ABD Başkanı Trump’ın seçim kampanyasında yer alan kişilere karşı, Başkanlık seçimi sırasında Rusya ile işbirliği yapıp yapmadıkları konusunda Kongre içinde ve dışında açılan soruşturmalar halen devam ediyor. Bu soruşturmaların nereye gideceği ve Başkan Trump’a kadar uzanıp uzanmayacağı belli değil. Ama bu soruşturmaların Başkan Trump için oldukça rahatsız edici olduğu açık. Rusya’nın 2016 Kasım Başkanlık seçimlerine müdahale ettiği veya etmeye çalıştığı konusundaki inanç ise ABD’de oldukça yaygın.
Bu soruşturmalar Başkan Trump ve çevresi için rahatsız edici bir şekilde devam ederken hafta başında etkili bir ABD gazetesinde çıkan bir iddia Vaşington’u daha da karıştırmışa benziyor. Gazetenin bu iddiasına göre Başkan Trump ABD’de federal düzeyde iç güvenliği sağlayan FBI Direktörü James Comey’i geçen yıl görevinden almadan önce, FBI Trump’in Rusya için çalışıp çalışmadığı (veya Trump’ın çalışmalarının Rusya’nın işine yarayıp yaramadığı) konusunda bir soruşturma açmak üzereydi. Bu iddianın ortaya atılması bile Vaşington’da neler olduğunu ve kutuplaşmayı açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Önde gelen diğer bir Amerikan gazetesi Başkan Trump’ın Rusya Devlet Başkanı Putin’le yaptığı görüşmelerin zabıtlarının olmadığını, tercümanın aldığı notların bile daha sonra imha edildiğini ileri süren bir haber yayınlamış bulunuyor. Amerikan basınında Trump’ın Putin’le yaptığı görüşmelerde neler konuşulduğu ve Trump’ın bu görüşmelerin içeriğini niye gizli tuttuğu soruşturuluyor, iddialar ortaya konuluyor.
Bir ABD Başkanı’nın (şu anda iddia olarak ortaya atılsa bile) Rusya için (yabancı bir ülke için) çalışmakla suçlanması tüm ABD tarihinde benzeri görülmemiş, karşılaşılmamış bir durum. Başkan Trump seçim kampanyasının Başkanlık seçimlerini etkilemek yönünde Rusya ile işbirliği yaptığı yönündeki suçlamalar gibi, kendisinin Rusya için çalıştığı konusundaki iddiaları da şiddetle reddediyor. Bu aşamada FBI’ın Başkan Trump için geçen sene içinde bir soruşturma açmaya çalıştığı yönündeki haber daha doğrulanmış değil. Ama bütün bu soruşturmalar, heberler ve iddialar Başkan Trump’ı kendini müdafaa etmeye zorlamış ve adeta köşeye sıkıştırmış gibi görülüyor. Konuya dış politika açısından bakıldığında ABD-Rusya ilişkileri ve Trump-Putin ilişkilerinin de bütün bu soruşturma ve iddialardan olumsuz şekilde etkilendiği açık.
Trump iktidara geldiğinden bu yana ABD’nin iki komşusu Kanada ve Meksika ile ilişkileri de bir türlü düzene girmiyor. Başkan Trump’ın Kanada ve Meksika ile imzaladığı yeni ticaret anlaşması da (USMCA) Kongre tarafından onaylanmadığı için henüz yürürlüğe girmiş değil. Başkan Trump’ın Kanada Başbakanı Justin Trudeau ile ilişkilerinin hiç de iyi olmadığı biliniyor. ABD-Meksika sınırına duvar inşası hususu, Vaşington’un güney komşusu ile ilişkilerini etkilediği gibi, ABD içinde çok bölücü ve tartışmalı bir iç politika konusu haline gelmiş durumda.
ABD-Meksika sınırına duvar inşası Başkan Trump’ın Başkanlık seçim kampanyası sırasından beri en fazla ön plana çıkarttığı (ve işlediği) bir konu. Trump bu duvarın İspanyolca konuşan güney komşularından ABD’ye düzensiz sığınmacı akınını önlemek için gerekli olduğunu, duvarın ABD-Meksika sınırının güvenliğini sağlayacağını, uyuşturucu madde girişini engelleyeceğini savunuyor. Duvar konusu ABD içinde Trump yönetimi ile Trump’a karşı çıkanlar arasında en önemli tartışma alanı haline gelmiş durumda.
Kongre’nin Başkan Trump’ın duvar inşası için bu yıl istediği 5,7 milyar doları sağlamaması nedeniyle ABD’de bütçe çıkartılamıyor ve üç haftayı aşkın bir süreden beri ABD’de kısmı olarak hükümet hizmetleri verilemiyor. Bunun ABD’de yaşanan en uzun kısmı hükümet kapanma krizi olduğuna işaret ediliyor. Bütçe olmaması sebebiyle bazı federal faaliyetler yerine getirilemiyor ve 800 bin kadar federal memur maaşlarını alamıyor. Federal hükümetteki kısmı kapanmanın daha ne kadar devam edeceği henüz belli değil.
Başkan Trump’ın Duvar inşası için para istemesine Kongre’den ciddi bir direniş var. Kongre’deki (muhalefetteki) Demokrat Parti liderliği ABD-Meksika sınırına bir duvar inşasına gerek olmadığını, konunun Başkan Trump tarafından iç politika nedenleriyle istismar edildiğini savunuyor ve duvar yapımı için para ayırmayı reddediyor. Kongrenin çıkarttığı bütçeler ise Başkan Trump tarafından onaylanmıyor ve federal hükümetin kısmı kapanması krizi devam ediyor. Başkan Trump konuyu şimdiye kadar “milli acil durum” ilan ederek halletme yoluna da gitmedi. Bu yola gitmesi halinde Demokrat Parti’nin Trump’ın kararını yargı yoluna taşıyarak engellemeye çalışacağına kesin gözüyle bakılıyor.
ABD Dışişleri Bakanı Orta Doğu ziyaretine Ürdün’den başladı. Oradan Irak’a geçti. Irak’taki ABD askerlerini ziyaret etti; Irak Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Dışişleri Bakanı ile görüştü. Pompeo daha sonra Mısır’ı, Bahreyn’i, Birleşik Arap Emirlikleri’ni, Katar’ı, Suudi Arabistan’ı ziyaret etti. Pompeo’nun Arap başkentleri turunun son iki durağı ise Umman ve Kuveyt olacak. Dışişleri Bakanı Pompeo Kahire’de bulunduğu sırada Başkan Trump döneminde ABD’nin Orta Doğu politikası üzerine bir konuşma yaptı, Vaşington’un bölgedeki önceliklerini açıkladı.
Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Orta Doğu ziyaretinin esas amacının bölge Arap rejimlerini (Suriye’den çekilme kararından sonra) ABD’nin bölgeye olan uzun dönemli taahhüdü, DEAŞ’la mücadeleye devam konusundaki kararlılığı konusunda ikna etmek olduğu ifade ediliyor. Pompeo’nun yaptığı konuşmalarda da ABD’nin Orta Doğu bölgesine uzun dönemli ilgisi konusunda (Vaşington’a yakın) Arap rejimlerini ikna etmeye özen gösterdiği izlendi.
Pompeo’nun Arap başkentindeki konuşmalarında Vaşington’un hedefinde İran olduğu açıktı. Basınında Pompeo’nun Kahire konuşmasında İran adının 25 kere geçtiğine işaret edildi. Vaşington’un Arap ülkelerini İran tehdidi karşısında birleşmeye çalıştığı anlaşılıyor. Vaşington tarafından ortaya atılan Orta Doğu Stratejik İttifakı fikrinin arkasında Mısır ve Ürdün’ü Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri ile Tahran rejimine karşı birleştirme fikri var. Katar dışındaki KİK ülkeleri (Suudi Arabistan, Umman, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn) İran “tehdidi” konusunda zaten Vaşington’a bakıyorlar. Pompeo’nun Orta Doğu ziyareti sırasında Orta Doğu Stratejik İttifakı (MESA) konusunun görüşmelerde masada olduğu ortaya çıkıyor.
Arap NATO’su olarak da taktim edilen MESA konusunda ciddi kaygılar da var. MESA’nın İslam Dünyasını daha da bölmeyi amaçladığı vurgulanıyor. MESA’nın gerçekleşmesi konusunda Suudi Arabistan ile müttefikleri ve Katar arasındaki sorunların ciddi bir engel oluşturduğu da ifade ediliyor. İran’ın MESA’ya en fazla tepki gösterecek ülke olduğu açık. Rusya ise MESA konusunda henüz açık bir muhalefet ortaya koymuş değil. Ama nereden bakarsanız bakın MESA akla Orta Doğu’da “Soğuk Savaş” dönemindeki gelişmeleri çağrıştırıyor.
Pompeo’nun Kahire konuşmasına açık tepki (beklendiği gibi) İran’dan geldi. İran Dışişleri Bakanı Zarif Orta Doğu’daki sorunların temelinde ABD politikalarının bulunduğunu, ABD’nin Orta Doğu’da girdiği her yerde “kaos” ve “kırgınlık” yarattığını açıkladı.
Her ne kadar Kahire’de yaptığı konuşmada Filistin sorununa hemen hiç değinmese de, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Arap başkentlerini kapsayan Orta Doğu turunun bir amacını da Vaşington’un Filistin sorununu çözmek amacıyla hazırladığı planı Arap ülkelerine “satmak” olarak görenler var. Vaşington bu planı “Asrın Çözümü” olarak nitelendiriyor. Plan henüz açıklanmış değil. Ama planın Başbakan Netanyahu’nun görüşleri doğrultusunda hazırlandığı anlaşılıyor. Filistinliler planı kabul etmeyeceklerini ve Trump Yönetimi döneminde ABD’nin Filistin sorunu konusundaki “inanılır, dürüst arabulucu” rolünü kaybettiğini zaten açıklamış durumdalar.
Vaşington’un Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinden Filistin yönetimini zorlamalarını ve Filistin Yönetimi’ne planı kabul ettirmelerini beklediği ortaya çıkıyor. Pompeo’nun “Çözüm planını” Kahire, Amman ve Riyad gibi başkentlerde ne ölçüde masaya getirdiği henüz açık değil. Ama Pompeo’nun Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki yakınlaşmayı daha da ileri götürmeye çalıştığı izleniyor.
Başbakan Netanyahu’nun kısa bir süre önce Umman’ın başkenti Muskat’a yaptığı “sürpriz” ziyaretin arkasında Vaşington’un olduğu zaten biliniyor. Vaşington’un yeni “sürprizler” için çalıştığı yönünde işaretler ortaya çıkmış durumda. Önde gelen bir Amerikan gazetesinde Başbakan Netanyahu’nun Riyad’a da “sürpriz” bir ziyaret yapabileceği bile yazılabiliyor. Bunun Suudi Arabistan’da Suudi halkında doğuracağı tepki açık. Ama ABD’deki bazı çevrelerin Kaşıkçı cinayetinin Suudi Arabistan rejimi üzerinde yarattığı (ABD Kongresi tarafından arttırılan) baskıyı kullandıkları ve rejimi daha da İsrail’e itmeye çalıştıkları da düşünülemeyecek bir şey değil.
Bunlar arasında en ilgi çekenlerden birisi Ukrayna Cumhurbaşkanı Poroşenko’nun İstanbul’a yaptığı ziyaret oldu. Cumhurbaşkanı Poroşenko kısa bir süre içinde 3. kez Türkiye’deydi. İstanbul’da bulunduğu sırada Fener Patrikhanesi’nde düzenlenen Ortodoks yeni yıl kutlama ayinine katıldı, Ukrayna Kilisesi’nin “bağımsızlık” belgesini Patrik Bartholomeos’dan aldı.
Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin Moskova Ortodoks Patrikhanesi’nden ayrılarak bağımsız bir statü kazanması süreci 2018 yılı yaz aylarından bu yana devam ediyor ve Dünya’nın ilgisini çekiyor. Ortadoks Kilisesi içinde yaşananlar son 100 yılın en önemli dini ayrışması olarak nitelendiriliyor. Cumhurbaşkanı Poroşenko’ya göre Ukrayna Kilisesi’nin Moskova Patrikhanesinden ayrılması Ukrayna’nın (Rusya’dan) bağımsızlığını tamamlayıcı bir gelişme.
Ancak Ukrayna’da herkes durumu bu şekilde görmüyor. Hala Moskova Patrikhanesi ile bağlarını devam ettiren Kiliseler var. Rusya yönetimi ile Moskova Patrikhanesi’nin gelişmelerden memnun olmadığı da açık olarak ortada. Moskova durumu Cumhurbaşkanı Poroşenko’nun 31 Mart 2019 tarihinde yapılması planlanan Ukrayna Cumhurbaşkanlığı seçimini tekrar kazanmak için “tezgahladığı” siyasi bir oyun olarak görüyor.
Ukrayna Kilisesi’nin “bağımsızlığını” tanıyan “Otosefali” belgesinin İstanbul Fener Ortodoks Patrikhanesi tarafından hazırlanması nedeniyle konunun Dünya’daki iki büyük Ortodoks Kilisesi arasındaki ilişkileri de ilgilendiren bir yönü var. Hıristiyan Ortodoks Dünyası’nda İstanbul Patrikhanesi “eşitler arasında birinci” sayılıyor, ruhani üstünlüğü diğer Ortodoks Kiliseleri tarafından da kabul ediliyor. İstanbul ve Moskova Ortodoks Patrikhaneleri arasındaki tarihi rekabet ve husumet ise gayet iyi biliniyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra İstanbul ve Moskova Patrikhaneleri arasında ilişkilerin “normalleştirilmesi” için özel bir gayret gösterildiği, Patrik Bartholomeos ile Patrik Kiril’in zaman zaman bir araya geldikleri ve iki Patrikhane arası “ilişkileri” görüştükleri hatırlanıyor. Moskova Patrikhanesinin Ukrayna Kilisesi’nin bağımsızlığını tanıyan İstanbul Patrikhanesi ile ilişkilerini tamamen keseceğini açıklaması (Ortodoks Dünyası’nın ruhani liderliğine soyunan) iki Patrikhane arasındaki husumetin geri dönmesi anlamına geliyor.
Moskova Patrikhanesi’nin gelişmelere tepkisi o kadar büyük ki, Moskova, İstanbul Patrikhanesi’ni Cumhurbaşkanı Poroşenko’dan büyük bir para almakla bile suçluyor. Patrik Bartholomeos bu suçlamaları geçen Pazar günü yapılan dini ayinde reddetti ve Cumhurbaşkanı Poroşenko’nun İstanbul Patrikhanesi’ne sadece çikolata verdiğini şaka olarak dile getirdi.
İstanbul ve Moskova Patrikhaneleri arasındaki rekabet ABD ve Rusya ile AB ve Rusya ilişkileri açısından da önemli. Dünya’da 300 milyonun üzerinde Ortodoks Hıristiyan’ın yaşadığı biliniyor. Vaşington başından beri İstanbul Ortodoks Patrikhanesi’nin “ekümeniklik” iddiasını desteklemektedir. Bu İstanbul Ortodoks Patrikhanesi’nin “evrensel” olma iddiasıyla alakalı bir durumdur. Ukrayna Kilisesi’nin bağımsızlığıyla ilgili süren gelişmeler Ortodoks Dünyası içindeki bölünmeler yanında, İstanbul ve Moskova Patrikhanelerinin (Ortodoks Dünyası içinde) oynamak istedikleri rolü göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.
Cumhurbaşkanı Poroşenko İstanbul’da bulunduğu sırada Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmüştür. Giderek bozulan Ukrayna-Rusya ilişkileri ile Karadeniz’de artan gerginliğin Türk dış politikası için önemli bir sorun yarattığı açıktır. Türkiye, Rusya’nın Kırım’ı ilhakını tanımamıştır. Kırım nüfusunun % 12 kadarını Tatarlar oluşturmaktadır. Tatarlar üzerindeki baskının arttığı yönündeki haberler Türkiye’de tedirginlik yaratmaktadır.
Geçen yıla baktığımızda en dikkat çekici olay Başkan Trump iktidara geldikten sonra ABD dış politikasında meydana gelen değişimdir. Başkan Trump’ın “Amerika İlk” olarak açıkladığı ideolojik yaklaşım temelinde ABD dış politikasında ciddi değişim 2018 yılında uluslararası sistemi etkileyen bir şekil almaya başlamıştır.
ABD-Çin ilişkilerindeki gerginliğin hızla büyüdüğü ve iki ülke arasında bütün Dünya’yı etkileyebilecek bir “ticaret savaşı” dönemine girilmekte olduğu izlenmektedir. Başkan Trump’ın Çin’i ABD’nin Dünya’daki en büyük rakibi olarak gördüğü ortaya çıkmaktadır. Çin halen ABD’den sonra Dünya’daki 2. büyük ekonomidir. Tahminler Çin’in yakın bir zamanda Dünya’daki en büyük ekonomi olarak ABD’nin önüne geçeceğini göstermektedir.
ABD-Çin ilişkilerindeki sorunlar sadece ekonomik rekabet ve ticaret alanında değildir. Çin’in Dünya’daki en büyük askeri güç durumuna gelmek istemesinin Vaşington’u rahatsız ettiği açıktır. Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki adalara sahip çıkması, hatta burada suni adalar yaratarak bölgedeki hakimiyetini genişletmek istemesinin (Filipinler ve Vietnam başka olmak üzere) bölge ülkeleri kadar ABD’yi de rahatsız ettiği izlenmektedir. Bölgedeki güçlü ABD donanmasının sıklıkla Çin’in egemenlik iddialarını reddetmek için Güney Çin Denizi’nde varlık gösterdiği; Çin ve ABD savaş gemileri arasında gerginlik yaşandığı bilinmektedir.
Vaşington-Pekin ilişkilerindeki gelişmeler bütün Dünya’yı ve uluslararası sistemi öncelikli olarak ilgilendirse de, ABD’nin dış politikasında en dikkat çekici değişim ABD-Avrupa Birliği ilişkilerinde ortaya çıkmıştır. Başkan Trump’ın Almanya-Fransa ekseni çevresinde birleşen Avrupa Birliğini de (Çin kadar) ABD’nin Dünya’daki hakimiyeti için ciddi bir rakip olarak gördüğünün 2018 yılı içinde ortaya çıkması bir çok kişiyi şaşırtmıştır.
Vaşington-AB ilişkilerinde ilk ciddi ayrışma Haziran ayında Kanada’da yapılan G-7 Zirvesinde patlak vermiş; Dünya’daki en zengin 7 Batı ülkesini bir araya getiren G-7 toplantısı sonucunda (çıkan görüş ayrılıkları nedeniyle) ortak bir sonuç bildirisi bile yayınlamak mümkün olmamıştır. ABD ile AB’nin başta gelen ülkeleri arasındaki ayrışmalar Temmuz ayında Brüksel’de yapılan NATO Zirvesi’nde de sürmüş; Başkan Trump ile Almanya Başbakanı Merkel arasındaki gerginlik Dünya kamuoyunun da dikkatini çekecek ölçülere çıkmıştır. Başkan Trump Avrupa’nın NATO’ya olan mali katkısını arttırmasını isteyen, AB’nin ABD’yi istismar eden ticari uygulamalarını eleştiren söylemlerini devam ettirmiştir.
ABD ile AB arasında küresel ısınma ve iklim değişikliği konularındaki görüş ayrılıkları Başkan Trump’ın ABD’yi Paris İklim Değişikliği Anlaşması’ndan çekmesinden sonra bütün açıklığıyla ortaya çıkmış; ABD Polonya’da yapılan İklim Değişikliği Konferansı’na (GOP 24) katılmamıştır. Trump Yönetimi ile Brüksel (AB) arasında düzensiz göç konusunda da ciddi görüş ayrılıkları bulunduğu izlenmiş; Trump yönetimi (bağlayıcılığı olmamasına rağmen) BM Düzensiz Göç Anlaşması’nın imzaya açılması için toplanan Marakeş (Fas) Konferansına da katılmamış; (AB’nin teşvikiyle BM tarafından hazırlanan) Anlaşmayı da imzalamamıştır.
Vaşington-Brüksel arasında bir anlaşmazlık konusu da Trump yönetiminin ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan 2018 yılı Mayıs ayında çekmesiyle ortaya çıkmıştır. AB, İran Nükleer Anlaşması’nı İran’ın nükleer silah üretmesinin engellenmesi konusunda varılabilecek en iyi sonuç olarak görürken, Başkan Trump Anlaşma’nın İran’a gereksiz yere birçok taviz verdiğini, İran’ın nükleer teknolojide çalışmalarını sürdürmesi ve füze teknolojisini geliştirmesini engellemediğini, İran’ın bölgesinde giriştiği “yıkıcı” eylemleri de görmemezlikten geldiğini savunmaktadır.
Başkan Trump, ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çektikten sonra, Tahran’a karşı 2018 yılı içinde (2 aşamada yürürlüğe giren) çok kapsamlı yeni bir “yaptırımlar rejimi” uygulamaya başlamıştır. AB yetkilileri ve AB’nin önde gelen ülkeleri Vaşington’un bu yaptırımlarıyla kendilerini bağlı görmediklerini ve İran Nükleer Anlaşması’na bağlı kalacaklarını açıklamalarına rağmen, Avrupalı büyük firmaların ABD baskısına boyun eğdikleri görülmektedir. ABD yaptırımlar rejiminin İran’la işbirliği yapacak firmalara da yaptırım öngörmesi sonucu Avrupalı büyük firmaların tamamı İran’dan çekilmişler ve İran’la ekonomik ilişkilerini kesmişlerdir.
Akdeniz gibi Karadeniz de Türkiye için önem taşımaktadır. Rusya-Ukrayna ilişkilerindeki gelişmeler Türkiye’nin Karadeniz’deki gelişmeleri de dikkatle izlemesini zorunlu kılmıştır. 2018 yılında Rusya-Ukrayna ilişkileri daha da gerginleşmiş, 2018 Azak Denizi üzerinden Moskova ile Kiev arasında yaşanan bir gerginlikle kapanmıştır. 2019 yılında Ukrayna’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacak olması Moskova-Kiev ilişkilerinin daha da gerginleşmesi tehlikesini arttırmaktadır. Karadeniz’de dengelerde meydana gelebilecek her türlü gelişme Ankara’yı doğrudan ilgilendirmektedir.
Karadeniz’de Türkiye’nin iyi ilişkiler devam ettirdiği iki komşu arasındaki gerginlikte olabilecek yeni tırmanmalar Ankara için rahatsızlık vericidir. Ancak, Ankara’dan bakıldığında, Karadeniz’deki sorun Rusya ile Ukrayna arasındaki gelişmeler, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’daki ayrılıkçı savaşı desteklemesi değildir. Avrupa Birliği (AB) ve NATO’nun Rusya ve Ukrayna sorununa artan ölçülerde karışması ihtimali Türkiye için daha da tedirginlik vericidir.
Karadeniz’de bir NATO-Rusya gerginliği, Montrö Anlaşmasının tartışılmaya açılması Ankara’nın istemediği hususlardır. Gürcistan ve Ukrayna sorunları Karadeniz’deki dengeleri zorlayıcı yönde gelişme özellikleri taşımaktadır. Bugün Karadeniz’e kıyıdaş olan ülkelerden Bulgaristan ve Romanya da hem NATO hem de AB üyesidir. NATO’nun Karadeniz’de daimi bir deniz gücü oluşturmak istemesi Karadeniz’de yeni ve ciddi sorunlara yol açabilecek gelişmeleri başlatabilecektir. Son Azak krizi sırasında NATO ve AB’nin Ukrayna-Rusya krizine doğrudan karışma yönündeki (Ukrayna’dan gelen) çağrılara olumlu yaklaşmamaları dikkat çekici ve Ankara için oldukça rahatlatıcıdır.
Ankara’nın 2019 yılında Suriye’deki gelişmeler kadar Irak’la da ilgilenmesi gerekecektir. Başkan Trump’ın Noel vesilesiyle Irak’taki ABD askerlerine yaptığı ziyaretin Irak’ta yeni tartışmalara neden olduğu izlenmiştir. Trump’ın Irak’a yaptığı kısa ziyaret sırasında Irak Başbakanı Adil Abdulmehdi ile (yüzyüze) görüşmemesi dikkatleri çekmiş, çeşitli yorumlara neden olmuştur. Irak, ABD ile İran arasında bölgedeki rekabetin en yoğun olduğu düşünülen ülkedir. Başkan Trump, Suriye’den çekilme kararının hemen arkasından gelen Irak (Irak’taki Amerikan askerlerini) ziyareti sırasında, ABD’nin Irak’tan çekilmeyeceğini açıklamıştır.
Türkiye açısından önemli bir ekonomik ortak olan Irak, PKK ile mücadele açısından da büyük önem taşımaktadır. 2019’da Ankara’ya yapılacak ilk üst düzey resmi ziyaretlerden birinin Irak’tan gelecek olması ilgi çekicidir. Irak Cumhurbaşkanı Bahram Salih yeni yılın ilk haftasında Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirecektir. Ankara’ya 2018’in Cumhurbaşkanı düzeyinde son ziyaretinin İran’dan yapılmış olması çerçevesinde bu ziyaretin de ilgi çekmesi beklenmektedir.
Irak 1970’lerden bu yana Türkiye için önemli bir ekonomik ortak durumuna gelmiştir. Irak, uzun bir dönemden beri, Türkiye’nin dış ticaretinde ilk beş ülke arasına girmektedir. 2018 yılında da durum böyledir. 2018 yılı yaz aylarında Türkiye’nin Irak içinde Kandil’in kuzey bölgelerinde (Hakurk’ta) düzenlediği kara operasyonu, Aralık ayında Sincar ve Karacak Dağı’na düzenlenen yoğun hava operasyonu Türkiye’nin Irak’ta PKK ile mücadeledeki kararlılığını açıkça ortaya koymaktadır.
Irak’ta 2018 yılı içinde yapılan seçimler sonucu yeni bir Başbakan bulunmaktadır. Başbakan Abdulmehdi hem İran’a hem de ABD’ye yakın olarak bilinmektedir. 2019 yılı içinde Türkiye, Irak’ta merkezi yönetimle ilişkilerini geliştirmek yanında, Kürt Özerk Yönetimi’yle ilişkilerinde de düzenlemelere gitmek durumundadır. Ankara-Erbil ilişkilerinde, Barzani’nin bağımsızlık referandumunda ısrarından bu yana, süren soğukluk hala devam etmektedir. Ankara-Bağdat kadar Ankara-Erbil ilişkilerinin de yeni bir temel üzerinde yapılanması önem taşımaktadır.
İran’la ilişkiler Ankara için 2018’de önemini arttırarak sürdüren diğer bir konu olmuştur. Vaşington-Tahran ilişkilerindeki hızlı bozulmanın Ankara tarafından 2019 içinde de yakından takip edilmesi gerekecektir. Başkan Trump seçim kampanyası sırasında başlattığı İran karşıtı söylemlerini 2018 yılında, iktidara geldikten 1,5 yıl kadar sonra uygulamaya geçirmiş, ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çekmiş, ABD İran’a yeniden geniş bir yaptırımlar rejimi uygulamaya başlamıştır. Türkiye’nin Vaşington tarafından bu yaptırımlar rejiminden muaf tutulan az sayıdaki ülke içinde tutulması her ne kadar şimdilik Ankara’yı bir ölçüde rahatlattı ise de, İran’ı izole etmek (hatta mevcut rejimi değiştirmek) için başlatıldığı anlaşılan politikaların yakından izlenmesi gereği devam etmektedir.
Türkiye esasen 2017 yılı ortalarında gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı Operasyonu ile Azez-Cerablus-Bab üçgeni içinde kalan 2 bin km2 kadarlık bir toprağın DEAŞ’tan alınarak Özgür Suriye Ordusunun (ÖSO) kontrolüne geçmesini sağlamış, böylece Türkiye sınırının hemen güneyinde PYD/YPG’nın kontrolünün Fırat’ın hemen batısında genişletmesi önlenmişti.
2018 Yılında Türkiye, Afrin bölgesini de PYD/YPG’nin kontrolünden çıkartarak, ÖSO’nun bu bölgede de hakimiyetini sağladı; böylece PYD/YPG’nin Suriye’de Irak’tan Akdeniz’e kadar uzanan bir bölgede kontrol sağlaması yönünde olabilecek planları tamamen boşa çıkartıldı. Afrin’deki Zeytin Dalı operasyonuyla (Münbiç dışında) PYD/YPG’nin Fırat’ın batısında kontrol ettiği topraklardaki kontrolünü kaybetmesi, Fırat’tan Türkiye’nin Hatay iline kadar Türkiye-Suriye sınırının hemen güneyindeki toprakların ÖSO kontrolüne girmesi sağlanmış oldu.
Suriye sorunu 2018 yılı boyunca Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemeye devam etti. Vaşington’un PYD/YPG ile giriştiği işbirliği Ankara’da giderek artan bir tepkiye neden oldu. ABD’li bazı yetkililerin Vaşington’un PYD/YPG ile Suriye’de olan ortaklığını “geçici ve taktiksel” olarak nitelendirmesi Ankara’da fazla bir yankı bulmadı. Vaşington’un PYD/YPG ile büyüyen ortaklığı ile Suriye’deki askeri varlığını DEAŞ’la mücadele ve İran’ın bölgedeki etkisinin azaltılması gerekçesiyle açıklaması da Ankara’da artan kuşkuları ortadan kaldırmadı.
Türkiye’den bakıldığında ABD-PYD/YPG ortaklığı giderek Suriye’nin toprak bütünlüğünü hedef alan ve Türkiye’nin hemen güneyinde Suriye (ve Irak topraklarının) bir bölümünde PKK kontrolünde bir Kürt devleti kurulması yönünde gelişen bir şekil almaktaydı. 2018 yılı son aylarında Türkiye’nin bu kez PYD/YPG kontrolündeki Doğu Suriye’de askeri bir operasyon yapma kararlılığının ortaya çıkması, Ankara-Vaşington hattında ilişkilerin daha da gerginleşebileceği yönündeki endişeleri arttırdı.
Türkiye açısından ABD ile Münbiç’te bir anlaşmaya varılması önemliydi ve Ankara Münbiç yol haritasının PYD/YPG kontrolündeki Doğu Suriye’de de uygulanmasını istiyordu. Ancak Münbiç anlaşmasının uygulanmasındaki gecikmeler Ankara’daki tepkiyi daha da büyüttü. Vaşington’un Münbiç yol haritasını Doğu Suriye’ye yayma konusunda harekete geçmeyeceği de daha açık bir şekilde ortaya çıktı. Türkiye’nin Doğu Suriye’de (PYD/YPG’ye karşı) askeri bir operasyon hazırlıkları üzerine ABD’den gelen bazı adımlar Ankara tarafından ABD’nin PYD/YPG’nin (Türkiye’ye karşı) koruyuculuğuna soyunması olarak nitelendirildi.
ABD’nin Türkiye-Suriye sınırında (YPG ile birlikte) gözlem noktaları kuracağını açıklaması ve ABD Genel Kurmay Başkanının Doğu Suriye’de 35 ila 40 bin kişilik bir ordu kurulması fikrini tekrar ortaya atmasından çok kısa bir süre sonra Beyaz Saray’dan gelen Suriye’den çekilme kararı sadece Dünya’yı değil Vaşington’daki bir çok ABD’li yetkiliyi de “şaşkınlık” içinde bıraktı. Başkan Trump’ın Suriye’den çekilmeyi uzun bir süreden beri savunduğunun bilinmesine rağmen, Beyaz Saray’dan gelen çekilme kararı “sürpriz” olarak nitelendirildi. Başkan Trump ile aynı fikirde olmayan ve kendisine danışılmamasından tedirgin olduğu anlaşılan Savunma Bakanı James Mattis görevinden istifa etti. Mattis’in ilk önce Şubat ayı sonunda görevini bırakacağı açıklanmışken, daha sonra istifanın hemen (Aralık ayı sonunda) yürürlüğe gireceği açıklandı.
ABD’nin Suriye’den çekilme kararı Türkiye-ABD ilişkilerinde ciddi bir sorunu ortadan kaldırmış gibi görünmektedir. Başkan Trump’ın çekilme kararını Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yaptığı telefon görüşmesinde aldığı yönündeki açıklama ve haberler ilgi çekicidir. Türkiye ile ABD’nin Suriye’de (sorunun başında olduğu gibi) tekrar işbirliği yapma imkanlarının ortaya çıktığı üzerinde durulmaktadır. Türkiye’den gelen Doğu Suriye’deki mücadelenin tüm terör örgütlerini (PYD/YPG yanında DEAŞ’ı da) kapsayacağı yönündeki açıklamalar dikkat çekmektedir.
ABD’nin çekilme kararı öte yandan Suriye’de yeni bir durumu ortaya çıkartmaktadır. ABD’nin çekilmesinden sonra şu anda PYD/YPG’nin kontrol ettiği (Doğu ve Kuzey Suriye’deki) toprakların kimin eline geçeceği (Suriye’nin geleceği açısından) önemlidir. Rusya’dan gelen Doğu Suriye’nin Şam rejiminin eline geçmesi gerektiği yönündeki ilk açıklamaların Ankara için rahatlatıcı olmadığı açıktır. ABD’nin Suriye’den çekilmesinin mutlaka düzenli şekilde yapılması ve Türkiye ile koordineli bir şekilde aşamalı gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
İsrail’in kara sınırı paylaştığı 4 Arap komşusu var. Bunlar Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan. İsrail’in uzun bir süreden beri Mısır ve Ürdün’le diplomatik ilişkileri var. Mısır 1979, Ürdün ise 1993 yılında İsrail’i tanımış ve diplomatik ilişki kurmuş. Mısır ve Ürdün’ün İsrail’le siyasi ve ekonomik ilişkileri bugün oldukça yoğun bir düzeye gelmiş durumda.
İsrail’in diğer 2 Arap ülkesiyle ilişkilerinde ise savaş durumu devam ediyor. Ne Suriye ne de Lübnan, İsrail’le ateşkese rağmen, bugüne kadar barış antlaşması imzalamamışlar. Suriye’nin bir bölümü, Golan Tepeleri ve Kuneytra, esasen İsrail işgali altında. İsrail’in işgali altındaki Şeba Çiftliklerinin Lübnan’a mı Suriye’ye mi ait olduğu konusunda ise farklı görüşler var. İsrail bu bölgeyi Suriye’den ele geçirdiğini ileri sürerken, Suriye ve Lübnan ise Şeba Çiftliklerinin Lübnan’a ait olduğunu belirtiyor.
Lübnan-İsrail sınırı 1948 Arap-İsrail savaşından sonra oluşmuş. Ancak o dönemde bu yana sınırda barış sağlandığını söylemek zor. Sınırda sürekli bir gerginlik var. Güney Lübnan’da iki ülke arasındaki ateşkesi izlemek amacıyla BM Barış Gücü de bulunuyor. Buna rağmen İsrail’in bi88ri 1982, diğeri 2006 yılında 2 kez Lübnan’ı işgal ettiği, Güney Lübnan’da (güvenliğiyle ilgili olduğunu ileri sürdüğü) düzenlemelere girişmeye çalıştığı hatırlarda.
İsrail’in 1982 yılında Lübnan’ı işgali o dönemde Lübnan’a yerleşmiş olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 2006 yılında Lübnan’ı işgali ise Hizbullah ile savaşı olarak biliniyor. İki işgal sırasında da İsrail Lübnan’da önemli kayıplar vermiş ve sonunda Lübnan’dan çekilmek zorunda kalmıştı.
Orta Doğu’daki mevcut şartlar altında İsrail’in Lübnan’a yeni bir müdahalesi beklenmiyor. Ama İsrail-Lübnan ilişkilerinin geçmişine bakıldığında gerginliklerin hızlı bir şekilde tırmanabildiği de bir gerçek. Lübnan sınırındaki çatışmalar ve (kayıplara yol açan) Lübnan’ın işgali İsrail’de pek de popüler değil. Buna rağmen mevcut koalisyon hükümetini bir arada tutmakta zorlanan, hakkındaki usulsüzlük soruşturmalarından rahatsız olan ve Nisan ayında erken seçime gideceğini açıklayan Başbakan Netanyahu’nun Lübnan sınırında (dikkatleri bu yöne çevirmek için) yeni maceralara girmek istemesi çok da ihtimal dışı değil.
Lübnan bugün Orta Doğu bölgesindeki dengelerde önemli bir rol oynamaya devam ediyor. Nüfusu sadece 6 milyon. Buna rağmen Lübnan toplumundaki din ve mezhep çizgilerindeki bölünme ülke siyasi hayatını ve ülkenin dış bağlarını büyük ölçüde etkiliyor. Ülke nüfusu her şeyden önce Hıristiyan ve Müslüman olarak ikiye bölünmüş durumda. Hıristiyanlar Maronitler ve Ortodokslar olarak, Müslümanlar ise Şii ve Sünniler alarak ana gruplara ayrılmış. Lübnan toplumunun 18 etnik ve dini gruptan oluştuğu ifade ediliyor.
Ufak bir ülkenin nüfusunun bu şekilde bölünmesi kurulduğundan bu yana Lübnan’ı dış müdahalelere açık bir duruma getirmiş. Lübnan siyasi tarihi İsrail ve Suriye’nin ülke iç ve dış politikasına müdahaleleriyle dolu. Bağımsızlıktan bu yana (1946) Lübnan çeşitli kereler Suriye ve İsrail’in işgaline uğramış ve iki komşusu arasındaki mücadelenin yapıldığı bir alan haline gelmiş.
Lübnan’ı her şeyden önce ülkede yaşanan ve büyük yıkım getiren iç savaşla hatırlıyoruz. Lübnan iç savaşı 1975-1990 yılları arasında yaşanmış, ülkeye büyük bir yıkım getirdiği gibi, Lübnan nüfusunun tamamen kutuplaşmasına yol açmış. Lübnan nüfusu içindeki bu kutuplaşma bugün de devam ediyor. Ancak bütün bu olumsuz tabloya rağmen Lübnan hala Arap Dünyası içindeki ender serbest ve çoğulcu toplumlardan biri olma özelliğini koruyor. Belki de (Tunus’la birlikte) demokratik ve çoğulcu sayılabilecek 2 ülkeden birisi.
Suriye Demokratik Güçleri adı altındaki bu milis güçlerinin temelini ise Türkiye’nin PKK’nin Suriye uzantısı olarak kabul ettiği PYD/YPG oluşturuyor. Diğer bir deyişle bugün PKK, ABD’nin sağladığı destekle, Suriye’nin 1/3’ini kontrolü altında bulunduruyor. Türkiye ile ABD arasında Suriye’deki en büyük sorun da esasen buydu. Vaşington’un PKK’nin Suriye uzantısı olan terörist bir örgütü askeri ve siyasi açıdan desteklemesi, eğitmesi ve silahlandırması.
Şimdiye kadar ABD bunu DEAŞ ile mücadele gerekçesiyle yapıyordu. Başını Pentagon’daki (ABD Savunma Bakanlığı) bir grubun çektiği Vaşington’daki bazı odaklara göre DEAŞ ile mücadele ABD’nin Suriye stratejisinin temeliydi ve bu mücadele için işbirliği yapılacak yerel en uygun güç ise PYD/YPG idi. Bu çerçevede, PKK’yi terörist bir örgüt olarak tanıyan ABD, PYD/YPG’nin PKK ile (kendilerince de çok iyi bilinen) bağlarını, NATO müttefiki bir ülkenin topraklarında terör faaliyetlerinde bulunmasını önemsemiyor, aldırış etmiyordu.
Diğer bir deyişle Vaşington’daki bazı çevreler bir terör örgütüyle (DEAŞ’la) mücadeleyi diğer bir terör örgütüyle (PYD/YPG) yürütmede hiçbir sakınca görmüyor, Türkiye’nin itirazlarını ise “oyalama taktikleriyle” geçiştirmeye çalışıyordu. Daha da kötüsü son dönemlerde, Ankara’dan gelen Doğu Suriye’de askeri bir operasyon sinyalleri üzerine, ABD’nin PYD/YPG’yi Türkiye’ye karşı korumak amacıyla harekete geçtiğini gösteren işaretler artmış, Türkiye ile ABD’nin Suriye’de karşı karşıya gelmesi tehlikesi ortaya çıkmış, Türkiye-ABD ilişkileri ciddi bir tehdidin altına girmiş gibi gözüküyordu.
Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararı bu tabloyu değiştirmiş, her şeyden önce Suriye’de Türkiye-ABD çatışması tehlikesini ortadan kaldırmıştır. Başkan Trump kararını açıklarken DEAŞ’ın yenilgiye uğratıldığını ve artık ABD’nin Suriye’de asker bulundurmasına gerek olmadığını belirtmiştir. Başkan Trump’ın açıklamasında, daha önce ABD’li yetkililerce Suriye’de asker bulundurmak için gerekçe olarak gösterilen diğer bir hususa, İran’ın Suriye’deki etki ve nüfuzunun azaltılması konusuna ise değinilmemesi ilginçtir.
Esasen Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararının bir “sürpriz” olmaması gerekiyor. Başkan Trump seçim kampanyasından bu yana ABD’nin Orta Doğu’daki savaşlara “bulaşmaması” gerektiğini, bu savaşlarda ABD’nin önemli bir çıkarı olmadığını savunuyor. Daha 2017 yılı başlarında Başkan Trump’ın yine ABD askerlerinin Suriye’den çekileceğini açıkladığı, ancak daha sonra Suriye’de “kalma” konusunda “ikna” edildiği hatırlarda. Başkan Trump’ın ABD askerlerini Suriye’de kalmaya ikna edenlerin başında Pentagondaki bazı generallerin ve ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki bazı çevrelerin bulunduğu, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un da bu “ikna çalışmalarında” rol oynadığı biliniyor.
Yine de Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararı “ani” ve “sürpriz” olarak nitelendirildi. Trump’ın Suriye’den çekilme kararını Cumhurbaşkanı Erdoğan ile geçen hafta yaptığı telefon görüşmesinde aldığı basın yayın organlarında geniş şekilde yer alıyor. Ankara’dan gelen işaretler de bu durumu doğruluyor. Ankara’dan gelen Doğu Suriye’deki askeri operasyonun bir süreliğine de olsa erteleneceği, Doğu Suriye’deki askeri operasyonun PYD/YPG yanında DEAŞ’a da yönelik olacağı yönündeki ifadeler dikkat çekiyor.
Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararına ABD içinde en görünür tepki de yine Pentagon’dan geldi ve ABD Savunma Bakanı Mattis görevinden istifa etti. Savunma Bakanı Mattis’in Suriye’den çekilme kararını tasvip etmediği ve Başkan Trump’ın bu kararı kendisine danışmadan almasından da rahatsızlık duyduğu ifade ediliyor. Mattis’in Başkan Trump’a gönderdiği istifa mektubunda da bu görüş ayrılıklarının izleri görülüyor.
Savunma Bakanı Mattis’den sonra istifa ettiğini açıklayan diğer ABD yetkilisi ABD’nin DEAŞ’la Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk oldu. McGurk, Barack Obama Yönetimi döneminden beri (2015’den bu yana) ABD DEAŞ’la Mücadele Özel Temsilciliği görevini yürütüyor ve Obama döneminde atanmasına rağmen Trump Yönetiminde görevine devam eden ender yetkililerden biri. Esasen McGurk’ün önümüzdeki Şubat ayında görev süresinin biteceği biliniyordu. Başkan Trump, istifası üzerine McGurk’u tanıdığını, (Şubatta görevi bitecekken Aralık sonu itibariyle istifa ettiğini açıklamakla) “şov yaptığını” ifade etti.