Paylaş
Bu yazımda da Trump Yönetimi’nin İran’la ilişkilerinin hızla bir savaş ortamına sürüklemesine bölgesel ülkelerin nasıl tepki gösterdiklerine, Vaşington-Tahran ilişkilerinin Trump Yönetimi sırasında bozulmasının bölgesel ülkeleri nasıl etkilediğine bakmaya gayret göstereceğim.
Başkan Trump, Vaşington’da yönetime geldiğinden bu yana Orta Doğu’yla yakından ilgilenmekte, ABD’nin Orta Doğu’daki varlığı artmış gözükmektedir. Başkan Trump iktidara geldikten sonra ilk ziyaretini Orta Doğu’ya yapmış, Suudi Arabistan ve İsrail’i ziyaret etmiştir. Başkan Trump’ın İsrail Başbakanı Netanyahu ve Suudi Arabistan kraliyet ailesiyle ilişkilerinin yakın olduğu bilinmektedir.
Trump yönetimi altındaki ABD’nin Orta Doğu politikası şimdiye kadar en fazla Başbakan Netanyahu’ya yaramıştır. Hatta Trump Yönetimi’nin Orta Doğu politikasının Başkan Netanyahu’nun etkisi altında şekillendiğine inananların sayısı çok fazladır. Trump Yönetimi’nin İran, Suriye ve Filistin politikaları ve kararlarından en fazla memnun gözüken bölgesel liderin İsrail Başbakanı Netanyahu olduğuna şüphe bulunmamaktadır.
Başbakan Netanyahu’ya göre Trump’ın ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çekmesi tamamen haklı sebeplere dayanmaktadır. Esasen İran Nükleer Anlaşması’nı ilk eleştiren ülke Başbakan Netanyahu idaresindeki İsrail olmuş; Başkan Trump, Natanyahu’nun Anlaşma’ya yönelttiği eleştirileri aynen kabul etmiştir. Başkan Trump ile Başbakan Netanyahu arasında İran Nükleer Anlaşması’nın “kötü” bir anlaşma olduğu konusundaki görüş birliği tamdır.
Başbakan Netanyahu İran Nükleer Anlaşması’nın yok farz edilmesini, İran’ın yeni bir Anlaşmaya zorlanmasını ve “yeni” Anlaşmanın İran’ın nükleer ve füze programlarının doğurduğu tehdidi tamamen ortadan kaldırmasını ve İran’ın bölgesel politikalarının kontrol altına alınmasının sağlamasını istemektedir. Vaşington’un bu yönde hareket etmesi ve İran’ı zorlayıcı (ekonomik ve askeri) tedbirlere başvurması İsrail’i son derece memnun etmiştir.
Başbakan Netanyahu’nun, nükleer ve füze programlarına devam etmesi halinde, İran’a karşı askeri operasyonları savunduğu, gerekli olması halinde İran’ın nükleer tesislerinin askeri operasyonlarla yok edilmesini istediği bilinmektedir.
Her ne kadar Başkan Trump İran’a karşı askeri operasyonlara çok sıcak görünmese de, Vaşington’un Tahran’a karşı attığı adımların ABD’yi kaçınılmaz olarak İran’la askeri bir çatışmaya doğru sürükleyebileceği açıktır. Başkan Trump olmasa da Beyaz Saray Milli Güvenlik Danışmanı John Bolton’un İran “meselesinin” sonuçta askeri müdahaleyle halledilebileceğine inandığına, Vaşington’da Başbakan Netanyahu’nun “askeri seçenek” konusunda da müttefiklerinin olduğuna işaret edenler de bulunmaktadır.
Başbakan Netanyahu, İsrail’in çıkarları için en ciddi tehlikenin İran’dan geldiğine inanmakta, İran tehdidinin (her türlü yolla) karşılanması gerektiği savunmaktadır. İsrail’in kendisi nükleer bir güç olmasına rağmen, Başbakan Netanyahu’nun İran’ın nükleer ve füze programlarını ülkesinin “hayati” çıkarları için “tehdit” olarak gördüğü, bunun da dışında İran’ın bölgede güçlenmesinden, artan nüfuz ve etkisinden, özellikle Lübnan’da Hizbullah’la olan bağlarından büyük bir “endişe” duyduğu anlaşılmaktadır.
Bu çerçevede İsrail’in İran’la ilgili “olumsuz” görüşlerini “aynen” paylaşan bölge ülkeleri Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Suudi Arabistan ile İran arasında “mezhep” temeline oturtulan “çatışma” hemen hemen 1980’li yılların başından beri devam etmektedir. Riyad, Saddam Hüseyin döneminde, 1980-1988 yılları arasında devam eden Irak-İran savaşında, Bağdat’ın en büyük destekçileri arasında yer almış, 1991 yılında ABD’nin (Kuveyt’i Irak işgalinden kurtardıktan sonra) Saddam Hüseyin rejimini yıkmamasında, Riyad’ın Vaşington nezdinde yaptığı uyarılar önemli bir rol oynamıştır.
ABD’nin 2003 yılında Irak’a yaptığı ikinci müdahale ve Irak’ın işgalinden sonra, İran’ın Irak üzerinde artan etkinliğiyle beraber, Orta Doğu bölgesindeki Riyad-Tahran çekişmesi çok daha belirgin, “görünür” hale gelmiştir. Riyad, İran’ın Irak, Bahreyn, Lübnan, Suriye ve Yemen’e müdahalelerini ve bu ülkelerdeki Şii gruplarla işbirliğini kendi güvenliği için ciddi bir tehdit olarak değerlendirmektedir. Bugün Lübnan ve Bahreyn başta olmak üzere tüm Orta Doğu’da Suudi Arabistan ve İran arasında “vekalet savaşları” yaşandığını söylemek mümkündür. Riyad-Tahran çatışması Yemen’de ise sıcak bir savaşa dönüşmüştür.
Riyad’ın bu tablo içinde Vaşington’un İran üzerindeki artan baskısını “memnuniyetle” karşıladığı izlenmekte; İsrail ile birlikte Suudi Arabistan Trump Yönetimini İran’a karşı daha da sertleşmeye teşvik etmektedir. Suudi Arabistan’ın İran’ın nükleer ve füze programlarından en az İsrail kadar “endişe” duyduğu da açıktır. İran’a duyulan “tepkinin” Suudi Arabistan ile İsrail yönetimlerini
yakınlaştırdığı, bu “yakınlaşmanın” Suudi Arabistan’da Prens Salman’ın idareyi eline almasından sonra daha da “arttığı” ve “görünür” hale geldiği ortaya çıkmaktadır.
Suudi Arabistan’ın İran ile ilişkilerinin hiçbir dönemde iyi olmadığını söylemek mümkündür. Riyad, Şah döneminde de İran’a “şüphe” ile bakmış, Şah’ın bölgede oynamak istediği rolü “endişe” ile karşılamıştır. Bununla birlikte Şah döneminde İran Orta Doğu’daki en önemli ABD “müttefiki” olduğu sürece Riyad ile Tahran arasındaki “rekabet” ortaya çıkmamış, Suudi Arabistan ile İran ilişkilerini belirli bir düzeyde tutmak zorunda kalmışlardır. Şah’ın devrilmesi ve Tahran’da Şii teokratik bir rejim kurulmasından sonra ise Riyad-Tahran ilişkileri kötüleşmiş ve bugünkü durumuna gelmiştir.
İsrail için ise durum daha farklıdır. Şah döneminde İran-İsrail ilişkileri çok yakın olmuş, İran’la İsrail yakın bir işbirliği sürdürmüşlerdir. Şah, İsrail’le (kendi halkının tepkisinden çekindiği için) “normal” diplomatik ilişkiler kurmamış, ancak İran’la İsrail arasında özellikle ekonomik alanda tesis edilen ilişkiler ciddi bir boyuta yükselmiştir. İran petrolü Eilat ile Hayfa arasında kurulan bir boru hattı ile (Süveyş Kanalı atlanarak) Akdeniz’e taşınmış, İsrail’in petrol ihtiyacı da İran tarafından karşılanmıştır.
Şah’ın İsrail ile “yakın” işbirliği kurduğu dönemde İran ABD’nin de Orta Doğu bölgesinde en yakın “müttefiki” durumuna gelmiş, İran ABD’den büyük ölçülerde silah almış, Vaşington’da İran’a Amerikan Yahudi Lobisi tarafından geniş bir destek sağlanmış, Şah yönetimi ABD’den istediği her desteği temin edebilmiştir. 1979 yılında Şah rejiminin düşmesinin Vaşington kadar Tel Aviv’de de “kaygı” ve “üzüntü” yarattığına şüphe bulunmamaktadır. Başbakan Netanyahu’nun bugünkü İran karşıtı, aşırı İran aleyhtarı tutumunda, bir ölçüde de olsa, bölgede önemli bir müttefiki kaybetmenin verdiği bu “kaygının” ve “geçmişe özlemin” yattığını söylemek mümkündür.
ABD’nin İran’a karşı dozunu giderek büyüten ve askeri bir çatışmaya dönüşmesi, İran’a karşı askeri bir müdahale yapılması ihtimalini arttıran tutumunun bölgede Mısır gibi Suudi Arabistan’a yakın ülkeler tarafından da desteklendiği izlenmektedir. Suudi Arabistan’ın bu ayın sonunda Arap Ligi ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyelerini toplantıya çağırması İran’a karşı cephe oluşturma isteğinin bir sonucudur.
Arap Ligi içinde Irak ve Lübnan gibi ülkelerin bölgede İran’a karşı oluşmakta olan cephelenmeden ciddi endişe duydukları, bu ülkelerin mevcut hükümetlerinin
Tahran’a karşı “taraf” tutmak istemedikleri bilinmektedir. Yemen ve Suriye’de iç savaş yaşanmaktadır. Suriye’nin Arap Ligi üyeliği iç savaşın başladığı 2012 yılında askıya alınmıştır. Yemen’i ise Arap Ligi’nde (başkent Sana’yı elinde bulunduran İran yanlısı Hutsiler değil) Suudi Arabistan tarafından desteklenen Hadi hükümeti temsil etmektedir.
Suudi Arabistan açısından KİK içinde İran yanlısı bir cephe oluşturmakta en büyük zorluk Katar’dan çıkmaktadır. Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in Katar’a karşı bir seneyi aşkın bir dönemden bu yana uyguladıkları siyasi ve ekonomik yaptırımlar, kara ve hava ambargosu Katar’ı İran’a itmiştir. Katar, Dünya ile fiziki bağlantısını İran üzerinden kurmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle Katar’ın İran karşıtı bir cephelenme içinde yer alması çok zor gözükmektedir.
Trump Yönetimi’nin de Riyad ile müttefikleri ve Doha arasındaki sorunların Körfez’de İran’a karşı bir cephelenmeyi zorlaştırdığını algıladığı izlenmekte, Vaşington’dan Katar üzerindeki baskının hafifletilmesi yönündeki sesler daha yüksek bir şekilde çıkmaktadır. Bununla beraber, Katar kadar olmasa da, Kuveyt ve Oman’ın da KİK’in İran’a karşı bir “Körfez Bloku” oluşturulması için kullanılmasına çok sıcak bakmadıkları da bilinmektedir. Hatta Oman’ın Suudi Arabistan ile İran arasında arabulucu rolüne de soyunduğu anlaşılmaktadır.
ABD-İsrail-Suudi Arabistan-BAE ile İran arasındaki çatışmanın ve bu çatışmanın askeri bir karşı karşıya dönüşmesi ihtimalinin Orta Doğu bölgesinde bazı ülkelerde ciddi bir tedirginlik yarattığı açıktır. Bu ülkeler arasında Türkiye de yer almaktadır. ABD’nin geçmişte Irak’ta yaptığı hatalardan büyük ölçüde olumsuz bir şekilde etkilenen Ankara’nın, ABD’nin (Başbakan Netanyahu’nun peşinden sürüklenerek) bu kez İran’da yeni hatalara düşmesinden çekindiği açıktır.
Türkiye-İran ilişkileri tarihin her döneminde “hassas” olmuştur. Ankara’nın İran’ın bölgesel politikalarından çok da “hoşnut” olduğunu söylemek imkanı da bulunmamaktadır. İran’ın Suriye’deki rejimi ayakta tutabilmek için gösterdiği gayretlerin, milyarca dolar harcamasının ve Türkiye’nin hemen güneyinde İran kontrolünde “Şii Hilali” kurulması için çalışıldığı iddialarının Ankara’nın gözünden kaçması imkanı bulunmamaktadır.
Ankara’nın İran’ın nükleer ve füze programlarından da rahatsız olduğunu tahmin etmek zor değildir. Ancak, Ankara İran’ı önemli bir ekonomik ortak olarak da görmekte, İran sorununun “çatışma” değil “görüşmeler” ve “diplomasi” yoluyla çözümlenebileceğini düşünmektedir. Ankara’nın bu tutumu temelde Obama
Yönetimi ile Avrupa Birliği ülkelerinin İran’a karşı uyguladığı politikalardan çok da farklı değildir.
ABD’nin İran’a karşı tutumunun hızlı bir tırmanmaya girdiği bir dönemde bakıldığında Ankara’nın ABD ile ilişkilerinde de ciddi sorunlar yaşanmakta, Ankara-Vaşington hattında önemli sorunlar “çözüm” beklemektedir. Bu sorunların dış politikayı ilgilendirenlerinin başında S-400’ler ve Suriye gelmektedir. ABD basın-yayın organlarında S-400’lerle ilgili olarak karar vermesi konusunda Trump Yönetimi’nin Ankara’ya 2 hafta süre tanıdığı şeklinde çıkan haberlerin Türk yetkililer tarafından doğrulanmaması olumludur.
Ankara ile Vaşington arsındaki sorunların “yaptırım” ve “zorlamalara”, “ültimatomlara” yer verilmeden müttefiklik ilişkileri çerçevesinde, görüşmeler yoluyla çözümlenmesi gerekmektedir. ABD’nin S-400’lerle F-35 programı arasında bağ kurmaması, S-400’ler sorununun Türkiye’nin önerdiği teknik “Çalışma Grubu” kurulmasıyla çözüm yoluna sokulması önem taşımaktadır.
Türkiye’nin Suriye sınırında “Güvenli Bölge” kurulması ve bu bölgenin 20 mil olması önerisi son olarak Başkan Trump tarafından gündeme getirilmiştir. Şimdi ABD’nin Türkiye’nin bu bölge için önerdiği 30 km derinliğini kabul etmemesi Vaşington’daki “kafa karışıklığını” açıkça göstermektedir. Vaşington’dan gelen PYD/YPG ile PKK arasındaki fiili bağları kabul ediyoruz açıklamaları ile NATO müttefiki Türkiye’nin bu terör örgütünün güney sınırlarında bir tehdit oluşturmaması yönündeki haklı istediğini karşılayacak adımları atmada gösterdiği “tutukluk” ciddi bir tezadı ortaya çıkartmaktadır.
ABD’nin İran petrolüne getirdiği yaptırımlar ve Mayıs ayı başından itibaren 8 ülkeye uygulanan istisnaların kaldırılması zaten Türkiye için önemli zorlukları beraberinde getirmektedir. Önümüzdeki dönemde İran’la ilgili bölgedeki yeni tırmanmalar Ankara’yı istemediği seçimlere zorlayacak olması bakımından ciddi bir risk taşımaktadır.
Paylaş