Oğuz Çelikkol

Ankara-Vaşington hattında neler oluyor?

1 Ağustos 2019
Geçen hafta Türkiye-ABD ilişkilerinde hızlı gelişmelerin olduğu bir dönemdi. Rusya’nın S-400 hava savunma sistemi bataryalarını Türkiye’ye teslim etmeye başlamasından sonra hızlı bir görüşme ve “mesajlaşma” trafiği yaşandı.

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi James Jeffrey 22 Temmuz’da Ankara’da idi. Türkiye ile ABD arasında Suriye konusunda görüşmeler, sahada önemli bir sonuç vermeden, uzun bir süreden beri devam ediyor. Münbiç konusunda varılan mutabakat hala uygulanmış değil. Vaşington’un verdiği bütün sözlere rağmen PKK’nin Suriye uzantısı PYD/YPG hala Münbiç’te, hala Fırat Nehri’nin doğusuna çekilmiş değil.

Münbiç üzerine şimdi bir de Ankara-Vaşington arasında, Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için Türkiye-Suriye sınırına paralel Suriye topraklarında bir “Güvenli Bölge” oluşturulması konusunda sonuç vermeden “uzayan” görüşmeler eklenmiş durumda. “Güvenli Bölge” görüşmeleri de 6 aydan beri sonuç alınamadan sürüyor.

Esasen bakıldığında ABD süre konusunda söylediklerini yapmayan taraf durumunda bulunuyor. Münbiç mutabakatını uygulamıyor, “Güvenli Bölge” kurulması konusunda bir ilerleme sağlanmasına çalışmıyor, ABD Başkanının ağzından çıkan bütün sözlere rağmen, bırakın Suriye’den çekilmeyi, Suriye’deki askeri varlığını arttırıyor.

Ankara’dan bakıldığında ABD’nin artık Suriye’de Türkiye’yi “oyalama” taktiği içinde olduğu ortaya çıkıyor. Ankara için, Başkan Trump’ın ”Güvenli Bölge” kurulması yönündeki ifadeleri ABD’nin Suriye sınırı boyunca Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması ihtiyacını kabul ettiği anlamına geliyor. Ancak, ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının “Güvenli Bölgenin” sanki PYD/YPG’nin güvenliğini sağlanmak için kurulduğu gibi yanlış bir anlayış içinde hareket ettikleri görülüyor.

ABD’nin “Güvenli Bölge” fikrini Türkiye’nin sınır güvenliği ihtiyaçlarından çok Türkiye’nin sınır bölgesinde Doğu Suriye’de PYD/YPG’ye karşı askeri bir harekatını önlemek için ortaya attığı görüşü artık Ankara’da hakim. Büyükelçi Jeffrey’in son “başarısız” Ankara ziyaretinden sonra, Ankara’dan yine Türkiye’nin “sabrının” taştığı ve Doğu Suriye’de askeri operasyonun yakın olduğu “uyarıları” geliyor.

Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Büyükelçi Jeffrey’in Ankara’da yürüttüğü sonuçsuz görüşmelerden sonra yaptığı açıklamalar son derece açıktı.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, ABD Özel Temsilcisi Jeffrey’in Güvenli Bölge konusunda getirdiği “son önerilerin” Ankara’yı tatmin etmekten çok uzak olduğunu, Türkiye’nin bu durumda kendi sınır güvenliğini kendisinin sağlaması noktasına döndüğünü ifade etti.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Türkiye’nin “Güvenli Bölge” konusundaki beklentilerinin ne olduğunu da konuşmasında ABD’ye çok açık bir şekilde “tekrar” iletti. Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlayacak derinlikte olacak “Güvenli Bölge’de” kontrol kesinlikle Türkiye’nin elinde olacak, PYD/YPG unsurları “Güvenli Bölge’den” çekilecek ve “Güvenli Bölge’de” buralarda yaşayan tüm halkın yerlerine geri dönmeleri için gerekli şartlar yaratılacak.

Yazının Devamını Oku

Hedefte ne vardı?

30 Temmuz 2019
17 Temmuz günü Erbil Başkonsolosluğumuzun bir görevlisi şehirde restoranda uğradığı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Bu terörizm olayı akıllara birçok soruyu getirdi.

Doğal olarak yurt dışındaki temsilciliklerimizde görevli diplomatlarımıza yapılan terörist saldırıların hedefi Türkiye’dir. Bu terörist saldırılarda temsilciliklerimiz veya temsilciliklerde çalışanlar hedef olarak alınsa da amaçlanan Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermek ve Ankara’ya mesaj göndermektir.

Bu tip saldırılarda akla ilk gelen doğal olarak saldırıyı hangi örgütün düzenlediği, saldırının arkasında kimlerin bulunduğudur. 17 Temmuz saldırısını terör örgütü PKK düzenlemiş, saldırıyı yapanlar da cezalandırılmaya başlanmıştır. Başkonsolosluk görevlimizi şehit eden terörist Kuzey Irak Yerel Yönetimi (IKBY) makamları tarafından ele geçirilerek tutuklanmıştır.

IKBY’nin elindeki olayla ilgili gözaltına alınanların sayısının 6’ya yükseldiği bildirilmektedir. Bu saldırganların terör olayıyla ilgili arka plan bilgileri Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne sağlamaya başladıkları anlaşılmaktadır. Soruşturma halen sürmektedir ve 17 Temmuz saldırısıyla ilgili önümüzdeki günlerde gelişmeler olması mümkündür.

Türkiye görevlimizi şehit eden teröristleri ve saldırıyı yapanları cezalandırmak amacıyla zaten harekete geçmiştir. Saldırının planlayıcısı 2 PKK mensubunun korumalarıyla birlikte otomobille Erbil’den ayrılmalarından sonra, 18 ve 24 Temmuz tarihlerinde MİT ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin ortak operasyonları sonucu öldürüldükleri açıklanmıştır.

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta nokta operasyonlarını bu şekilde başarıyla yapabilmesinin ileriye dönük olarak caydırıcı bir etkisinin olacağı açıktır. Esasen PKK’nin Türkiye’yi hedef almak için Erbil’i seçmesinin arkasında Türkiye’nin son dönemde Kuzey Irak’ta giderek artan etkinliği ve başarıyla yaptığı operasyonların olduğuna inananların sayısı oldukça fazladır.

Türkiye son dönemde PKK terör örgütünü durdurmak için yeni bir stratejiyi uygulamaya koymuş ve PKK ile mücadeleyi sadece (insansız hava araçlarının kullanımıyla) artan hava gücüyle değil, karada yürüttüğü peş peşe gelen operasyonlarla Kuzey Irak’a taşımıştır. PKK’nin yönetim kadrosunun da bulunduğu Kandil’e doğru inen bu kara operasyonlarının PKK’yı büyük ölçüde “rahatsız” ettiği ve “endişelendirdiği” anlaşılmaktadır.

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta başarılı nokta operasyonlarına girişmesi, PKK “üst düzey” yönetimini hedef almasının Kandil’deki endişeleri büyüttüğü de ortaya çıkmaktadır. Ayrıca PKK’nın (ve arkasındaki güçlerin) Türkiye’nin hem merkezi Irak Yönetimi (Bağdat’la) hem de IKBY (Erbil) ile “görünür bir şekilde” düzelen ilişkilerinden duyduğu rahatsızlığın büyüdüğü yönündeki işaretler de artmaktadır.

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’ye karşı yürüttüğü askeri operasyonlarda Bağdat Yönetimi’nin ve özellikle IKBY’nin (farklı düzeylerde) işbirliğini sağlamasının çok önemli olduğu açıktır. Bağdat’ta Bahram Salih’in Cumhurbaşkanı ve Adil Adül Mendi’nin Başbakan olmasından sonra Ankara-Bağdat ilişkileri düzelmeye ve gelişmeye başlamış, karşılıklı ziyaretler hız kazanmıştır.

Yazının Devamını Oku

ülkeler arası rekabet

25 Temmuz 2019
20 Temmuz Ay’a ilk insan ayak basışının 50. yıldönümü idi. İlk mürettebatlı uzay aracı Ay’a 20 Temmuz 1969 yılında indi ve aya ayak basan ilk insan Neil Armstrong oldu.

 

Ülkeler arasında “uzay yarışı” neredeyse 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana devam ediyor. Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasında meydana gelen bu “yarışa” şimdi diğer ülkeler de katılmış durumda. Avrupa Birliği ile Çin de uzay yarışında isimlerini duyurmaya çalışıyor.

Uzay ilk çağlardan beri insanın ilgisini çekiyor. Eski Mısırlıların, Mayaların uzayla ilgili keşifleri bugün bile bizde hayranlık uyandırıyor, bu medeniyetlerin “Dünya dışı” güçlerle temasta oldukları senaryolarına dayanan çok sayıda kurgubilim roman yazılıyor ve filmler yapılıyor.

Neil Armstrong’un Ay yüzeyinde attığı ilk adımları siyah-beyaz televizyondan, bütün Dünya gibi, heyecanla izlediğimi gayet iyi hatırlıyorum. “Uzay Yolu” gibi televizyon filmlerinin Dünya’nın ne kadar ilgisini çektiği, Dünya’nın ilgisini uzaya çevirdiği hala hatırlarda. İnsanlık hala uzay konusuyla çok ilgili, bu konuda yazılan kitaplar, çevrilen filmler bize sürekli olarak Evren’de yalnız olmadığımızı, insanlığın geleceğinin uzayda olduğunu söylüyor.

Esasında Ay’a başarıyla uzay aracı indiren ilk ülke Sovyetler Birliği oluyor. Luna 2 isimli uzay aracı Ay’a ilk yumuşak inişi 1959 yılı Eylül ayında yapıyor. ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki uzay yarışı 60’lı yıllarda hızla büyüyor ve Ay’a ilk yumuşak inişten 10 yıl sonra ABD başarılı bir şekilde Ay’da ilk insanı yürütebiliyor.

Uzay çalışmalarının bütün insanlığın ilgisini çeken, havacılıkta varılan noktayı gösteren bir yanı olduğu kesin. ABD’nin şimdi uzay çalışmalarına yeniden hız vermeyi planladığı anlaşılıyor. ABD’nin şimdiki amacının ayda sürekli bir üs oluşturmak, Mars gezegenine mürettebatlı bir uzay aracı indirmek olduğu belirtiliyor.

Uzay çalışmalarına, bu çalışmalar için harcanan büyük kaynaklara eleştirisel olarak yaklaşanlar da var. Dünya’da henüz (aralarında okyanus ve deniz tabanlarının da bulunduğu)  keşfedilmemiş birçok yer varken, uzay çalışmalarına büyük mali kaynakların ayrılmasını eleştirenler de bulunuyor.

Bu eleştirilere yanıtlar uzay çalışmalarının yaratacağı potansiyel ekonomik çıkarlarla veriliyor. Dünya çevresindeki gezegenlerin kolonileştirilmesinin, madencilik başta olmak üzere doğuracağı büyük fırsatların gelecek nesiller için önemi vurgulanıyor. Ülkelerin uzay çalışmalarında öne geçmenin, uzay teknolojisinin gelişmesinin yarattığı ekonomik çıkarları bugünden almaya başladıkları belirtiliyor.      

Yazının Devamını Oku

Güven bunalımı büyüyor

23 Temmuz 2019
Geçen hafta içinde ABD’nin Türkiye’nin S-400 Hava Savunma Sistemi almasıyla F-35 savaş uçakları arasında doğrudan bir bağ kurduğu artık tam olarak ortaya çıktı. ABD Savunma Bakanlığı Türkiye’nin F-35 savaş uçakları programına katkısının askıya alındığını, F-35 savaş uçaklarının Türkiye’ye teslim edilmeyeceğini, Türkiye’nin F-35 programından çıkartılması yönünde başlatılan sürecin 2020 yılı Mart ayına kadar tamamlanacağını açıkladı.

ABD’ye göre Türkiye’nin satın almak istediği F-35 savaş uçaklarıyla Türkiye’nin satın aldığı S-400 hava savunma sisteminin birlikte çalışması imkanı yok. ABD Savunma Bakanlığı açıklamasında S-400 hava savunma sisteminin Rusya için bilgi toplayacağı, F-35 savaş uçaklarının Türkiye’de birlikte konuşlandırılması halinde, F-35’in yapım bilgilerinin Rusya’nın eline geçeceğini ifade ediyor.

ABD Savunma Bakanlığına göre bunu önlemenin tek yolu S-400’lerle F-35’lerin birlikte konuşlandırılmasına izin verilmemesi; bu sebeple Türkiye’nin F-35 programından çıkartılması zorunlu. Türkiye Savunma Bakanlığı ise ABD Savunma Bakanlığının bu görüşüne katılmıyor. Türkiye’de konuşlandırılan S-400’leri kullanarak Rusya’nın F-35 yapım bilgilerini elde edemeyeceğini, Türkiye’nin esasen bu konuda bir “Çalışma Grubu” da kurulmasını önerdiğini ifade ediyor.

ABD Savunma Bakanlığı ve Beyaz Saray’ın yaptığı açıklamalar ABD’nin Türkiye ile olan bağlarının güçlü ve “çok yönlü” olduğuna işaret ediyor, Türkiye’nin F-35 programından çıkartılmasını ABD ve Türkiye’nin ikili ve NATO içinde yaptığı işbirliğini etkilemeyeceğini (daha doğrusu etkilememesi gerektiğini) vurguluyor. Bu görüşlerin Ankara tarafından da paylaşıldığı anlaşılıyor.

Hatta ABD Savunma Bakanlığının aldığı F-35 kararının Türkiye’nin F-35 projesinden çıkartılması mı yoksa Türkiye’nin F-35 projesindeki rolünün “askıya mı alındığı” anlamına geldiği bile tartışılıyor. Türkiye’ye S-400’lerin teslimatı başladığına göre bu iki yorum arasında Türkiye açısından esasen bir fark da yok. Çünkü ABD Türkiye’nin F-35 projesine geri dönmesinin yolunu belki açık tutuyor ama bunun koşulunun (bir şekilde) S-400’lerden vazgeçmesi olduğunu da çok açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Ankara ise S-400’ler konusunda kararlı gözüküyor, esasen teslimatın başlaması da Türkiye’nin ABD’nin S-400’lerle F-35’lerin birlikte aynı ülkede konuşlandırılmaması şartını yerine getirmeye yanaşmayacağını gösteriyor. ABD’yi, Türkiye’nin F-35 projesinden çıkartma kararından vazgeçirme yönünde, tatmin edebilecek bir “formül” bulunabilir mi? ABD ile Türkiye arasında bu konuda görüşmeler devam ettiğine göre teorik olarak mümkün ama çok zor gözüküyor.

ABD’ye göre (Rus hava savunma sistemi S-400’leri alması sebebiyle) Türkiye’nin F-35 projesinden çıkartılması ABD-Türkiye “stratejik ittifakını” etkilememeli, çünkü ABD-Türkiye ilişkileri iki ülke içinde önemli ve “çok yönlü”. NATO Genel Sekreteri de bu görüşte; S-400/F-35 konusunu küçümsemiyorum, ama Türkiye’nin NATO ile bağları bu sorundan çok daha büyük ve önemli diyor.

Başkan Trump, Türkiye’nin S-400’leri alması nedeniyle F-35 projesinde kalamayacağı yönündeki ABD Savunma Bakanlığı görüşüne katılıyor, ama konunun ABD ile Türkiye arasında daha fazla büyümesi ve bir krize dönüşmesini istemediğini vurguluyor. ABD’nin Düşmanlarına Karşı Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası (CAATSA) çerçevesinde (ABD Kongresi istiyor diye) Türkiye’ye bir yaptırım uygulamayı “düşünmediğini” ifade etti.

Ama bu konu da çok açık değil ve Vaşington’un CAATSA yaptırımlarının Türkiye’ye uygulanması konusunda ne düşündüğü “şimdilik”  belirsiz. Vaşington’dan zaman zaman birbiriyle çelişkili açıklamalar gelmeye devam ediyor. Kongre’deki Türkiye aleyhtarı lobilerin hareketliliği sürüyor. Tehlikeli olan bir durum bu lobilerin geçmişte olmadıkları kadar ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları üzerinde etkili olmaları.  

Yazının Devamını Oku

Üç önemli gelişme

18 Temmuz 2019
Türkiye’den bakıldığında geçtiğimiz bir haftalık dönem içinde dış politikada üç önemli gelişme meydana geldi.

Bunlardan ilki İran’ın ABD ile yaşadığı gerginliğin diğer Batı ülkelerine de yayılması ve İngiltere’nin Cebeli Tarık Boğazı’nda bir İran tankerine el koymasıydı. İngilizlere göre İran tankeri Suriye’ye petrol taşımakta idi. İngiltere’nin İran tankerine ABD’nin verdiği bilgiler ve Vaşington’un isteği üzerine el koyduğu bilgileri basında yer aldı.

İran petrol tankeri olayı 2 nedenle önemli. Birincisi tankere İngiltere’nin el koyması ve ABD-İran çatışmasına bir Avrupa ülkesinin de doğrudan karışması. Tankerine el konmasından sonra İran bu olayın uluslararası hukukun ihlali olduğunu belirterek, karşılık vereceğini açıkladı.

Nitekim İran Devrim Muhafızlarına ait botların Basra Körfezi’nin girişinde Hürmüz Boğazı’nda bir İngiliz gemisini ele geçirmeye çalıştıkları, ancak geminin yakınlarında bulunan bir İngiliz savaş gemisinin olaya karışması üzerine, başarısız oldukları bilgisine basında yer verildi.

Bu olay üzerine İngiltere Basra Körfezi’ne yeni bir savaş gemisi daha göndereceğini açıkladı ve Londra-Tahran ilişkileri hızlı bir şekilde kötüleşti. ABD’nin aksine İngiltere ve İran arasında diplomatik ilişkiler var ve İngiltere İran Nükleer Anlaşmasını imzalayan ülkeler arasında (5+1’in içinde) yer alıyor.

Londra ile Tahran arasında Cebeli Tarık Boğazı’nda el konulan İran tankeri olayını çözmek için diplomatik temasların devam ettiği, görüşmelere iki ülke Dışişleri Bakanlarının da “telefon diplomasisi” ile katıldıkları izleniyor. İngiliz Dışişleri Bakanı Hunt ile İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif arasında geçen hafta sonunda bir telefon görüşmesi yapıldığı ve bu telefon görüşmesinde Hunt’ın Zarif’e İngiltere’nin bir şartla İran tankerini serbest bırakabileceklerini bildirdiği anlaşılıyor.

İngilizlere göre İran tankerine el konulmasının sebebi tankerin İran’dan Suriye’ye petrol taşıması. Avrupa Birliği’nin Suriye’ye karşı koyduğu yaptırımlar bulunuyor ve bu çerçevede Brüksel’e göre Suriye’ye petrol satışı yasak. İngilizler İran tankerinin İran petrolünü Suriye’ye taşıdığını ve böylece AB yaptırımlarını ihlal ettiğini belirtiyorlar.

İngiliz Dışişleri Bakanı Hunt’ın da Zarif’e, Tahran’ın İran tankerinin petrolü Suriye’ye götürmeyeceği yönünde garanti vermesi halinde İngiltere’nin tankeri

serbest bırakmaya hazır olduğunu ilettiği; İran’ın konuyu değerlendirdiği, Tahran’da henüz bu konuda bir “karar” alınamadığı anlaşılıyor. Hunt’ın Zarif’e kendileri için önemli olanın petrolün menşei değil nereye gittiği olduğunu söylediği bildiriliyor.

Yazının Devamını Oku

Başkan Trump Büyükelçi’ye karşı

16 Temmuz 2019
Başkan Trump “zerafet” ve “inceliğiyle” tanınan bir siyasetçi değil. Kendine göre, zaman zaman kabalaşabilen, bir yönetim şekli var.

Başkan Trump attığı “twitlerde” kabalaşabiliyor, hükümetinin üyesi bakanların işine yazdığı “twitlerle” son verebiliyor. Yabancı siyasetçi ve devlet adamları da arada sırada Başkan Trump’ın hedefine girebiliyor, “gazabına” uğrayabiliyor.

İlk Başkan seçildiği dönemlerde bir NATO Zirvesinde Karadağ Cumhurbaşkanına omuz atarak kenara itmesi ve öne geçmesi hala hatırlarda. Hedefindeki yabancı siyasetçilere ve liderlere karşı kullandığı “dil”de dikkat çekiyor, bazen “mizah” konusu bile olabiliyor. Sonradan “aralarının” düzelmesine rağmen, Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’e başlangıçta “Küçük Roket Adam” demesi hala unutulmadı.

Başkan Trump’ın ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi ve eski Dışişleri Bakanı Rex Tillerson için sarf ettiği “sözler” de birçokları tarafından bir Başkan’a pek “yakıştırılamıyor”. Ama Trump’ın “diplomatik” bulunmayan bu tarzı oy tabanında destek bulabiliyor.

İngiliz siyasetçilerden de Trump’ın “hedefine” girenler az değil. Akla ilk gelenler İngiliz Ana Muhalefet Partisi Başkanı Jeremy Colbyn ve Londra Belediye Başkanı Sadık Han. Geçen hafta ise Başkan Trump’ın hedefindeki kişi İngiltere’nin Vaşington Büyükelçisi Kim Darroch’du.

Başkan Trump ilk önce Büyükelçinin ülkesinin menfaatlerine “hizmet etmediğini” ilan etti; ama daha sonra “kendini alamayarak” Büyükelçinin “kendini beğenmiş çok aptal biri” olduğunu da “twitledi”. Başkan Trump, Yönetiminin Büyükelçi ile bütün irtibatını kesmesi talimatını verdiğini açıkladı; böylece İngiliz Büyükelçisinin artık Vaşington’da “görev görmesini” de fiilen engellemiş oldu.

Trump Yönetimi’nin elinde Büyükelçiyi “istenmeyen kişi” ilan etmek ve Vaşington’dan ayrılmasını istemek imkanı da vardı. Ancak Vaşington Büyükelçiyi “istenmeyen kişi” ilan etmesinin İngiltere’yi de benzer şekilde hareket etmeye zorlayabileceği noktasından hareket ederek, Büyükelçinin ABD’de “çalışmasını” ve “görev görmesini” engelleme yoluna gitti.

Başkan Trump-Büyükelçi Darroch arasındaki “çatışma” kısa sürede ABD ile İngiltere arasındaki ilişkileri etkileyecek bir duruma girerken, Büyükelçi görevinden istifa etti. Konu birçok yönüyle Dünya kamuoyunun ilgisini toplamaya devam ediyor.

Her şeyden önce “olayın” Başkan Trump tarafından başlatılmadığını söylemek gerekiyor. Olay bir İngiliz gazetesinin Vaşington’daki İngiliz Büyükelçisinin Londra’ya gönderdiği Trump Yönetimi ile ilgili “gizli” değerlendirmeyi açıklamasıyla başladı. Vaşington’daki İngiliz Büyükelçiliği tarafından Londra’daki İngiliz Dışişleri Bakanlığına gönderilen ve “gizli” kalması gereken bu mesajı basına kimin “sızdırdığı” bilinmiyor.

Yazının Devamını Oku

Komşu'da seçim

11 Temmuz 2019
Yunanistan’da 7 Temmuz Pazar günü erken Parlamento seçimleri yapıldı. Seçim sonucu Aleksis Çipras’ın SYRIZA (Demokratik Sol Koalisyonu) Partisi iktidarı kaybetti ve Kyriakos Mitsotakis’in Yeni Demokrasi Partisi iktidara geldi.

Yunanistan’da parlamento seçimlerinin bu yılın sonbahar aylarında yapılması gerekiyordu. Ancak, SYRIZA Partisinin Haziran ayı içinde birlikte yapılan Avrupa Parlamentosu ve yerel seçimlerde büyük oranda oy kaybetmesi üzerine Başbakan Çipras parlamento seçimini 4 ay kadar erkene alarak 7 Temmuz’da yapılmasına karar verdi.

Beklendiği gibi 7 Temmuz seçiminin galibi ana muhalefetteki Yeni Demokrasi Partisi oldu. Yeni Demokrasi Partisi oyların %39,85’ini alarak 158 milletvekili çıkardı. İktidardaki SYRIZA Partisi’nin oy oranı ise %31,53’de kaldı ve milletvekili sayısı 86’ya düştü.

Yunanistan Parlamentosu 300 sandalyeden oluşuyor. İktidar olabilmek için 151 milletvekili yeterli. 158 Milletvekili çıkaran Yeni Demokrasi Partisi bu durumda tek başına iktidar oldu. Partinin Başkanlığını yürüten Kyriakos Mitsotakis seçimden bir gün sonra yemin ederek Başbakanlık koltuğuna oturdu ve aynı gün yeni Yunanistan Hükümetini de açıkladı.

7 Temmuz seçim sonuçlarına göre Yunanistan Parlamentosunda 6 parti temsil edilme hakkı elde etti. Bunlar Sosyalist Değişim Hareketi (oy oranı %8,10), Komünist Partisi (oy oranı %5,30), Yunan Seçimi (oy oranı %3,70) ve Mera25 (oy oranı %3,44) Partileri.

Bu Partiler içinde sadece Yunan Seçimi (EL) Partisi aşırı sağ görüşleriyle biliniyor. Diğer 3 Parti ise sol kanatta. Yunanistan Parlamento seçimlerinde % 3 barajı uygulanıyor. Seçime giren 20 partiden 14’ü seçim barajına takılarak, Parlamento’da temsil hakkı elde edemediler. Seçim barajı nedeniyle Parlamento’ya milletvekili gönderemeyen partiler arasında aşırı sağcı, göçmen karşıtı ve Türkiye aleyhtarı Altın Şafak Partisi de bulunuyor. Altın Şafak’ın oy oranının %2,93’te kaldığı açıklandı.

Yunanistan’da seçimlere % 3 barajının getirilmesinin esas sebebinin Batı Trakya Türk Toplumu’nun Parlamento’da kendi kurdukları bir parti ile temsil edilmesinin önünün kesilmesi olduğu anlaşılıyor. Nitekim Batı Trakya Türk Toplumu temsilcilerini ancak Yunan Partileri içinden Parlamento’ya gönderebiliyor. 7 Temmuz seçimlerinden de üç Türk asıllı milletvekili (2’si Sosyalist Değişim Hareketi, 1’i SYRIZA’dan) Yunanistan Parlamentosu’na girdi.

Yunanistan’da seçim esas olarak 250 milletvekili için yapılıyor. En fazla oyu alan ve birinci olarak seçimi tamamlayan Parti’ye 50 milletvekili “bonus” olarak veriliyor. Bu uygulamanın amacının ise tek parti iktidarının teşvik edilmesi ve siyasi istikrarın sağlanması olduğu görülüyor. Bu uygulama sayesinde Yeni Demokrasi Partisi % 40’ın biraz altında oy almasına karşılık 158 milletvekili çıkartabildi ve tek başına iktidar oldu.

Yunanistan çok ciddi bir ekonomik krizin içinden yeni çıkıyor. Makro planda ekonominin düzeye çıktığı yönündeki işaretlere rağmen halkın henüz bu düzelmenin sonuçlarından yararlandığını söylemek ise zor. Yunanistan’daki ekonomik kriz 15 seneyi aşkın bir süreden beri devam ediyor ve halkın ekonomik “kemer sıkma” politikalarından son derece “olumsuz” şekilde etkilendiği ortada.

Yazının Devamını Oku

'Tek Çin iki Kore"

9 Temmuz 2019
Üzerinde hala konuşulan Osaka G-20 Zirvesi’nden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Çin Halk Cumhuriyetine, ABD Başkanı Trump ise Kore Yarımadası’na ziyaretler gerçekleştirdiler.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Pekin’de yaptığı temaslar sırasında kullandığı “tek Çin politikası bizim için stratejik öneme sahiptir” cümlesi ilgi topladı. Okur ve öğrencilerimden bana “Tek Çin” politikasının ne olduğu konusunda sorular geldi.

Çin 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra komünist ve milliyetçi güçler arasında iç savaşın yaşandığı ülkelerden birisidir. İç Savaşı sonuçta komünist güçler kazanmış, kıta Çin topraklarının tamamını ele geçiren Komünist Partisi, Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Çin İç Savaşı’nı kaybeden milliyetçi güçler ise kıta Çin’inin hemen açıklarındaki (küçük)Tayvan Adası’na çekilmek zorunda kalmışlar; burada Çin Cumhuriyeti adıyla yeni bir devlet oluşturmuşlardır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş döneminde Çin, Dünya’da bu iki devlet tarafından temsil edilmiş; Sovyetler Birliği ve Komünist ülkeler başkenti Pekin olan Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanırken, ABD ve Batı Dünyası başkenti Taipei olan Çin Cumhuriyeti’ni Çin halkının temsilcisi olarak kabul etmiş ve bu devletle ilişki kurmuştur.

Bu durum 1970’lere kadar devam etmiş, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger Çin Halk Cumhuriyeti “gerçeğinin” daha fazla göz ardı edilemeyeceğini görerek “Tek Çin” politikasını benimsemiştir. Kissenger 1971 yılında Çin’e 2 gizli ziyaret gerçekleştirmiştir. ABD 70’li yılların ilk yarısında başlayan bu açılımını 1979 yılında tamamlamış ve bu yılın başında Vaşington ile Pekin arasında diplomatik ilişkiler resmen kurulmuştur.

ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ni tek Çin olarak tanıyarak, “Milliyetçi Çin” olarak da bilinen Çin Cumhuriyetiyle ilişkilerini kesmesinden sonra (NATO ülkeleri başta olmak üzere) birçok ülke ABD’yi izlemiştir. Türkiye de bu dönemde “Tek Çin” politikasını izleyerek Çin Halk Cumhuriyetini Çin’in tek temsilcisi olarak tanıyan ülkeler kervanına katılmıştır.

Richard Nixon 1972 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyaret eden ilk ABD Başkanı olmuştur. Bugün hemen hemen tüm Dünya ülkeleri Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımakta, Tayvan Adası’ndaki Çin Cumhuriyeti ile ise “diplomatik ilişki” kurmamaktadır.

Kissinger-Nixon ikilisinin ABD’yi Çin Halk Cumhuriyetini resmen tanımaya iten politikasının arkasında Çin’in giderek büyümeye başlayan ekonomik gücünün bulunduğu kesindir. Ancak Vaşington’un Pekin-Moskova ilişkilerinde o dönemde ortaya çıkan anlaşmazlıkları ve dönemin iki komünist gücü (Sovyetler Birliği ve Çin) arasındaki rekabeti kendi lehine değerlendirmek istediği de bilinmektedir.

Vaşington’u o dönemde Çin Halk Cumhuriyeti’ne iten diğer sebep de Pekin’in (komünist bir devlet olan) Vietnam’la ilişkilerinde patlak veren sorunlardır. Vaşington’un Vietnam Savaşı sonlarında patlak veren Pekin-Hanoi ilişkilerinin kötüleşmesinde memnuniyet duyduğu, Asya’daki 3 komünist devlet (Sovyetler Birliği-Çin-Vietnam) arasındaki çatışmanın bölgesel bir rekabete dönüşmesinin Vaşington için 1970’lerde (Moskova ve Hanoi’ya karşı) Pekin’e bir acılımı daha “cazip” hale getirdiği izlenmektedir.

Yazının Devamını Oku