ye gelen yabancı devlet adamları arasında Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras bulunuyordu. Başbakan Çipras Türkiye’ye resmi bir ziyaret kapsamında geldi ve Ankara’daki temaslarının sonrasında İstanbul’a geçti. Dikkatler Başbakan Çipras’ın Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabulü ve iki liderin daha sonra birlikte yaptıkları basın toplantısındaydı.
Başbakan Çipras Türkiye’ye Makedonya isim sorunu konusunda uluslararası toplumun dikkatini de çeken gelişmelerden hemen sonra geldi. Makedonya isim sorunu ilk önce Yunanistan koalisyon hükümetinin çatlamasına sebep oldu, koalisyonun “küçük” ortağı Bağımsız Yunanlılar (ANEL) hükümetten çekildi. Bunun üzerine Başbakan Çipras Parlamento’da güven oylamasına gitmek zorunda kaldı.
Çipras’ın partisi SYRIZA’nın 300 kişilik Yunan Parlamentosu’nda 148 milletvekili bulunuyor. Buna rağmen Çipras Hükümeti (ANEL’den kopan birkaç bağımsız milletvekilinin olumlu oyuyla) güvenoyu almayı başardı ve Yunanistan’da ülkeyi erken bir seçime zorlayacak bir hükümet krizi yaşanmadı. Bu başarısından sonra Başbakan Çipras Makedonya isim anlaşmasını Yunan Parlamentosu’na getirdi ve Yunan sağından gelen tepki ve direnişe rağmen, bu Anlaşmayı da Parlamento’dan geçirmede başarılı oldu.
Bu başarılarına rağmen Başbakan Çipras hükümetinin Parlamento’da azınlıkta olduğu ve ancak bağımsız birkaç milletvekilinin desteğiyle ayakta kalabildiği de bir gerçek. Öte yanda (erken seçim tehlikesinin şimdilik atlatılmasına rağmen) Yunanistan 2019 yılı sonunda genel seçimlere gidecek. Yunanistan’da parlamento seçimlerinin bu yılın Ekim ayında yapılması gerekiyor. Bu durumun ve çekişmeli geçmesi beklenen seçimlerin Çipras üzerinde baskı oluşturduğu ortada.
Yunanistan’daki bu tabloya rağmen, Başbakan Çipras’ın Türkiye resmi ziyaretini gerçekleştirmesi ve iki ülke arasında diplomatik diyalogun en üst düzeyde devam ettirilmesi şüphesiz olumlu. Bununla birlikte Başbakan Çipras’ın Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözümü yönünde cesaretli adımlar atabileceğini beklemek zor.
Yunanistan ile Türkiye Ege Denizi’nde birbiriyle bağlantılı bir dizi sorun yaşıyor. Bu sorunlar karasularının uzunluğu; hava sahası meseleleri; Ege Denizi kıta sahasının paylaşılması; Türkiye’ye yakın adaların uluslararası anlaşmalara aykırı olarak silahlandırılması; bazı ada, adacık ve kayalıkların kime ait olduğu konularını kapsıyor, birbiriyle bağlantılı ve oldukça teknik. Bütün bu sorunların temelinde ise Yunanistan’ın Ege Denizi’ni bir Yunan gölü olarak görmesi; Ege Denizi’nde Türkiye’yi kendi karasuları içine sıkıştırma gayreti yatıyor. Ankara ise, Atina’nın bu yöndeki politikalarını kesinlikle kabul etmeyeceğini, Ege Denizi’nin iki ülke arasında hakkaniyet temelinde paylaşılması ve kullanılması, Ege Denizi’nin iki ülkeyi ayırmasının değil birleştirmesinin gerektiğini savunuyor.
Kıbrıs sorununun Ada’da çok uzun bir süreden beri (kesintilerle) devam eden toplumlararası görüşmelere rağmen, masa başında çözümlenememesi de Türkiye-Yunanistan ilişkilerine yardımcı olmuyor. Yunanistan’ın tutumu Kıbrıs sorununun Türkiye ile Kıbrıs Rum Kesimi (Kıbrıs) arasında olduğu yönünde. Bu tutum kesinlikle sahadaki ve tarihi gerçeklerle uyuşmuyor. Yunanistan’ın Kıbrıs sorununun çıkmasında ve bugüne kadar gelmesindeki tarihi sorumluluklarıyla mutlaka yüzleşmesi gerekiyor.
Bu konudaki düşüncelerimi geçen yazımda paylaşmaya başlamış, New York (Birleşmiş Milletler) Daimi Temsilciliğimiz ve Beyrut Büyükelçiliğimizdeki görevlerimle ilgili bazı anılarımı, BM ve Lübnan’la ilgili bazı görüşlerimi aktarmıştım. Geçen yazımda Vaşington Büyükelçiliğimizdeki görevimle ilgili kimi anı ve düşüncelerimi de aktarmaya başlamıştım.
Vaşington’da 5 sene görev gördüm. Büyükelçilikte takip ettiğim, dosyası bende bulunan konular arasında Kongre’deki Türkiye ile ilgili sorunlar, Vaşington’da dış politikayı ilgilendiren lobi gruplarının faaliyetleri ve ABD’nin Orta Doğu politikası da bulunuyordu. Bu nedenle ABD Kongresi’nde çok vakit geçirdim, Kongre üyelerinin dış politika konusundaki yardımcılarına Türkiye ve Türkiye-ABD ilişkileri konusunda bilgi aktarma görevini yürüttüm, Kongre üyelerine yapılan ziyaretlere katıldım.
ABD’de yürütme görevini üstlenen Başkan ile yasama görevini üstlenen Kongre arasında tam bir denge bulunmakta, ABD Anayasasının kurduğu, Türkçeye “kontrol ve dengeler” sistemi olarak çevrilebilecek bu durum, özellikle Kongrenin ve Başkanlık makamının farklı bir parti tarafından kontrol edilmesi halinde devlet sisteminin işleyişinde tıkanmalara neden olabilmektedir. Bu durum iç politikada daha sık görülmekle beraber dış politika için de geçerlidir.
ABD siyaseti, ülke bağımsızlığını kazandığından bu yana iki partili bir sisteme dayanmaktadır. Bu iki siyasi kuruluş Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerdir. Bu iki parti arasında ideolojik çok büyük bir fark olmaması, iki partinin de sorunlara bakışının önemli farklılıklar göstermemesi ABD’nin yönetimini kolaylaştırmakta, Başkan ile Kongre arasındaki işbirliğini (Başkanlık makamı ile Kongre farklı parti tarafından kontrol edildiği zamanlarda da) mümkün kılmaktadır.
Buna rağmen çok genel hatlarıyla Cumhuriyetçi Partinin daha fazla beyaz seçmen tabanına ve muhafazakar kesimlere dayandığını, Demokrat Partinin daha fazla siyah ve latin kökenli seçmen tarafından desteklendiğini, Demokrat Partinin kadın hakları, kürtaj ve LBGT hakları gibi ABD’yi bölen konularda daha liberal tutumlar izlediğini söylemek mümkündür. Öte yandan ABD’nin (nüfus ve toprak genişliği bakımından) büyük bir ülke olması ve federal yapısı da ABD’deki mevcut iki partili “kontrol ve dengeler” sisteminin işleyişine katkı yapmaktadır.
Vaşington Büyükelçiliğimizde müsteşar olarak görevli olduğum 5 yıllık (1985-1990) dönemde ABD Başkanlık makamında ilk önce Ronald Reagan, daha sonra da George Bush bulunuyordu. 1981 ve 1985 yıllarında iki kez Başkan seçilen, Başkan Reagan’ın görev süresi 1989 yılında tamamlandı ve yerine (yine Cumhuriyetçi Partiden olan) George Bush seçildi. Esasen George Bush, Başkan Reagan’ın Başkan Yardımcısıydı ve seçilmesinde Reagan’ın popülaritesi önemli bir rol oynamıştı. 1986 yılında patlak veren İran-Kontra skandalı nedeniyle Başkan Ronald Reagan zor günler yaşasa da, Reagan’ın popülaritesi düşmedi ve Başkan Yardımcısı Bush’un Başkanlık seçimini kazanmasında da etkili bir rol oynadı.
Vaşington Büyükelçiliğimizdeki görevime başladığımdan kısa bir süre sonra patlak veren İran-Kontra skandalı Beyaz Saray koridorlarında işlerin nasıl döndüğünü, Başkanın karar almasının Beyaz Saray’daki görevliler tarafından nasıl etkilenebileceğini, Amerikan kanunlarının bile nasıl çiğnenebileceğini göstermesi bakımından çok ilginçti. İran-Kontra skandalının yıldızı (ABD Başkanına dış politika ve güvenlik konularında yardımcı olan) Beyaz Saray Milli Güvenlik Konseyinde görevli olan yarbay Oliver North’du.
Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştığım dönemde birçok ülkeyi ziyaret etme imkanı buldum. Birçok ülkede de uzun süreli görev yaptım. Bir ülkede uzun süreli yaşamayla o ülkeye kısa süreli ziyaretler yapma arasında doğal olarak büyük bir fark var. Bir ülkede uzun süreli kaldığınız zaman o ülkeyi daha iyi görme ve tanıma fırsatı buluyorsunuz, o ülkenin sorunlarını o ülkenin halkıyla birlikte yaşıyorsunuz.
Dışişleri Bakanlığı’nda bulunduğum sırada görev gördüğüm ülkelerin hepsi benim üzerimde kalıcı etkiler bıraktı. Bakanlıktaki ilk dış görev yerim Birleşmiş Milletler Nezdindeki Daimi Temsilciliğimizdi. Bilindiği gibi Birleşmiş Milletlerin merkezi New York’ta. New York (çevresiyle 18 milyonu bulan) kalabalık, çok büyük ve çekici bir şehir. Ancak New York’un oldukça fazla problemi var. Daha sonraki yıllarda New York’a yaptığım ziyaretlerde bu problemlerin daha da büyüdüğünü gördüm. New York’un problemleri (artık eskiyen ve yetersiz hale gelmiş) Kennedy Havaalanı’ndan başlayarak şehirdeki yaşamın her boyutuna yayılmış. Ama New York hala çekici olan ve büyük sayıda turistin ziyaret ettiği bir şehir.
Birleşmiş Milletlerin sorunları da giderek büyüyor. BM, 2. Dünya Savaşının bitiminde kurulan bir örgüt. Büyük bir savaştan sonra Dünya barışını korumak için kurulmuş ve kendinden önceki Milletler Cemiyeti’nin yerini almış. BM’nin yan kuruluşlarıyla bugün dünyada hemen hemen kapsamadığı uluslararası işbirliği alanı yok gibi. BM yan kuruluşları çevreden, tarım ve gıdaya, sivil havacılıktan deniz ulaşımına, sağlıktan meteorolojiye ve ekonomik kalkınmaya kadar çok geniş bir alanda uluslararası işbirliğini yönlendirmeye çalışıyor.
BM örgütünün esas görevi ise uluslararası barışı sağlamak ve devam ettirmek. BM bu görevi yerine getirmede ciddi sorunlarla karşı karşıya. Dünya’da karşılaşılan siyasi sorunların çözümünde etkili olamadığı BM’ye yöneltilen en ciddi suçlama. BM’nin aralarında Suriye ve Yemen savaşları da olmak üzere çatışmaları engellemede etkili (başarılı) olamadığına işaret ediliyor. 2. Dünya Savaşı sonrasında (1945) kurulan BM’nin Dünya’daki bugünkü mevcut siyasi ve ekonomik güç yapısını yansıtmadığı, BM’nin temel organları olan Güvenlik Konseyi, Genel Kurul ile Ekonomik ve Sosyal Konsey’de ciddi reform ihtiyacı bulunduğu, özellikle Güvenlik Konseyi’nin yapısının değiştirilmesi ve genişletilmesi gerektiği üzerinde duruluyor.
BM’yi eleştirenler arasında sadece uluslararası sistemde ortaya çıkan yeni güç merkezleri değil, (kurucusu) ABD gibi ülkeler de bulunuyor, BM’ye ağır eleştiriler getiriyor. ABD’nin BM’ye yönelttiği eleştiriler Trump Yönetiminin işbaşına gelmesinden sonra daha da artmış gibi gözüküyor. Vaşington, BM’nin işlemeyen bir bürokrasi haline geldiğini, bütçesinin her yıl büyüdüğünü, BM’nin mali yükünün büyük bir kısmını ABD’nin karşıladığını, bu durumun sürdürülemeyeceğini, BM’nin “hantal” bürokratik yapısının küçültülmesi ve kaynak israfının azaltılması gerektiğini ileri sürüyor. ABD, BM’nin kültür yan kuruluşu UNESCO’dan ise, bu kuruluşun İsrail karşıtı tutum ve kararlarını gerekçe göstererek, ayrılmış durumda.
New York’tan sonraki görev yerim Beyrut’tu. Lübnan’da gittiğimde ülkedeki iç savaş bütün hızıyla devam ediyor, ülke yıkıcı bir çatışmanın içinden geçiyordu. Birçok ülke bu dönemde Beyrut’taki büyükelçiliklerini güvenlik sebepleriyle kapattılar. Türkiye ise iç savaşa ve Beyrut’a kadar ulaşan İsrail işgaline rağmen Beyrut’taki Büyükelçiliğini açık tutan (ABD, Sovyetler Birliği ve Fransa gibi) çok az sayıdaki ülkeden biriydi.
Beyrut Büyükelçiliği’ndeki görevime o dönemde Beyrut Havaalanının kapalı olması sebebiyle Şam üzerinden gittim. Şam ile Beyrut arasındaki karayolu, tehlikeli olmasına rağmen, Büyükelçilik mensupları için Beyrut’a ulaşmanın tek yoluydu. Beyrut’ta kaldığım 2 sene içinde uzun süreler geçici maslahatgüzar olarak da görev gördüm. Bu süre içinde Müslümanların kontrolünde olan Batı Beyrut’ta yeni inşa edilen Büyükelçilik ve Büyükelçi konutu binalarımız geniş hasar gördü ve Büyükelçilik yerleşkesini tahliye ederek Hıristiyanların kontrolündeki Doğu Beyrut’a geçmek ve Büyükelçilik faaliyetlerini bir süre Cünye’de küçük bir otelden yürütmek zorunda kaldık.
Beyrut’taki görev sürem içinde (1982 ve 1983 yılları) Lübnan birçok acı olayı yaşadı. Lübnanlı gruplar arasındaki iç savaş, Lübnan’ın iki komsusu Suriye ve İsrail’in bu savaşa doğrudan müdahaleleriyle çok daha karmaşık ve yıkıcı bir hal almıştı. Daha önce Ürdün’den çıkmak zorunda kalarak Lübnan’a yerleşen Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı ve Beyrut’tu işgal etmesi sonucu, Lübnan’dan da ayrılmak ve Tunus’a gitmek zorunda kaldı. Lübnan’da çok sayıda Filistinli mülteci bulunuyordu. FKÖ’nün ülkeden ayrılmak zorunda bırakılmasından sonra, Beyrut’ta Sabra ve Şatila kamplarında o sırada Beyrut’ta bulunan İsrail güçlerinin desteğiyle Falanjist milislerce sivil halka karşı yapılan katliamlar bütün Dünya’da büyük bir infial yarattı.
Esasında yeni Almanya-Fransa Dostluk Anlaşmasının imzalanması iki ülke arasındaki Elysee Anlaşmasının 65. yıldönümüne rastlıyor. Almanya ile Fransa arasındaki “dostluk” ve işbirliği Avrupa Birliği’nin (AB) de temelini oluşturuyor. AB’nin itici gücü Almanya ile Fransa arasındaki işbirliği ve AB’nin gelişimi ve geleceği iki ülke arasındaki bu “dostluğun” devamına bağlı.
Almanya ile Fransa arasındaki ilişkilerin tarihine bakıldığında iki ülke arasındaki bugünkü “dostluğun” kurulmasının öyle çok kolay olmadığı da apaçık ortada. İki ülke arasında Almanya’nın birliğini sağlamasından sonra (1701-1871 yılları arasında) 7 savaş yaşandığı görülüyor. Daha sonra patlak veren 2 büyük Dünya savaşının arka planında da (büyük ölçüde) Almanya-Fransa çatışmasının bulunduğu biliniyor.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının Almanya ve Fransa için çok yıkıcı olması, iki ülkenin aralarındaki sorunları ve toprak çekişmelerini savaşarak, savaşla halledemeyeceklerini anlamaları hem bugünkü Almanya-Fransa “dostluğunun” hem de Avrupa birleşme projesinin temelinde yatıyor.
Almanya ve Fransa’nın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bir araya gelmeleri ve 22 Ocak 1963 tarihinde Elysee “Dostluk” Anlaşmasını imzalamalarının hem iki ülke arasındaki ilişkilerin hem de Avrupa’nın kaderini değiştirdi sıklıkla işaret edilen bir husustur. Almanya ve Fransa, 1963 Dostluk Anlaşmasıyla hem ikili ilişkilerinin temelini oluşturmuşlar, hem de AB’nin üzerinde inşa edildiği temelin ortaya çıkmasını sağlamışlardır.
Geçen hafta imzalanan Aachen Dostluk Anlaşması Elysee Anlaşmasını teyit etmekte ve Almanya ile Fransa’nın aralarındaki işbirliğini (her alanda) arttırmaları için bir yol haritasını ortaya koymaktadır. İki ülkenin önümüzdeki dönemde aralarındaki siyasi ve ekonomik işbirliğini arttırmada kararlı oldukları, bu işbirliğinin savunma ve güvenlik alanlarında daha yakın ilişkilerle güçlendirileceği görülmektedir.
Almanya ve Fransa’nın ortak silah sanayi kurma, silah ihracatında ortak politikalar üretme kararlılığı önemlidir ve bu alanda atılacak adımlar Berlin ve Paris’in, 2018 yılında Fransa Cumhurbaşkanı tarafında ortaya atılan, AB ordusu kurma fikrinin uygulamaya koyulması hususundaki kararlılığını da göstermektedir.
Macron’un, Avrupa’nın (AB’yi kastediyor) artık savunması için ABD’ye güvenemeyeceği, Avrupa’nın kendi ordusunu kurması lazım geldiği, bunun için biran önce harekete geçilmesi gerektiği yönündeki ifadelerinin Almanya Başbakanı Merkel tarafından da desteklendiği zaten bilinmektedir. Bu nedenle Aachen “Dostluk” Anlaşmasının imzalanmasının Moskova kadar Vaşington’da da dikkatle izlendiğine şüphe bulunmamaktadır.
Aachen Anlaşması terörizmden çevre sorunlarına kadar hemen her alanda Almanya ile Fransa arasındaki işbirliğinin arttırılmasını öngörmekte, ilginç bir şekilde iki ülkenin Birleşmiş Milletler (BM) içinde ortak davranması yönünde bir madde de içermektedir. Bu maddeyi Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi’nin devamlı üyeleri içine girmek isteğinin bir yansıması olarak yorumlayanlar da bulunmaktadır.
Türkiye-Rusya ilişkilerinin temelini iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik işbirliğinin oluşturduğu çok açık bir şekilde görülüyor. İki ülke ekonomileri birbirlerini tamamlıyor. Türkiye’nin enerji ihtiyacının karşılanmasında Rusya’dan ithal edilen doğal gazın büyük bir payı var. Türk Akım boru hattının bitmesiyle Türkiye’nin enerji güvenliği daha iyi bir şekilde sağlanmış olacak. Rusya da Türk Akım boru hattıyla Balkanlar ve Güney Doğu Avrupa doğal gaz pazarına ulaşımda önemli bir üstünlük sağlayacak.
Rusya, Türkiye sanayi ve gıda ürünleri ihracatı için önemli bir Pazar. İki ülke arasındaki dış ticaret hacmi 2018 yılında 26 milyar dolar seviyesine gelmiş durumda. Rusya uzun bir dönemden beri Türkiye’nin 2. büyük ticaret ortağı. Enerji ve ekonomik işbirliği turizm alanındaki hızlı gelişmeyle destekleniyor. Geçen yıl Türkiye’yi ziyaret eden Rus turist sayısı 6 milyonu bularak, rekor bir düzeye ulaştı. Bu rakam Türkiye’yi Rus turistlerin tercih ettiği ilk ülke duruma getiriyor.
Türkiye ile Rusya arasındaki enerji alanındaki işbirliği doğal gazla sınırlı kalmıyor. Türkiye’nin ilk nükleer enerji santralı Akkuyu’da Ruslar tarafından (Rus teknolojisiyle) inşa ediyor. Akkuyu Nükleer Enerji Santralının ilk ünitesinin (Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının 100. yılı olan) 2023 senesinde hizmete girmesine çalışılıyor. Türk müteahhitlik firmalarının Rusya’daki faaliyetleri önemli bir seviyede. Bütün bu yönleriyle iki ülke birbirleri için vazgeçilemez birer ekonomik ortak durumuna gelmiş vaziyette.
Türkiye-Rusya ikili ekonomik ilişkilerinin 2015 uçak düşürme krizini başarıyla atlatmış ve 2015 yılı öncesinin de önüne geçmiş olması çok önemli. 2015 uçak krizinden kalan bazı pürüzlerin de çözümlenmesine çalışıldığı anlaşılıyor. Türkiye açısından Rusya’nın Türk vatandaşlarına uyguladığı vize muafiyetlerinin genişletilmesi ve kriz öncesi vize rejimine dönülmesi önem taşıyor.
İki ülke liderinin son Moskova görüşmesinde ekonomik ilişkilerin daha da geliştirilmesi yollarının bulunması konusunun masada olduğu biliniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin esasen sık sık görüşüyorlar. Basında iki liderin 2018 yılı içinde 7 kez yüz yüze 18 kez de telefonda görüştükleri bilgisi yer alıyor. Ankara ile Moskova arasında bu en üst düzeyde gerçekleşen görüşme trafiği bile Türkiye-Rusya ilişkilerinin iki taraf için de önemini açıkça ortaya koyuyor.
Türkiye ile Rusya arasında Suriye’de yürütülen işbirliği bütün Dünya’nın ilgisini çeken bir durum. Esasında Rusya Şam rejimini destekliyor ve Suriye politikasını Şam rejiminin güçlendirilmesi üzerine kurmuş vaziyette. Türkiye ise Suriye ılımlı muhalefetini destekliyor ve muhalefetin güçlendirilmesine çalışıyor. Temelde bakıldığında Türkiye ile Rusya’nın Suriye’de siyasi çözüm için işbirliğini gerekli kılan durum da bu. Suriye’de (siyasi çözüm için) Şam rejimiyle Muhalefetin bir şekilde anlaşması gerekiyor; Rusya ve Türkiye de bunu sağlamaya çalışıyor.
Türkiye ile Rusya’nın (Astana Süreci içinde) Suriye’de çözüm için buldukları yol ise bir Anayasa Komitesi’nin öncelikle kurulması ve Suriye’de normalleşmeyi sağlayacak, ülkeyi tekrar birleştirecek bir Suriye Anayasasının ivedilikle yapılması. Bunun kolay bir iş olmadığı Anayasa Komitesinin daha kurulması safhasında karşılaşılan zorluklardan da açıkça görülüyor.
İki liderin son Moskova görüşmesinde Anayasa Komitesi konusunun ağırlıklı olarak masada olduğu izlendi. Putin’in, Moskova Zirvesi sonrasında yapılan basın toplantısında, Anayasa Komitesinin (bir türlü) kurulamamasından Batılı ülkeleri suçlaması ise ilgi çekiciydi. Putin İstanbul’da yapılan 4’lü (Türkiye, Rusya, Almanya ve Fransa) Zirve’de liderlerin Anayasa Komitesinin kurulmasını onayladıklarını, ama şimdi Batılı ülkelerin BM Suriye Özel Temsilcisi üzerine baskı oluşturarak Komite’nin kurulmasını engellediklerini ifade etti.
Başkan Trump’ın 2016 yılında yapılan Başkanlık seçimini kazanması bütün Dünya kadar, Vaşington’u da şaşırtmıştı. Başkan Trump’ın ilk önce Cumhuriyetçi Parti Başkan adaylığını alamayacağı, bir şekilde yarıştan ayrılacağı beklentisi içinde olan Vaşington’daki kurulu siyasi yapı, daha sonra Trump’ın Demokrat Parti Başkan adayı Hillary Clinton karşısında seçimi kaybedeceği beklentisi içine girmişti.
İş adamı olan ve daha önce Vaşington’da hiçbir hükümet görevi üstlenmemiş olan Donald Trump, bütün beklentilerin önüne geçerek, ilk önce Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adaylığını aldı ve 2016 Kasım Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Clinton’u (beklenmedik şekilde) yenerek, 20 Ocak 2017 tarihinde yemin etti ve ABD Başkanlığı koltuğuna oturdu.
Başkan Trump bu hafta başında ABD Başkanlık görevinde ilk 2 yılını tamamladı. Bu 2 yılın ne Trump ne de ABD için kolay geçtiğini söylemek mümkün değil. Başkan Trump’ın 4 yıllık Başkanlık süresinin (iki yıllık) 2. döneminin çok daha zor geçeceği görülüyor. Buna rağmen Başkan Trump 2020 yılında yapılacak Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’den yeniden aday olmayı istediğini ortaya koyuyor ve Vaşington’da 2020 Başkanlık seçim kampanyası başlamış gibi.
Buna karşılık Vaşington’daki bazı çevreler Başkan Trump’ı görevden alma veya Trump’ı (bir şekilde) istifaya zorlama niyetinden vazgeçmiş gibi görünmüyorlar. Bunlar arasında Demokrat Partinin önde gelen isimlerinin ve önemli basın-yayın organlarının da bulunduğu izleniyor. Hatta Cumhuriyetçi Parti içinde bile Başkan Trump’dan bu şekilde “kurtulmayı” umanların bulunduğuna işaret ediliyor. Başkan Trump’ın çevresinde yer alan kişiler hakkında, 2016 Başkanlık seçimlerine müdahale ettiği ileri sürülen Rusya ile işbirliği yaptıkları şüphesiyle, açılmış Kongre içi ve dışı soruşturmalar devam ediyor.
Bu soruşturmaların nereye gideceği, nasıl sonuçlanacağı veya Başkan Trump’a kadar ulaşıp ulaşamayacağı belli değil. Ama hemen her gün yeni bir iddia ortaya atılıyor ve Vaşington bu iddialarla çalkalanıyor. Son olarak Başkan Trump’ın eski avukatlarından Micheal Cohen’in Başkan Trump’ın kendisinden (Trump’ın) Rusya ile olan iş ilişkileri konusunda Kongre’ye yalan söylemesini istediği yönünde suçlamalarda bulunduğu şeklinde ABD basında yer alan haberler Vaşingtonu daha da karıştırmışa benziyor. Başkan Trump bu suçlamaları kesinlikle reddediyor ve bu iddiaların (kendisi aleyhine çalışan) “sahte basın” tarafından kastı olarak üretildiğini ve ortaya çıkartıldığını ileri sürüyor.
Ama bir ABD Başkana yöneltilen yabancı bir ülke (Rusya) lehine çalıştığı, seçimleri kazanmak için bu ülke ile (şu veya bu şekilde) işbirliği yaptığı, bu ülke ile iş bağlantılarını seçim kampanyası sırasında Amerikan halkından sakladığı suçlamaları son derece ağır ve geçmişte örneği görülmüş bir şey değil. Bu suçlamaların ABD Başkanını bir şekilde köşeye sıkıştırdığı, Vaşington’daki havayı büyük ölçüde bozduğu, ABD-Rusya ilişkileri başta olmak üzere ABD’nin dış politikasını da olumsuz bir şekilde etkilediği açık. Dünya’nın Vaşington’daki kaos havasını yakından izlediği, ABD’nin Dünya’daki “güvenilirliğinin” olumsuz şekilde etkilendiği ortada.
Başkan Trump’ın görevini yürütmedeki kendine özgü (kaba olarak nitelendirilen) stilinin de işleri karıştıran bir faktör olduğu sıklıkla işaret edilen bir konu. Başkan Trump’ın dış politikayı attığı fevri “twitlerle” yönlendirmek istemesinin, sıklıkla fikir değiştirmesinin Vaşington’a güveni azaltıcı bir etki yaptığı izleniyor. Başkan Trump’ın çevresindeki isimlerin (bunlar arasında Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve Milli Güvenlik Danışmanı da var) sıkla değişmesi de Vaşington’daki havaya istikrarsız bir görüntü kazandıran diğer bir husus olarak ortaya çıkıyor.
Vaşington’daki bütün bu olumsuzluklara rağmen Başkan Trump’ın oy tabanını kaybetmediği, muhafazakar-evanjalist tabanın hala Trump’ı desteklemeye devam ettiği, bu nedenle Trump’ın Cumhuriyetçi Parti üzerindeki etsinin de sürdüğü, Trump’ın Cumhuriyetçi Partinin Kongre’deki liderlik kadrosu üzerindeki kontrolünün de kaybolmadığı üzerinde durulan diğer bir husus. Bu durumda Trump’ın 2020 Başkanlık seçimlerini de kazanabileceğine, Trump’ın ABD seçmeninin bir bölümü üzerinde yarattığı etkinin (ve siyasi çekiciliğin) kesinlikle göz ardı edilmemesi gerektiğine işaret ediliyor.
Yunanistan’da güven oylamasına giden gelişmeler hükümetin “küçük” ortağı Bağımsız Yunanlılar Partisinin (ANEL) hükümetten ayrılmasıyla başladı ve böylece Başbakan Çipras’ın partisi SYRIZA ile ANEL’ in oluşturduğu hükümet parlamentodaki çoğunluğunu kaybetti. Bunun üzerine Başbakan Çipras güven oylaması istemek zorunda kaldı.
Başbakan Çipras’ın “ortanın solu” SYRIZA Partisi’nin 300 koltuklu Yunanistan Parlamentosu’nda 145 milletvekili var. Hükümet kurabilmek için 6 milletvekiline daha ihtiyacı olan SYRIZA geçen haftaya kadar “ortanın sağında” yer alan ANEL ile bir koalisyon oluşturmuştu. Geçen hafta bu koalisyon bozuldu ve güven oylaması zorunlu hale geldi.
Başbakan Çipras’ın hükümeti güven oylamasını ANEL ’den 5, diğer “küçük” bir partiden (POTAMİ) 1 milletvekilinin (partilerinden farklı bir şekilde) olumlu oy kullanmaları sonucu kazanabildi. Güven oylamasının sadece 1 oy farkla alınabilmesi Başbakan Çipras’ın içinde bulunduğu zor durumu esasında ortaya koyan bir işaret.
Geçen haftaya kadar Yunanistan Hükümeti içinde yer alan ANEL’ in Yunanistan Parlamentosu’nda 11 milletvekili var. Partinin Başkanı Panos Kammenos. Geçen haftaya kadar Savunma Bakanlığı görevini yürüten Kammenos Türkiye’de Türkiye aleyhtarı, Ege Denizi’nde “kışkırtıcı” davranışlarıyla tanınıyor. Kısa bir süre önce Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Kammenos’u “şımarık çocuk” olarak nitelendirmiş ve bu kişinin davranışlarının kontrol altına alınması gerektiğini, yoksa Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin olumsuz bir şekilde etkilenebileceğini vurgulamıştı.
Yunanistan’da hükümetle ilgili son gelişmelere ve Kammenos’un partisi ANEL’i hükümetten çekmesine sebep olan konu ise Türkiye ile ilişkili değil. Kammenos hükümetten Başbakan Çipras’ın (Yunanistan’ın diğer bir komşusu) Makedonya ile ilişkilerdeki “tavizkar” tutumunu gerekçe göstererek ayrıldı. Bu yaz ortalarında Başbakan Çipras’ın uzun müzakerelerden sonra Makedonya ile imzaladığı “İsim Anlaşması” iki ülkede de (şiddetli) iç siyasi çekişmelere ve tartışmalara neden oluyor.
Makedonya “isim sorunu” 27 yıldan beri sürüyor. Makedonya, Yugoslavya Federasyonu’nun 1990 yılında dağılmasından sonra 1991 yılında kurulan yeni bir devlet. Ama güneydeki komşusu Yunanistan’la kurulduğu andan bu yana Dünya’yı zaman zaman “şaşkınlık” içinde bırakan bir “isim sorunu” yaşıyor. Yunanistan kuzey komşusunun “Makedonya” ismini kullanmasını istemiyor.
Yunanistan’a göre “Makedonya” ismi eski Yunan tarihine ait ve ayrı bir Makedon ulusu yok. Yunanistan Selanik ve çevresini Makedonya olarak adlandırıyor ve “başka” bir Makedonya görmek istemiyor. Yunanistan’a göre kuzey komşusunun “Makedonya” ismini kullanması eski Yunan tarihine yönelik açık bir “hırsızlık”. Makedonya’nın Büyük İskender’in “mirasına” sahip çıkması Yunanistan’ın “ciddi” itirazlarına neden oluyor ve Atina Makedonya’nın (uluslararası alanda) izole edilmesi için elinden geleni yapıyor. Buna rağmen çok sayıda ülke yeni devleti “Makedonya” ismiyle tanımış durumda.
Yunanistan’ın Makedonya ismine itirazının arka planında toprak konusu olduğu anlaşılıyor. Atina’nın ilerde Makedonya Cumhuriyeti’nin bugün Yunanistan içinde bulunan ve Makedonya olarak isimlendirilen topraklara yönelik hak iddialarından çekindiği ortaya çıkıyor. Bugün için ise konunun tarihi boyutu ön plana çıkıyor, Büyük İskender’in ve tarihi Makedonya İmparatorluğu’nun mirasının kime ait olduğu konusu üzerinden iki ülke arasında “ciddi” bir tartışma ve çekişme yaşanıyor.