Paylaş
Konu artık sadece Cemal Kaşıkçı’nın Suudi ajanları tarafından Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda vahşi bir şekilde öldürülmesi de değil. Suudi Arabistan’ın tüm insan hakları sicili uluslararası toplumun incelemesi altına girmiş bir durumda. Suudi Arabistan’ın Yemen’de giriştiği savaş ve bu savaşın ortaya çıkarttığı insani sorunlar da giderek artan bir şekilde inceleniyor.
Kaşıkçı cinayetinin ve daha sonra Suudi Arabistan’ın aldığı cinayeti “örtbas etme” yönündeki tutumun, Riyad’ın beklemediği ölçülerde uluslararası bir tepki doğurduğu, bu tepkinin giderek büyüdüğü izleniyor. Bu durumun son örneği Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi’nin aldığı Suudi Arabistan’ı Kaşıkçı cinayeti konusunda uluslararası toplumla işbirliği yapmaya ve tutukladığı kadın hakları savunucularını serbest bırakmaya çağıran karar.
Bu kararın BM İnsan Hakları Konseyi’nin 47 üyesinin 36’sının oyuyla alınması ve tüm AB üyeleri tarafından desteklenmesi çok dikkat çekici bir durum. Kararı destekleyen ülkeler arasında Kanada ve Avusturalya gibi Batılı ülkeler de bulunuyor. Bunun önümüzdeki dönemde Riyad üzerindeki uluslararası baskının daha da büyüyebileceğine, Suudi Arabistan’ın hem Kaşıkçı cinayeti hem de insan hakları konusundaki tutumunun uluslararası denetim altına daha fazla girebileceğine işaret ettiği de vurgulanıyor.
BM Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Agnes Callamard’ın hazırladığı Kaşıkçı cinayeti raporunun Haziran ayında BM İnsan Hakları Konseyi’ne sunulması ve Konsey’de görüşülmesi bekleniyor. İnsan Hakları Konseyi2nin nasıl bir karar alacağı henüz bilinmemekle beraber bu durumun da Suudi Arabistan üzerindeki baskıyı bir ölçüde de olsa arttırması beklentisi var.
Bilindiği gibi Agnes Callamard bu yılın Ocak ayında Türkiye’ye gelmiş, Kaşıkçı Cinayeti konusunda hazırladığı rapor için görüşme ve incelemeler yapmıştı. Türkiye’nin Callamard ile işbirliği yapmasına karşılık, Suudi Arabistan BM Özel Raportörü ile işbirliği yapmaktan kaçınmış, Callamard’ın Suudi Arabistan’a gitmesine ve orada temaslar yapmasına, hatta Callamard’ın İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na girmesine izin vermemişti.
Trump Yönetimi ise, ABD Kongresi’nde alınan kararlara rağmen, Riyad’ı desteklemeye ve “korumaya” devam ediyor. Trump Yönetimi’nin Riyad üzerinde ne Kaşıkçı cinayeti ne de insan hakları konusunda uluslararası bir baskı istemediği açık. ABD, BM İnsan Hakları Konseyi’nin üyesi de değil. Trump Yönetimi geçen sene Konsey’den ayrıldığını ve (İsrail aleyhtarı tutumu nedeniyle) Konsey’le işbirliği yapmayacağını açıklamıştı.
Bu çerçevede Trump Yönetimi’nin Kaşıkçı Cinayeti nedeniyle BM’nin Suudi Arabistan üzerinde daha ağır bir “baskı” oluşturmasını, Kaşıkçı Cinayeti konusunun İnsan Hakları Konseyi dışında (örneğin BM Güvenlik Konseyi’nde) görüşülmesini ve (bağlayıcı bir) karar alınmasını önleyeceğini tahmin etmek zor değil.
Son günlerde Suudi Arabistan’dan gelen bazı haberler Suudi Arabistan Kralı Salman ile (oğlu) Veliaht Prens Muhammed Salman arasında ülkeyi yönetme ve dış politika konusunda görüş ayrılıklarının çıktığına işaret ediyor. Bu haberlerin ne kadar doğru olduğu henüz açıklık kazanmış değil. Ancak Suudi kraliyet ailesi içinde güç mücadelesi, rekabet ve çatışma çok yeni bir durum değil.
Basında yer alan haberler Kral Salman’ın Veliaht Prensin özellikle Filistin sorunu konusu tutumundan rahatsız olduğu ve Filistin sorunu konusunda karar alma yetkisini Muhammed Salman’dan aldığı yönünde. Kral Salman’ın son Mısır ziyareti sırasında yaptığı konuşmalar Suudi Arabistan’ın Filistin konusunda geleneksel Suudi tutumuna dönmekte olduğuna, Suudi Arabistan’ın Doğu Kudüs konusundaki (Trump Yönetimi ile Başbakan Netanyahu’nun birlikte gerçekleştirmeye çalıştığı) son “oldu-bittileri” desteklemek istemediğine işaret ediyor.
Uluslararası basında Kral Salman’ın Veliaht Presin kendisine danışmadan yaptığı bazı üst düzey atamalardan da rahatsız olduğu ifade ediliyor. Suudi yönetimindeki bu (Kral-Veliaht Prens) anlaşmazlık söylentilerinin doğru olup olmadığı ve daha ciddi gelişmelere yol açıp açmayacağı henüz belirsiz.
Trump Yönetimi’nin Riyad’ı “koruyan” tutumuna rağmen Batı ülkelerinden Suudi Arabistan için bazı “olumsuz” haberler gelmeye devam ediyor. Bu haberlerden sonuncusu Almanya’dan geldi. Almanya, geçen sene Suudi Arabistan’a uygulamaya başladığı silah satışı yasağını Mart ayı sonuna kadar uzattı. Daha sonra ne olacağı ise açık değil. Almanya’nın geçen sene aldığı karar Suudi Arabistan’a (anlaşması yapılanlar dahil) bütün silah satışlarını kapsıyor.
Almanya’nın Suudi Arabistan’a uyguladığı silah “ambargosu” içinde savaş uçakları da var. Suudi Arabistan, Almanya’nın da yapımına katıldığı “Typhoon” savaş uçaklarından 48 tane daha almak istiyor. Suudi Arabistan hava kuvvetlerinde bu savaş uçaklarından zaten 50 adet bulunuyor. Yeni savaş uçağı satış projesinin mali portesi 13 milyar dolar civarında. Bu nedenle Almanya üzerinde Suudi Arabistan’a silah ambargosunu kaldırması yönünde büyük bir baskı var.
Berlin üzerindeki bu baskı sadece Almanya içinden gelmiyor. Suudi Arabistan’a Almanya ile birlikte geçen sene silah ambargosu uygulayacağını açıklayan İngiltere ve Fransa daha sonra bu kararı kaldırmış durumdalar. “Tyhoon” savaş uçaklarının çeşitli parçaları Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya da üretiliyor. Bu ülkeler Almanya’nın Riyad’a uyguladığı silah ambargosunun “Tyhoon” uçaklarını kapsamasından ve satışın yapılamamasından rahatsızlar ve silah ambargosunun kaldırılması konusunda Almanya üzerinde baskı yapıyorlar.
Böylece konunun tüm Avrupa Birliği silah sanayini ilgilendiren bir yanı ortaya çıkıyor. Berlin’in Riyad’a uyguladığı silah ambargosu diğer AB ülkelerini de etkiliyor ve rahatsız ediyor. Suudi Arabistan Dünya’daki en büyük silah alıcılarından biri ve silah alımlarına milyarlarca dolar para harcıyor. ABD ve diğer Batı ülkelerinin Kaşıkçı cinayetine ve ülkedeki insan hakları ihlallerine rağmen Suudi Arabistan’a karşı tutum almamalarının bir sebebi de bu durum. Başkan Trump Suudi Arabistan’a silah satışlarını Başkanlığı sırasında elde edilen en büyük “başarılar” arasında gösteriyor.
Uluslararası silah ticareti ülkelerin dış politikalarında önemli bir yer tutuyor. Dünya’daki en büyük silah üretici ve ihracatçıları Batılı ülkeler. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya bu ülkeler arasında. Silah üreticisi ve satıcısı ülkeler içinde Rusya da 2. sırada yer alıyor. Çin’de silah ihracatçısı ülkeler listesinde ilk 10’a girmiş durumda. Silah ihracat pazarında İsrail, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkeler de önemli bir yer tutmak peşindeler. Hindistan silah ithal eden ülkeler listesinde de ilk sıralarda yer alıyor. Silah ithalatçısı ülkeler listesinde ilk sırada ise Suudi Arabistan bulunuyor. Suudi Arabistan’ın müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez Arap ülkeleri de ithalatçı ülkeler listesinde ön sıralarda yer tutuyorlar.
Silah ticareti dış politikada bir araç olarak da kullanılıyor. Ülkeler birbirlerine çeşitli sebeplerle silah satış ambargosu da uygulayabiliyorlar. Ülkelerin silah ticaret ilişkileri de zaman içinde büyük değişim geçirebiliyor. Şah döneminde Tahran, ABD silah sanayinin en büyük alıcısı durumundayken; 1979 rejim değişikliğinden sonra İran Vaşington’un silah ambargosu uyguladığı bir ülke haline geliyor.
Ülkeler arasında silah sanayinde işbirliği ve teknoloji transferi de ilginç bir konu. AB ülkeleri arasında silah sanayi konusunda geniş bir işbirliği yapılırken, Batılı ülkelerin (NATO müttefiki) Türkiye dahil, bir çok ülkeye silah sanayinde işbirliği ve silah teknolojisi transferi konularında çok dikkatli yanaştıkları görülüyor. Halbuki İsrail’in silah sanayisinin kuruluşunda (ilk olarak Batı Avrupa daha sonra) ABD’nin oynadığı “yardımcı” rol çok açık olarak ortada. İsrail’in nükleer silah üretme kapasitesine erişmesinde de İngiltere ile Fransa ve ABD’nin “yardımcı” oldukları tahmin edilen, ancak açık olarak konuşulmayan bir durum.
Türkiye’nin geçmişte NATO müttefiki olan ülkelerden haksız sebeplerle silah ambargolarına uğradığı biliniyor. Bunlardan en ağırı ABD’nin 1974-1977 yılları arasında Türkiye’ye uyguladığı “silah ambargosu”. ABD Kongresinin 1973 Kıbrıs harekatını gerekçe olarak kullanarak, 1974 yılında ( o dönemki ABD Yönetiminin karşı çıkmasına rağmen) Türkiye’ye silah ambargosu koyduğu hatırlarda.
Türkiye’ye ABD silah ambargosu Amerikan Rum lobisinin etkisiyle ABD Kongresi tarafından konulmuştur. Ambargoyla ilgili Kongre kararı o zamanki ABD Başkanı Ford tarafından 2 kere veto edilmiş, ama Kongre Ford’un vetosuna rağmen yeterli oyu sağlayarak kararı tekrar geçirince silah ambargosu 1974 yılı Aralık ayında yürürlüğe girmiştir. Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu ancak 1977 yılında kısmen, 1978 yılında ise tamamen kaldırılabilmiştir. Kıbrıs’ta mevcut uluslararası anlaşmalara dayanarak hareket eden Türkiye’ye silah ambargosu konulması Türkiye-ABD ilişkilerinde kalıcı etkiler bırakmıştır.
Türkiye silah sanayinin gelişmesinde bu ABD silah ambargosunun etkisi de kabul edilen bir gerçektir. Türkiye bugün ordusunun ihtiyacı olan silahların önemli bir bölümünü Türkiye’de üretebilmekte, Türkiye silah ihracatçısı bir ülke olma yönünde de gayret göstermektedir. Ancak silah sanayi ileri teknolojiye dayalı bir sektördür ve Dünya silah ticareti rekabetin çok yüksek olduğu bir alandır. Hazırlanan raporlar Dünya silah ihracatının %74 kadarının hala 5 ülke (ABD, Rusya, Fransa, Almanya ve Çin) tarafından gerçekleştirildiğini göstermektedir. Bu tabloya rağmen Türkiye silah ihracatını arttırabilen ülkeler arasında yer almayı başarmıştır.
Eğer Türkiye bugün Silahlı Kuvvetlerinin silah ve askeri malzeme ihtiyacının önemli bir bölümünü kendi üretimiyle karşılamasa, Suriye’deki “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı” operasyonlarının gerçekleştirilmesinin çok daha zor olacağına, Türkiye’nin Batı ülkelerinden daha yoğun bir baskı altında kalacağına inananların sayısı çoğunluktadır. Türkiye’nin silah sanayini geliştirmeye ve Dünya silah ticaretindeki (ihracat) payını arttırmaya devam ettirmesi gerekmektedir.
Türkiye, bugün de silah konusunda ABD ile ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. ABD, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasına karşı çıkmakta, (geçte olsa) Türkiye’ye “Patriot” hava savunma füze sistemi satmaya hazır olduğunu ifade etmektedir. Türk yetkililerin verdiği bilgiler ise Türkiye’nin ihtiyacı olduğunda Batılı ülkelerin hava savunma füzeleri satma konusunda isteksiz olduklarını; fiyat, ödeme koşulları gibi konularda esneklik göstermediklerini, her şeyden önemlisi teknoloji transferi ve ortak üretim gibi konulara olumlu yaklaşmadıklarını göstermektedir.
Türkiye hava savunma sistemi alma konusunda Batılı ülkelerden olumlu bir yaklaşım görmemesi üzerine, alternatif arama çabası içerisine girmiş, sonunda S-400 füzeleri satın almak için Rusya ile anlaşmıştır. Rusya, Türkiye’ye S-400 hava savunma füzelerinin teslimatına bu yılın ikinci yarısında başlayacaktır. Gelinen bu aşamada ABD’nin Türkiye üzerinde S-400 füzelerinin alınmaması konusunda baskı yapmaya kalkışması ciddi bir sorunu ortaya çıkartmaktadır.
Son olarak ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mettew Palmer Ankara’ya gelerek Türk yetkililerle S-400’ler ve ABD’nin Türkiye’ye 3,5 milyar dolar mali büyüklüğü olan Patriot’lar satışı konularını konuşmuştur. ABD yetkililerinin S-400 konusu ile Türkiye’nin F-35 savaş uçakları üretimine katılması ve ABD’den bu uçakları satın alması arasında bağlantı kurulduğu yönünde basında çıkan haberler muhakkak ki endişe vericidir. ABD’nin, sonuçlanmış ve bağlanmış bir konu olan S-400’leri gündemde tutarak ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni sorunlar ortaya çıkartmaması önem taşımaktadır.
Avrupa’da Rusya’dan hava savunma sistemi alan tek ülke de esasen Türkiye değildir. Kıbrıs’ın 1997 yılında Rusya’dan aldığı S-300 füzelerinin daha sonra, ABD’nin de aracılığıyla varılan uzlaşı doğrultusunda, NATO üyesi olan Yunanistan topraklarına (Girit’e) konuşlandırıldıkları hatırlardadır. Bu örnek de S-400 hava savunma sistemi konusunun (Vaşington tarafından) büyütülmemesi gerektiğini ve çözümün bulunabileceğini göstermektedir.
Paylaş