Paylaş
Yeni Zelanda ve Avusturalya Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye bağlı ve İngilizler Çanakkale Boğazı’nı geçerek Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u ele geçirme çabalarında bu iki sömürgesinden topladığı askerleri de kullanmıştır. Çanakkale Savaşları Yeni Zelanda ve Avusturalya’nın tarihinde de çok önemli bir rol oynamış, bu iki ülkenin bağımsızlığa kavuşma sürecinde bir dönüm noktası olmuştur. Anzak güçleri adı altında Çanakkale Savaşı’na asker gönderen Yeni Zelanda ve Avusturalya özellikle Gelibolu yarımadasındaki kara savaşlarında çok büyük kayıplar vermişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman olmalarına ve savaşmalarına rağmen bugün Türkiye ile Yeni Zelanda ve Avusturalya aralarında sağlam bir dostluk kurabilmişler, Çanakkale Savaşlarını bir dostluk köprüsü haline dönüştürülebilmişlerdir. Çanakkale kara savaşları için 104. yıl anma törenleri her sene olduğu gibi bu yıl da, Yeni Zelanda ve Avusturalya’dan üst düzey yetkililerin, savaşta hayatını kaybeden ve yaralananların torunlarının katılımıyla, 24 Nisan günü yapılacaktır.
Ancak maalesef geçen Cuma günü Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde 28 yaşındaki bir Avusturalyalı iki camide katliam gerçekleştirmiş, saldırıda 50 Müslüman hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu terör olayına Avusturalyalı bir teröristin gerçekleştirdiği izole bir nefret saldırısı olarak bakma imkanı yoktur. Avusturalyalı teröristin Dünya’ya göndermeyi amaçladığı ırkçı, yabancı düşmanı, islamafobik mesajın arkasında ne yazık ki organize bir düşünce, bir müddetten beri Batı’da yayılmasına çalışılan, bazı politikacılar tarafından da desteklenen bir davranışlar bütünü yatmaktadır.
Son zamanlarda Batı toplumlarında organize bir şekilde yayılmasına çalışılan, popülist politikacılar tarafından aktif bir şekilde desteklenen ırkçı, yabancı düşmanı, islamafobik bu düşünceler çoğunlukla beyaz ırkın üstünlüğü şeklini almakta, köklerini tarihin nefret politikalarına ve dönemlerine dayandırmaktadır. Tarihteki din ve ırk esasına dayanan savaşların özlemini taşıyan bu düşünce ve davranış biçimleri Batı dünyasında yayılmakta ve destek bulabilmektedir.
Yeni Zelanda’daki ırkçı saldırısını gerçekleştiren saldırganın ailesinden gelen açıklamalar, terörist Brenton Tarrant’ın nefret üzerine kurulan bu düşünce ve davranış biçimiyle son dönemlerde karşılaştığını, teröristin Avusturalya dışına yaptığı ziyaretlerin ırkçı, yabancı ve İslam düşmanı bir terörist haline dönüşmesinde rol oynadığına işaret etmektedir. Teröristin iki camideki cinayetlerini işlemeden önce kaleme aldığı bildirideki Türk karşıtı görüşler, katliamında kullandığı silahlar üzerindeki yazılar esasında Avrupa’daki nefret söylemlerini akla getirmekte, bu nefret dilinin Batı’da vardığı seviyeyi gözler önüne sermektedir.
Nefret üzerine kurulu düşünce ve davranış biçimlerinin bugün Dünya’da yeni bir “kutsal savaş” özlemi içinde olduklarına şüphe bulunmamaktadır. Uluslararası ilişkilerde bir kez daha ırkçı söylemlerin hakim olmasının önlenmesi, yabancı düşmanlığı ve kültürel ayrımcılık ile nefret üzerine kurulu politikalardan uzak durulması büyük önem taşımaktadır. Dini ve kültürel değerleri hedef alan davranış ve politikalara müsamaha gösterilmemesi; ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık üzerinden siyaset yapanların desteklenmemesi önem kazanmaktadır.
Bu yönde sosyal medyaya da büyük görev düşmektedir. Christchurch saldırılarından sonra nefret mesajlarını yaymakta oynadıkları rol nedeniyle “facebook”, “twitter” gibi sosyal medya aracıları yoğun eleştirilere hedef olmuşlardır. Christchurh saldırısından sonra Hollanda’nın Utrecht kent merkezinde patlak veren terörist saldırı, amacı henüz belli olmasa da, terörizmin mevcut uluslararası sistem için ortaya çıkarttığı tehdidi bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Eğer terörizme karşı uluslararası bir işbirliği ve ortak dayanışma isteniyorsa “çifte standartlı” davranışlardan mutlaka kaçınılması gerekmektedir.
Belçika yargı sisteminin geçen hafta aldığı, PKK mensubu teröristlerin Belçika’da yargılanamayacakları yönündeki karar, PKK’yı terör örgütü olarak kabul eden bir ülkeden gelmesi sebebiyle hayret yaratmakta, bazı ülkelerin terörizmle mücadele konusunda hala “ciddi” olmadıkları mesajını vermektedir. Batı ülkelerinden geçmişte terörizmle mücadele konusunda birçok kez “çifte standartla” karşılaşan Türkiye için çok büyük bir sürpriz olmasa da, bu tip davranışların uluslararası toplumun terörizmle mücadelesini zayıflattığı, terörizme karşı ortak bir cephe kurulmasını güçleştirdiği açıktır.
Batı’da ırkçılık ve yabancı düşmanlığının vardığı aşama tehlikeli bir boyuta ulaşmaktadır. Aşırı sağın Avrupa’da bir Haçlı-Hilal Mücadelesi destekçisi haline dönüşmesi mutlaka engellenmelidir. Bu yönde kültürler arası diyalog konusunda daha önce başlatılan bazı projelere, “Medeniyetler İttifakı” mekanizmasına yeniden hayat verilmesi akla gelmektedir. Avrupa Birliği’nin de Türkiye’ye yaklaşımlarında giderek din esası üzerinden yürütüldüğü izlenimi veren yaklaşım ve politikalarından uzaklaşması gerekmekte, AB-Türkiye ilişkilerinin mutlaka çağdaş prensipler ve karşılıklı ortak çıkarlar üzerinden yürütülmesi gerekmektedir. Nicolas Sarkozy gibi politikacılar Türkiye-AB ilişkilerine büyük zarar vermiştir. AB’nin Gümrük Birliği Anlaşması’nın yeniden ele alınması ve genişletilmesi gibi ortak çıkarlara hizmet edeceği açık olan adımları bile atmada karşılaştığı sorunlar akıllara (bu politikaların nedenleri ve temeli konusunda) ciddi sorular ve endişeler getirmektedir.
Christchurch saldırısından sonra Yeni Zelanda’nın gösterdiği tutum şimdiye kadar olumludur. Böyle bir terörist saldırının hedefi olan bir ülke olarak Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern yapıcı bir söylem ve davranış içinde olmuştur. Yeni Zelanda halkının terörist saldırının kurbanlarına gösterdiği tutum da yapıcı ve olumdur. Ancak Avrupa’nın ve diğer ülkelerdeki siyasetçilerin önemli bir bölümünün, daha önceki benzer olaylarda olduğu gibi, aynı duyarlılık ve olumlu davranış içinde olduğunu söylemek imkanı bulunmamaktadır.
İslam ülkeleri yönetimlerinin büyük bölümünün Christchurch saldırısı karşısında sessizliğini koruması da ayrıca ilginçtir. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) bu hafta sonu Türkiye’de yapacağı olağanüstü toplantı bu çerçevede daha fazla önem kazanmaktadır. Dünya’da ve özellikle Avrupa’da islamafobyanın hızla yükseldiği bir dönemde İİT’nin birlik içinde hareket edebilmesi, toplantıya katılımın üst düzeyde olması ve Dünya’ya gerekli mesajların verilmesi gerekmektedir. İİT olağanüstü toplantısına Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı Winston Peters’in davet edilmesi ve katılacak olması da olumludur ve toplantının Dünya’ya vereceği mesaja kuvvet kazandıracaktır.
Türkiye Christchurch saldırısı ile başından itibaren ilgilenmiş, tepkisini ortaya koymuş, saldırıyı düzenleyen teröristin Avusturalya dışına yaptığı ziyaretler sırasında Türkiye’ye gelmesi ilgi uyandırmıştır. Yeni Zelanda’nın teröristin iç ve dış bağlantılarını ortaya çıkartması önem taşımaktadır. Terörist saldırıdan sonra Yeni Zelanda’yı ziyaret eden üst düzey Türk heyeti ülke makamlarıyla yaptığı görüşmelerde Türkiye’nin işbirliği önerisini de iletmiştir.
Cami saldırılarından sonra Yeni Zelanda’da silah satışı konusu da ağırlıklı olarak gündeme gelmiştir. Teröristin saldırısı için Yeni Zelanda’yı seçmesinin bir sebebinin ülkede silah satın almanın kolaylığı olabileceğine de işaret edilmektedir. Cami saldırılarından hemen sonra Yeni Zelanda hükümeti silah satışını ve ruhsat alınmasını kısıtlayan kuralları devreye sokmak için harekete geçmiştir.
Cami saldırılarından sonra Yeni Zelanda’nın 24 Nisan Çanakkale Savaşı’nı anma törenlerine üst düzey katılması ve Türkiye ile Yeni Zelanda’nın Dünya’ya ırkçılığa, yabancı düşmanlığına ve terörizme karşı ortak bir cephe oluşturduklarını göstermeleri daha da önem kazanmıştır. 24 Nisan Çanakkale Savaşı anma törenleri Türkiye, Yeni Zelanda ve Avusturalya’nın Dünya’da yeni bir Haçlı-Hilal mücadelesi çıkartma hayali içinde yaşayanlara karşı ortak bir tutum ortaya koymaları için iyi bir fırsat olarak ortaya çıkmaktadır.
Seçimler ve ülkelerdeki gelişmeler konusuna daha önceki birkaç yazımda değinmiş, son yazımda Cezayir ve Venezuela Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu iki ülkede yarattığı istikrarsızlığı incelemiştim. Bölgemizde diğer önemli bir seçim de 31 Mart tarihinde Ukrayna’da yapılacak, bu ülkede seçmen yeni Cumhurbaşkanını seçmek için sandık başına gidecektir.
31 Mart Cumhurbaşkanlığı seçimi için halen 39 aday yarışmaktadır. Ancak bunlardan sadece 6sı ciddi adaylar olarak nitelendirilmektedir. Adaylardan birisinin seçimi kazanması için %50’den fazla oy alması gerekmekte, 31 Mart’ta hiçbir adayın bu oy seviyesine ulaşamayacağı tahmin edilmektedir. Ukrayna Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu 21 Nisan tarihinde yapılacak, bu seçime en fazla oyu alan 2 aday katılabilecektir.
Şimdiki Cumhurbaşkanı Petro Poroshenko seçimde adaydır. Kamuoyu yoklamaları diğer önde gelen adaylar olarak televizyon oyuncusu Volodymyr Zelensky ile eski Başbakanlardan Yulia Tymoshenko’yu göstermektedir. Son kamuoyu yoklamasına göre Zelensky %25 oy oranı ile önde gitmekte, Tymoshenko %18, Poroshenko ise %17 oranlarıyla 2. ve 3. sıralarda yer almaktadır.
Kamuoyu yoklamalarında ilk sıralarda yer alan bu üç aday da Ukrayna’nın Batı ile iyi ilişkilerini savunmakta ve ülkenin NATO ve AB üyeliğini desteklemektedir. Yulia Tymoshenko’nun Başbakanlığı döneminde Rusya ile çatıştığı, bu dönemde Ukrayna’nın Rusya ile birçok kez karşı karşıya geldiği, Tymoshenko’nun Ukrayna’yı beklemeden NATO ve AB üyesi yapmak istediği bilinmektedir. Zelensky de Batı’ya yakın olarak bilinmekle birlikte, Ukrayna’nın NATO ve AB üyeliğinin referanduma sunulmasını isteyeceği ve aceleci davranmayacağı anlaşılmaktadır.
Ukrayna’da 2 kez Başbakanlık makamında bulunmuş olan Yulia Tymoshenko eskiden çeşitli suiistimal suçlamalarıyla karşı karşıya kalmış, 2011 yılında 7 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi daha sonra Tymoshenko’ya verilen hapis cezasını siyasi olarak nitelendirerek, cezayı haksız bulmuştur. Avrupa “yanlısı” olarak bilinen Tymoshenko’nun Cumhurbaşkanlığı seçimlerine adaylığı, bu politikacının Ukrayna siyasi hayatına dönüşü olarak nitelendirilmektedir.
Şimdiki Cumhurbaşkanı adayı Petro Poroshenko’nun da Rusya ile ilişkileri çok gergindir. Poroshenko’nun 25 Mayıs 2014 seçimlerini kazanmasından sonra Ukrayna-Rusya ilişkilerinin hızla bozulduğu, Rusya’nın Kırım’ı işgal ederek, Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçı ayaklanmayı ve savaşı körüklediği hatırlardadır. Poroshenko, kısa bir süre önce, Ukrayna Kilisesini Rus Ortodoks Patrikhanesi’nden ayırmış; İstanbul Ortodoks Patrikhanesi de Ukrayna Kilisesi’nin bağımsızlığını tanımıştır. Rusya liderliği ve Moskova Ortodoks Patrikhanesi o dönemde Poroshenko’yu Cumhurbaşkanlığını 2. kez almak için dini politikaya alet etmekle suçlamış, Poroshenko-Kremlin ilişkileri daha da gerginleşmiştir.
Ukrayna Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Moskova, Vaşington, Berlin gibi başkentlerde çok yakından takip edildiğine şüphe bulunmamaktadır. Ukrayna seçimlerini kimin kazanacağı, Ukrayna’yı önümüzdeki 5 yıl içinde kimin yöneteceği Karadeniz’deki dengeler ve istikrar açısından Ankara için de önemlidir. Ukrayna, daha önceki bazı yazılarımda da değindiğim üzere, NATO ve AB’nin Avrupa’da genişlemesinde kilit bir rol oynamakta, Moskova bu genişlemeyi Ukrayna (ve Gürcistan’da) durdurma konusunda kararlı gözükmektedir.
Ukrayna seçimlerinde Rus taraftarı adaylar kamuoyu yoklamalarında ilk sıralarda yer almamaktadır. Daha önce Başbakan Yardımcılığı ve Enerji Bakanlığı görevlerinde bulunmuş olan ve Rusya ile yakın ilişkileri savunduğu bilinen Yuriy Boyko’nun oy oranı son bir kamuoyu yoklamasında %10 civarında çıkmıştır. Batı ülkeleri basında Rusya’nın Ukrayna seçimlerine çeşitli yollarla müdahale etmeye çalıştığı yönünde çıkan haber ve spekülasyonlar Ukrayna üzerindeki Batı-Rusya mücadelesinin bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Paylaş