NATO'dan Orta Doğu gerginliğine

Kısa bir süre önce NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg Türkiye’deydi. Stoltenberg Ankara’da NATO Akdeniz Diyaloğu toplantısına katıldı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüştü. Genel Sekreter Stoltenberg daha sonra Hatay’a geçti ve burada incelemelerde bulundu.

Haberin Devamı

6 Mayıs günü gerçekleştirilen NATO Akdeniz Diyaloğu önemli bir toplantı. NATO üyeleri ile 7 Akdeniz ülkesinin (Cezayir, Mısır, Ürdün, Moritanya, Fas, Tunus ve İsrail) üst düzey diplomatlarını bir araya getiriyor. Bu sene Türkiye’de gerçekleştirilen Akdeniz Diyaloğu 25. yıl dönümü toplantısıydı. NATO üyesi ülkeler için Akdeniz’in güvenliği önemi giderek artan bir durum.

Akdeniz Diyaloğu toplantılarına katılan 7 “ortağın” 6’sı Arap ülkesi. Bu seneki toplantıya NATO üyesi olma sürecini tamamlamakta olan Kuzey Makedonya da katıldı. Kuzey Makedonya’nın katılmasıyla NATO üyesi ülkelerin sayısı 29’a çıkmış olacak. Akdeniz Diyaloğu toplantısının gündeminde bulunan en önemli konular düzensiz göç ve terör tehdidiyle mücadeleydi.

Stoltenberg’in Ankara’da Türk yetkilileriyle ikili temaslarında ön plana çıkan konu ise S-400’ler oldu. NATO Genel Sekreteri başından beri hangi silah sistemlerini satın alacaklarının NATO üyesi ülkelerin kendilerinin karar vermesi gereken bir husus olduğunu savunuyor.

Stoltenberg’in bu kez S-400 ve F-35’ler konusunda Türkiye ile ABD arasında bir tırmanmadan oldukça tedirgin olduğu görüldü. Stoltenberg’in tedirginliğinin NATO üyesi bir ülkenin diğer NATO üyesi bir ülkeye silah satışı konusunda “yaptırımlar” uygulaması ihtimalinin hala ortada olmasından kaynaklandığı anlaşılıyor.

Jens Stoltenberg Norveçli bir politikacı. NATO Genel Sekreterliği görevine seçilmeden önce Norveç Başbakanlığı görevinde de bulunmuş. Kendisinden önceki NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen ile karşılaştırıldığında Ankara’nın tercih ettiği bir Genel Sekreter olarak görülüyor. Stoltenberg’in 2014 yılında göreve gelmesinden sonra Türkiye ile ilişkileri de oldukça “iyi”.

Ankara’nın önceki NATO Genel Sekreteri Rasmussen ile ilişkilerinin çok da “iyi” olmadığı, bu durumun Rasmussen’in Danimarka Başbakanı olduğu dönemlerde başladığı, Türkiye’nin Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği’ne karşı çıktığı, ancak “itirazını” daha sonra geri aldığı da hatırlanıyor. NATO Türkiye için hala, Batı’yla bağlarını pekiştiren, çok önemli bir güvenlik örgütü. Bu bakımdan NATO Genel Sekreteri’nin kim olacağı, Ankara ile ilişkileri de Türkiye için önem taşıyor.

Jens Stoltenberg ile Akdeniz Diyaloğu toplantısına katılan NATO+7 diplomatlarının Ankara’daki toplantıdan sonra Hatay’a gitmeleri ve Suriye’den Türkiye’ye yönelik “göç” ve “terör” tehdidini yerinde görmelerinin sembolik bir önemi var. NATO üyesi ülkelerin hemen tamamı, özellikle 2015 yılında Avrupa’da yaşanan sığınmacı krizinden sonra, Suriye’den Türkiye’ye yönelecek yeni bir sığınmacı akımı tehdidiyle yakından ilgileniyor.

Suriye’den Türkiye’ye havadan yönelik güvenlik tehdidini karşılamak üzere NATO’nun 2013 yılında Türkiye-Suriye sınırına konuşlandırdığı Patriot füzelerinin bir bölümü hala Türkiye’de. Bu NATO misyonuna ABD, Almanya, Hollanda ve İspanya’nın katıldığı, bu ülkelerden bazılarının Patriot füze bataryalarını daha sonra geri çektikleri biliniyor. NATO’nun Suriye’den Türkiye’ye yönelik tehditlerin karşılanmasında Ankara’ya daha fazla yardımcı olması gerekiyor.

NATO üyesi iki ülke olan Türkiye ile ABD arasında S-400 ve F-35 konusunda çözüm için görüşmelerin devam ettiği izleniyor. İki ülke Dışişleri Bakanlarının geçen hafta sonu bu konuda yaptıkları telefon görüşmesi de bu diyaloğun bir parçasını oluşturuyor. Ankara’nın Vaşington’dan beklentisi “Çalışma Grubu” kurulması önerisinin kabul edilmesi ve Vaşington’un S-400’ler ile F-35’ler arasında bağ kurmaktan ve Türkiye’ye “yaptırım” tehditlerinden vazgeçmesi, F-35 uçaklarının Türkiye’ye tesliminin programlandığı şekilde devam etmesi.

Ankara-Vaşington hattında ilişkilerin düzeltilmesi ve sorunların kaldırılması yönünde adımların atılması Orta Doğu’nun içinden geçtiği çok zor şartlarda daha da önem kazanmış görünüyor. Geçen hafta ABD’nin İran Nükleer Anlaşmasından çekilmesinin birinci yılı tamamlandı ve Vaşington-Tahran ilişkilerinde “kötü” yöndeki tırmanma hız kazandı. Hatta ABD basın-yayın organlarında ABD’nin Bolton-Pompeo ikilisi tarafından İran’la adım adım bir savaşa sürüklendiği yönündeki yorumlar yoğunlaşmaya başladı.

Trump Yönetimi İran Nükleer Anlaşması’ndan çekildiğinden bu yana Vaşington-Tahran ilişkilerinde gerginlik giderek artıyor. Bu çerçevede Vaşington-Tahran gerginliğinin silahlı bir çatışmaya dönüşmesi ihtimali de oldukça büyük. İki taraf savaş istemediklerini söyleseler de atılan adımlar silahlı bir çatışma riskini hızla arttırıyor.

Trump Yönetimi geçen yıl İran Nükleer Anlaşması’ndan çekildikten sonra, Tahran’a karşı geniş ekonomik yaptırımlar uygulamaya başladı. Bu yaptırımlar İran’ın petrol ve gemicilik sektörlerini hedef almaktaydı. Geçen hafta içinde Vaşington’un İran’a uyguladığı ekonomik yaptırımlar tekrar genişletildi ve bu kez İran’ın metal (demir-çelik, alüminyum ve bakır) sektörü hedef alındı. Vaşington’un İran’ın ihracatını hedef aldığı ve İran’ın ihracat gelirlerini sıfırlamak istediği ortaya çıkıyor.

Her ne kadar Trump Yönetimi açıkça tam olarak söylemese de, birçok gözlemci Vaşington’un İran’da rejim değişikliğini istediğini ve mevcut rejimi yıkarak, Tahran’da (geçmişteki Şah rejimine benzer) Batı yanlısı bir yönetimi iktidara getirmek istediğine inanıyor. Trump Yönetimi İran’ı yeni bir Nükleer Anlaşma yapmak için masaya oturtmaya zorlamak istediğini, bu kez İran’la varılacak anlaşmanın İran’ın nükleer programını tamamen ortadan kaldıracağını, İran’ın füze programını da kapsayacağını, İran’ın “bölgesel terör gruplarına” verdiği desteğin kesileceğini, İran’ın Arap ülkelerinin “içişlerine karışmasının” engelleneceğini ifade ediyor.

Vaşington’un İran politikasının arkasında Beyaz Saray Milli Güvenlik Danışmanı John Bolton’un bulunduğuna inanılıyor. Bolton’un geçmişte İran’a karşı “sert” politikalar uygulanmasını savunduğu, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bölgesel politikalarına destek verdiği biliniyor. Zaten birçoklarına göre ABD’nin İran’a yönelik mevcut politikalarının esas mimarı da Başbakan Netanyahu. Trump Yönetimi’nin İran politikasının mevcut Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri yönetimleri tarafından desteklendiği ve teşvik edildiği de izleniyor.

Tahran’daki yönetimin ABD’nin İran’da rejim değişikliği peşinde koştuğunu gördüğü anlaşılıyor. Tahran, Trump Yönetimi’nin İran’ı ekonomik bir izolasyon içine sokma gayretlerini kırmaya çalışıyor. Tahran bu çerçevede Rusya, Çin ve AB ülkelerinin işbirliğini sağlamaya gayret gösteriyor, bölgesel ülkelerle ekonomik temaslarını devam ettirmeye çalışıyor.

Hızla bozulan ABD-İran ilişkileri karşısında AB ülkelerinin durumu çok zor gözüküyor. Almanya, İngiltere ve Fransa İran Nükleer Anlaşması’nın tarafları arasında bulunuyor. Bu 3 ülke Nükleer Anlaşmayı savunuyor ve Anlaşmanın devam etmesinden yana gözüküyor. Ancak Trump Yönetiminin Berlin, Londra ve Paris üzerindeki baskısı giderek artıyor. Vaşington, AB ülkelerindeki İran’la ticaret yapacak olan özel şirketleri “yaptırım” uygulamakla tehdit ediyor. AB üyesi ülkelerdeki özel şirketlerin ABD baskısı karşısında İran’la ticari ilişkilerini devam ettirmeyecekleri ortaya çıkıyor.

AB üyesi ülkelerin İran’la ticareti dolar dışında yürütmek için kurmaya çalıştıkları “ödeme” (Instex) mekanizmasının ciddi bir ticari ilişkinin yürütülmesini sağlayamayacağı, kısa ve orta dönemde AB-İran ticaretinin devamına yardımcı olamayacağı inancı var. Bu mekanizmanın sadece bazı kısıtlı maddelerde ticaretin yapılmasına yardımcı olabileceği anlaşılıyor.

İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin geçen hafta Tahran’daki Almanya, İngiltere ve Fransa Büyükelçilerine gönderdiği mektubun arka planında böyle bir tablo yatıyor. Cumhurbaşkanı Ruhani’nin bu üç ülkeden Nükleer Anlaşmayı kurtarmak amacıyla harekete geçmelerini istediği, İran’a karşı sorumluluklarını yerine getirme çağrısı yaptığı, bunun için 60 günlük bir süre tanıdığı, aksi takdirde İran’ın nükleer zenginleştirme faaliyetlerine tekrar başlayacağını, yani Nükleer Anlaşmayı kısmen uygulamaktan vazgeçeceğini bildirdiği ifade ediliyor.

Romanya’da toplanan AB ülkelerinin Ruhani’nin mektubunu “ültimatom” olarak nitelendirmeleri ve kabul etmemeleri AB’nin bu konuda içine düştüğü “çaresizliği”, Trump Yönetimine karşı çıkmaktaki “isteksizliğini” yansıtıyor. Bazı gözlemciler “genişlemiş” AB içinde (Polonya, Çekya, Macaristan ve Romanya gibi) Vaşington “yanlısı” ülkelerin sayısının arttığına, Berlin ve Paris istese de AB’nin İran konusunda Trump Yönetimine ters düşen bir karar alınmasını sağlayamayacaklarına işaret ediyorlar. Esasen Berlin ve Paris’in de, ABD ile Avrupa arasında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan dengeyi, özellikle Trump döneminde, sorgulamaya pek niyetli olmadıkları ortada.

Bu durumda Rusya ve Çin’in İran’a ABD baskılarına karşı durması için yardım etmeleri, Çin’in İran’la ticari ilişkilerine devam edip etmeyeceği Tahran için daha da önem kazanıyor. Rusya’nın siyasi, Çin’in ekonomik alandaki desteği Tahran için büyük önem taşıyor.

Geçen hafta Vaşington-Tahran ilişkilerinin hızla tırmandığı bir zamanda İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif Moskova’ydı. Zarif’in Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’la görüşmelerinin birinci maddesinin Trump Yönetimi’nin İran üzerindeki baskısı olduğu anlaşılıyor. Zarif-Lavrov görüşmesinden sonra düzenlenen ortak basın toplantısında Rusya Dışişleri Bakanı’nın artan “gerginlikten” ABD’yi sorumlu tutması Moskova’nın bölgesel müttefiki İran’ı yalnız bırakmayacağının bir işareti.

İran konusunun ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun bu hafta içinde Rusya’ya yapacağı ziyaret sırasında görüşülecek önemli gündem maddeleri arasında olması bekleniyor. Pompeo’nun Soçi’de Rus karşıtı Lavrov yanında Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmesi de bekleniyor. ABD-Rusya görüşmelerinde ikili konular ve İran yanında Venezuela gibi bölgesel sorunların da masada olacağı anlaşılıyor.

Çin’in durumu ise biraz daha zor gibi görünüyor. Çin’in kendisinin Trump Yönetimi’yle ilişkileri zor bir dönemden geçiyor. Çin ve ABD ekonomileri arasındaki karşılıklı bağımlılığın yüksek olduğu biliniyor. Çin-ABD ticari ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanıyor. Trump Yönetimi Çin’den ithal edilen 200 milyar dolarlık mala uygulanan gümrük vergilerini daha da arttırmaya, yeni mal gruplarına ek gümrük vergileri getirmeye hazırlanıyor.

Pekin’in buna karşı ABD’den ithal edilen 60 milyar dolarlık ürün grubuna uyguladığı %7’lik gümrük vergisini %15’e çıkartabileceği konuşuluyor. Vaşington-Pekin ilişkilerinin böyle zor bir döneminde Çin’in İran’la ticaretini devam ettirerek Trump Yönetimini ne kadar karşısına almak (kızdırmak) isteyebileceği merak konusu oluyor.

Trump Yönetiminin İran konusunda Türkiye üzerinde de baskısı var. Basın-yayın organlarında yaptırımlardan sorumlu ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı David Peyman’ın Türkiye’ye geldiği, yetkililer ve İstanbul’da İran’la iş yapan özel sektör temsilcileriyle görüştüğü yönündeki haberler bunun bir işareti.

Vaşington-Tahran ilişkilerindeki tırmanma sadece ekonomik konularla sınırlı değil. İran’ın Hürmüz Boğazını seyrüsefere kapatabileceği yönündeki haberlerden sonra, ABD’nin Körfez’deki askeri varlığını arttırdığı, Körfez’e B-52 bombardıman uçakları ve Abraham Lincoln uçak gemisini gönderdiği bilgisi basın haberleri içinde yer alıyor.

Trump Yönetimi bölgedeki askeri “varlığını” attırmasının sebebini İran’dan gelen “askeri tehdide” bağlıyor. İran Dışişleri Bakanı’nın bu iddiaları ABD’nin Irak’ı işgalinden önceki “yalan istihbarata” benzetmesi ise ilginç. ABD’nin Körfezdeki askeri varlığını “takviye” etmesinin Başbakan Netanyahu’nun Milli Güvenlik Danışmanı Meir Ben Shabbat’ın Vaşington’a yaptığı ziyaretten hemen sonraya gelmesi İran “tehdidi” konusundaki bilgilerin Vaşington’a İsrail tarafından mı aktarıldığı sorusunu getiriyor.

Yazarın Tüm Yazıları