Paylaş
Merak edilen diğer hususlar da Vaşington ile Tahran arasındaki son gerginliğin nasıl başladığı ve askeri bir çatışmaya, hatta bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği. Vaşington’un (aynen 2003 yılında Irak’a yaptığı gibi) İran’ı işgal etmeye, Tahran’daki rejimi askeri müdahale ile yıkmaya kalkışıp kalkışmayacağı. ABD-İran ilişkilerinin bu kadar kısa zamanda iki ülkeyi bir savaşın eşiğine getirecek şekilde nasıl bu kadar hızlı bir şekilde tırmandığı da konunun merak edilen başka bir yönü.
ABD-İran ilişkileri esasen 1979 yılında Şah rejiminin yıkılıp yerine teokratik bir yönetim gelmesinden beri bozuk. 1979 yılı öncesi Şah idaresindeki İran’ın ABD’nin (ve İsrail’in) Orta Doğu’daki en yakın “ortağı” olduğu biliniyor. Bu durum Ayetullah Humeyni’nin İran’a dönmesinden ve Tahran’da teokratik bir rejim kurulmasından sonra tamamen değişiyor.
ABD halkının hiçbir zaman unutmadığı olay ise Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin 1979 yılında Humeyni yönetimi tarafından desteklenen İranlı milislerce ele geçirilmesi ve Amerikalı diplomatların 1,5 seneye yakın bir zaman elçilikte rehine tutulması, bu olayın ABD için yarattığı çok zor durum. O dönemde ABD’nin rehinelerini kurtarmak için giriştiği kurtarma operasyonunun başarısızlıkla sonuçlandığı, ABD’nin bir helikopteri ile bir C-130 nakliye uçağının çöl fırtınası sırasında çarpıştığı, başarısız askeri operasyon sırasında 8 ABD askerinin hayatını kaybettiği hatırlanıyor.
Bütün olayın yarattığı travmanın dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’in Başkanlık seçimini kaybetmesinde ve ikinci dönem için seçilememesinde önemli bir rol oynadığı da biliniyor. Vaşington-Tahran ilişkilerinin 1979’dan beri kopuk olduğu, iki ülkenin birbirlerini “hasım” hatta “düşman” olarak gördükleri çok açık.
Ancak ABD-İran ilişkilerinin bugün içinde bulunduğu durumun temelinde Tahran’ın bölgesel nüfuz politikaları, komşu Arap ülkelerindeki Şii nüfus ile kurduğu bağların bulunduğu açık. İran’ın Bahreyn, Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’de uyguladığı müdahaleci politikalar ABD’nin (ve Vaşington’un bölgesel müttefiklerinin) çıkarlarıyla ters düşüyor.
Hele İran’ın Şah döneminde başladığı bilinen nükleer programına 1990’lı yıllarda hız vermesi, nükleer askeri bir programı uygulamaya başlaması, daha da ileri giderek (kısa, orta ve uzun menzilli) füze üretmeye başlaması Vaşington’u (ve bölgesel müttefiklerini) çok rahatsız ediyor. ABD ve bölgesel güçler (İsrail, Suudi Arabistan) İran’ın nükleer programının ve füze üretme çalışmalarının kendileri için büyük bir tehdit oluşturduğunu ve durdurulması gerektiğini düşünüyorlar.
İran’ın nükleer ve füze programlarından diğer küresel ve bölgesel güçlerin de rahatsız oldukları açık. Bütün bu ülkelerin İran’ı nükleer bomba üretmekten vazgeçirmeye çalıştıkları, Türkiye dahil bir çok ülkenin Tahran’la geçmişte yürütülen görüşmelerde rol oynadıkları, diplomasinin Tahran’ın nükleer programını durdurma yönünde kullanıldığı biliniyor.
ABD de Obama Yönetimi sırasında bu diplomatik çalışma ve görüşmelere aktif bir şekilde katılıyor. Diplomatik görüşmeler sonuç veriyor ve 2015 yılında 5+1 (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya) ile İran arasında bir Anlaşma imzalanıyor. Nükleer Anlaşma İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesini (böylece nükleer bomba üretme imkanını) kısıtlıyor, buna karşılık İran’a karşı uygulanan ekonomik yaptırımların kaldırılmasını öngörüyor.
İran Nükleer Anlaşması Dünya’ya rahat bir nefes aldırıyor. Ancak, Anlaşmaya İsrail Başbakanı Netanyahu’dan çok sert bir tepki geliyor. Başbakan Netanyahu Anlaşmaya olan tepkisini Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na ve ABD Kongresi’ne taşıyor. Ama ABD’deki Obama Yönetimi tarafından desteklenen Anlaşma konusunda yapabileceği çok bir şey yok. Başbakan Netanyahu’nun bütün eleştirileri sözde kalıyor. Anlaşma yürürlüğe giriyor.
Anlaşmanın ABD-İran ilişkilerini de olumlu yönde etkilediği görülüyor. ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile İran Dışişleri Bakanı Zarif’in (diğer katılımcıların da karelerde bulunduğu) fotoğrafları bunun bir sembolü oluyor. ABD Başkanı Obama ile İran Cumhurbaşkanı Ruhani arasında bir görüşmenin bile yapılması konuşulmaya başlanıyor.
Ancak bütün bu tablo Trump’ın Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı olarak ortaya çıkmasıyla değişiyor. Trump seçim kampanyası sırasında İran Nükleer Anlaşması’na karşı çıkmaya başlıyor. Anlaşmaya karşı İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından dile getirilen bütün eleştirileri aynen kabul ediyor. Trump Başkan seçilmesi halinde ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çekeceği sözünü veriyor.
Trump, Başkan seçildikten sonra da İran’a karşı politikasını devam ettiriyor. Diğer imzacı ülkelerin bütün gayretlerine rağmen seçim kampanyasındaki sözünü
tutuyor ve geçen sene ABD İran Nükleer Anlaşmasından çekiliyor. ABD İran’a çok kapsamlı yeni ekonomik yaptırımlar getiriyor ve tüm Dünya’nın bu ekonomik yaptırımlara uymasını bekliyor. Vaşington İran’a uygulamaya başladığı yaptırımlara uymayan ülkeleri cezalandırmakla tehdit ediyor.
Kademeli bir şekilde getirilen ABD ekonomik yaptırımları İran’ın petrol, gemicilik, bankacılık, metal sektörlerini hedef alıyor. ABD bu Mayıs ayı başında İran petrolünü satın alabilmeleri için 8 ülkeye (Çin, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Hindistan, Türkiye, İtalya ve Yunanistan ) tanıdığı istisnayı da kaldırıyor.
ABD’nin ekonomik yaptırımlarla İran’ın ihracat gelirlerini asgariye indirmek ve İran üzerinde ağır bir baskı oluşturmak istediği anlaşılıyor. İran ise petrol ihracatına devam etmek için yoğun bir gayret gösteriyor. İran Dışişleri Bakanı’nın son bir ay içinde Türkiye, Hindistan, Japonya ve Çin’i ziyaret etmesinin bu amaca yönelik olduğu anlaşılıyor. Bu 4 ülke İran’dan en fazla petrol alan ülkelerin başında yer alıyorlar.
Tahran aynı zamanda Avrupa Birliği’ni de devreye sokmaya çalışıyor. İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Tahran’daki İngiltere, Almanya ve Fransa Büyükelçilerine gönderdiği mektupta bu ülkeleri İran Nükleer Anlaşması’nı kurtarmak amacıyla daha fazla gayret göstermeye çağırıyor, aksi taktirde İran’ın 6 ay içinde uranyum zenginleştirme çalışmalarına yeniden başlayacağını bildiriyor.
Trump Yönetimi’nin İran üzerindeki baskısı ekonomik alanda da kalmıyor. Vaşington İran Ordusu’nun önemli bir bölümünü teşkil eden İran Devrim Muhafızlarını “terörist” örgüt olarak ilan ediyor. Tahran buna ABD Ordusunu terörist örgüt olarak ilan ederek karşılık veriyor. Tahran’daki bazı çevrelerden gelen İran’ın Hürmüz Boğazı’nı (Körfezin girişini) kapatabileceği yönündeki ifadelere karşı Vaşington bölgeye yeni savaş gemileri ve savaş uçakları sevk etmeye başlıyor.
İşte Trump Yönetimi’nin 8 Mayıs 2018’de İran Nükleer Anlaşması’ndan çekilmesinden sonra meydana gelen gelişmelerin ABD-İran ilişkilerinde ortaya çıkarttığı tablo bu. Peki, Trump Yönetimi ne istiyor? İran üzerinde kısa zamanda oluşturulan bu ağır baskının amacı ve varmak istediği nokta ne?
Trump Yönetimi’nin açıklanan amacı İran’la yeni bir Anlaşma yapmak, bunun için de diplomasinin yeniden devreye girmesi ve müzakerelerin başlaması. Trump bu amaçla İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile de görüşebileceğini açıkladı. Vaşington yeni anlaşmanın İran’ın nükleer programını tamamen durdurmasını, İran’ın
nükleer programının uluslararası kontrol altına alınmasını, İran’ın bir daha nükleer silah üretemeyecek bir duruma getirilmesini istiyor.
Ama Trump Yönetimi’nin İran’dan istedikleri bununla sınırlı değil. Vaşington yeni Anlaşmanın, İran’ın nükleer programını durdurması yanında, İran’ın orta ve uzun menzilli füze programının uluslararası kontrol altına alınmasını sağlayacağını açıklamış durumda. Ayrıca, Trump Yönetimi İran’ın komşu ülkelerin iç işlerine karışmasının önlemesini; İran’ın Bahreyn, Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’deki siyasi faaliyetlerini durdurmasını da istiyor ve yeni Anlaşmaya bu yönde maddeler eklenmesi konusunda kararlı gözüküyor.
Bu şartlarda yeni bir Anlaşma yapmaya yanaşmayacağı açık olan İran ise müzakerelerin yeniden başlamasını istemiyor, ABD ile görüşmenin bir sonuç getireceği görüşünde değil. Tahran, Trump Yönetimi ile masaya oturmanın kendisi üzerindeki baskıyı arttıracağını gayet iyi görüyor ve baskı ve yaptırımlar altında müzakere olamayacağını savunuyor.
Trump Yönetimi Tahran’ı müzakerelere ve yeni bir Anlaşmaya zorlamak için baskıyı arttırıyor. Bu baskı şimdilik ekonomik ağırlıklı olarak yapılıyor. İran’ın ihracat gelirleri asgariye indirilmeye çalışılıyor, ekonominin kötüleşmesinin Tahran’ı tekrar Vaşington’la görüşmeye ve ABD’nin şartlarını kabul etmeye zorlayacağı hesap ediliyor.
İran ise ABD baskısından kurtulmaya, ihracatını mümkün olduğu ölçülerde devam ettirmeye çalışıyor. Trump Yönetimi’nin kararlılığı ve ağır baskısı altında, Körfez’deki petrol akışını durdurma ve nükleer askeri programına tekrar dönme tehditlerinde bulunuyor. İşte bu durum ABD ile İran arasında bir askeri çatışma tehlikesini arttırıyor. Trump Yönetimi bölgedeki askeri varlığını arttırıyor, Körfez’de askeri bir karşılaşma ve tırmanma tehlikesi büyüyor.
Başkan Trump’ın aklında olanın İran’a “şartlarını” kabul ettirmek ve Tahran’ı yeni bir Anlaşmaya zorlamak olduğu anlaşılıyor. Ancak Vaşington’da bazı çevrelerin İran’da rejim değişikliği için harekete geçtiğine inananların sayısı da az değil. İran’da rejimi değiştirmek ve Batı yanlısı yeni rejim oluşturmak isteyen grubun başında Beyaz Saray Milli Güvenlik Danışmanı John Bolton’un bulunduğu düşünülüyor.
Esasen İran’ın Başkan Trump’ın şartlarına razı olmasının ve ABD ile (nükleer ve füze programları ile komşu ülkeler politikalarını kapsayan) bir Anlaşma yapmaya yanaşmasının Tahran rejimini büyük ölçüde zayıflatacağı ve rejimin temellerini sarsacağına işaret edilmesi gerekiyor. Trump Yönetimi’nin en az 2, muhtemelen
6 sene daha yönetimde kalacağı düşünüldüğünde İran’ın içinde bulunduğu zor durum daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.
Trump Yönetimi’nin Tahran üzerindeki baskısının Obama döneminden çok daha farklı ve ciddi bir şekil aldığı izleniyor. Obama döneminde yaptırımlara karşı koyan ve direnen, satış yapabilen İran’ın şimdiki yaptırımları kırarak petrol satışlarını devam ettirebilmesi zor görünüyor. İran’ın Trump Yönetimi’nin baskılarına ne kadar dayanabileceği konusunda Rusya ve Çin’in tutumları büyük önem kazanmış durumda.
Rusya’nın yakın bölgesindeki ve Hazar Denizi’nden komşusu İran’ın ABD baskısı altında kalmasından hiç de hoşnut olmadığı anlaşılıyor. Ama kendisi petrol satıcısı durumundaki Rusya’nın İran’la ticari ilişkileri çok değil. İran petrolünün en önemli alıcısı durumundaki ülkelerden Hindistan, Japonya ve Güney Kore’nin Trump Yönetimi baskılarına açık olduğu ortada. İran petrolünün en büyük alıcısı durumundaki Çin ise Trump Yönetimi ile zaten ticari alanda ciddi sorunlar yaşıyor.
Çin ekonomisinin ABD ile ticari bağları ve karşılıklı bağımlılığı yüksek. Pekin’in İran’a yönelik ABD baskılarına ve Trump Yönetimi’nin İran’a koyduğu yaptırımlara diğer ülkelerin de uyması beklentisine sözde karşı çıktığı biliniyor. Ancak uzmanlar Çin’in Mayıs ayından bu yana İran’dan petrol alımı yapmadığına işaret ediyorlar.
ABD’nin İran üzerindeki artan baskısına bölge ülkelerinin nasıl baktığı da çok önem kazanıyor. Burada özellikle İsrail ve Suudi Arabistan’ın tutumu önem kazanıyor. ABD-İran çatışmasının bu yönüne başka bir yazımda değineceğim.
Paylaş