Oğuz Aral

Ben bana razı mıyım?

13 Nisan 2003
‘‘Herbirkesler beni Leonard di Capriyo'ya benzetirlerdi abicim. Tamam, herbirkesler değil ama benim tamirci dükkánının yanındaki trikotaj atölyesinde çalışan Sebahat bir kere benzetmişti.Hemen koşup herifin filmlerini seyrettim. Aaa, oğlan aynen ben!.. Ama adam sarı, ben esmerim. Bizim erkek kuaförü Necmi'ye gidip saçımı boyattım. Etraf çakmasın diye azar azar sarışın oldum. Her hafta biraz daha açık sarı sürdürerek iki ayda sapsarışın kesildim. Leonard'ın gözleri mavi olduğu için bir çift de mavi lens taktırdım. Bu lens denen alet bir bela. Bazen biri gözümden kayıp düşüyor, ara ki bulasın. Adam ortalıkta bir gözü mavi bir gözü kara dolanmak zorunda kalıyor.’’‘‘Ama Di Capriyo'nun boyu senden bir hayli uzun.’’‘‘Boy işi kolay be abicim. Saçlarını üstten kabartacaksın. Üstüne sprey sıkacaksın. Bütün gün havada duruyorlar. Ayağına da uzun topuklu pençesi kalın çizme giyeceksin. En az 8-10 santim atıyorsun. Ama diş kısmısı biraz zor oldu.’’‘‘Senin dişinle Leonard'ın ne ilgisi var?’’‘‘Çok ilgisi var. Herifin dişleri kazma gibi uzun, benimkiler kısa. Bir sosyete dişçisine gittim. Adam, ben sapasağlam dişlere dokunmam dedi. Etme, eyleme diye yalvar yakar oldum. İki misli para veririm dedim. Sonunda ön dişlerimi yontturup üstlerine uzun porselen ceket taktırdım. Hani konuşurken ağzı kapanmayan manken ve sunucu karılar var ya... İşte onlarınkinden yaptırdım.’’‘‘İyi halt etmişsin Sadettin...’’‘‘Sadettin adını da benim çıraklara yasak ettim. Artık bana Leonard Usta diyeceksiniz dedim. Hatta, dükkánın adını da 'Tez-iş oto-tamir'den 'Leonard oto-tamir'e çevirdim. Artık Leonard Di Capriyo olarak kasım kasım kasılıp, süzüm süzüm süzülüp ortalıkta dolanıyordum. Ama bizim muhit cahil muhit abicim. Sebahat'tan gayrı Leonard'ı tanıyan bir Allah'ın kulu yoktu. Onca masraf ve zahmet boşa gitmekteydi. Hemen benim Leonard'ın filmlerini takip etmeye başladım. Hangi sinemada oynuyorsa gidip yirmişer-otuzar bilet alıp muhitte dağıtmaya başladım. Kim geliyor, kim gelmiyor diye sinemanın önünde de sotaya yatmaktaydım. Ertesi gün de filmi seyredenlerin dükkánlarının ya da evlerinin önünde volta atıyordum. Bir gün köfteci Muhittin'in kızı Şule yolda beni alıcı gözüyle uzun uzun süzdü. En Leonard yürüyüşümle yanına yaklaştım, 'Ne o kız, birine mi benzettin?' diye sordum.‘‘Valla, aynen futbolcu İlhan'a benzemişsin Sadettin Abi... Ama onun siyah cipi var’’ dedi. Kız haklı, bizim sülale Eskişehir tarafından olduğu için gözlerimiz biraz çekiktir. Hemen bir çift futbol pabucuyla bir eşortman edinip o akşam bizim muhitteki halı sahaya koştum. Taa, ortaokuldan beri çalışmaktan fırsat bulup top tepiklememişim abicim. O gece halı sahada koşuşturmaktan canım çıktı. Ayrıcana, sağ ayak bileğim de davul gibi şişti. Ağrısından sabaha dek böğürdüm durdum. Meğer Ayı Ayhan bana taban koyunca bilek kemiğimi kırmış. Hastanede alçıya aldılar. Futbolum benzemese bile arabam İlhan'ınkine benzemez miydi yani? Zaten mesleğim oto tamirciliği... Hemen dört kalın kamyon lastiği buldum. Benim Murat'ın şasisini yükseltip lastikleri taktım. Tamponu, ön nikelajları ve farları çıkma bir Honda'nınkilerle değiştirdim. Komşu oto boyacısı Naci'ye bir de metalik siyah attırdım ki artık İlhan'ın cipine beş basar. Ama araba bir de yürüse iyi olacaktı. Fakat, namussuz motor cuvv cuvv ediyor da üstündeki ağırlığı çekemiyordu. Ben de bir çektiriciyle cipimi muhitin en piyasa yerine çektirip direksiyona kuruluyordum. Millet işten çıkınca cıstaklı bir kaseti teybe sürüp gümbürdetiyordum. Zaten cipin camlarına da İlhan'ın posterlerini yapıştırmıştım.’’‘‘Eee, sonra ne oldu?’’‘‘Sonra, bir iki sübyan mahalle kızının dışında kimse benim İlhan'lığımı iplemedi abicim. Yahu, onca yıllık komşuluk hatırımız var. Adam önümden geçerken 'Aaa, İlhan'a bak!' demez mi? Demez abi... Bunlar nankör. Biz o kadar yırtınırken herbirkesler şarkıcı Gökhan'ın peşinde...’’‘‘Gökhan da kim?’’‘‘Gökhan, bizim muhitteki düğün salonunun şarkıcısı... Herifin aslında nevazil olmuş keçi gibi sesi var. Ama iyi göbek attırır. Bir kere televizyona bilem çıkmıştı. Ama şarkıcı olsun da taştan olsun. Bizim millette şarkıcı avanaklığı vardır. Koyun, davar güderken 'hüyyoo!' diye çığırmayı şarkı sanır da olduğu yerde zıp zıp oynar. Bir yandan da ölmüşlerini aklına düşürüp ağlar. Bak İbo abime!.. İki ciyaklamayla milletin ciğerini söker de porsiyonu 100 dolardan geri yedirir. Önemli olan posbıyık bir erkeğin karı sesiyle şarkı çığırtmasıdır abicim. Ben de hemen bizim muhitteki dersaneye dadanıp solfej, molfej müzik dersleri almaya başladım. Zati sesim de fena değildi. Düğün salonu sahibi Alaattin'in arabasını bedava tamir edince düğünlerde de okumaya başladım. Bu şarkıcılık kıyak işmiş. En halisinden yıllarca oto tamiri yaptım kimse beni iplemedi. Ama düğün salonunda iki şarkı attırınca kahvede itibarım değişti. Kızlar, yolda yanımdan geçerken kıkırdamaya, göz süzmeye başladılar. Namım yavaş yavaş öteki muhitlere de yayılmaya başladı. Artık başka düğün salonlarında da okumaya, işin inceliklerini de kapmaya başladım. Mesela, şarkının bir yerinde tıkanıyorsun sesin çıkmıyor ya da detone oluyorsun. O zaman ne yaparsın abi?’’‘‘Özür dileyip sahneden inerim.’’‘‘Sen de pek cahil kalmışsın be abicim. İş tam moka sardığı sıra 'Eller havayaa!..' diye bağıracaksın. Sonra da darbukacıya işmar edip bir oyun havasına geçeceksin. Sen bir çalkalarsan gariban millet beş çalkalamaya hazır. Bizim aksi suratlı pos bıyıklı herif milleti ya da ayak bileğine kadar her tarafı örtülü mahcup hanım milletimizi bir görsen atadan, dededen köçek, çengi sanırsın. Asırlardır oynama hasretine tutulmuşlar sanki... Ben saz takımını alıp sahneden inerim. Garsonlar masaları toplar. Ama onlar oynamaya devam eder. Ama şarkıcılığın sırrını çözmem biraz zaman aldı.’’‘‘Neymiş sırrı?’’‘‘Televizyonda görünmeden şarkıcı olunamıyormuş meğer abicim.’’‘‘Saçmalama...’’‘‘İnci Çayırlı, Nesrin Sipahi mi daha çok şarkıcı, yoksa Gülben Ergen mi?’’‘‘Bana bak Sadettin, mutfakta pilav pişiren ya da banyo yapan her kadın Gülben Hanım kadar şarkı söyler.’’‘‘Ama televizyonda söyleyince en birinciye şarkıcı olursun. Ben de birikmiş bütün paramı yatırıp üste de borca girip bir klip çektirdim. Bak şimdi seyret abi.’’‘‘Amanın bu sen misin lan?’’‘‘Tastamam benim.’’‘‘Sadi, ben seni çocukluğundan tanırım. Erkek gibi bir erkektin. Bu pembeli, morlu, kırmalı, fistolu elbiseler... Bu makyajlı surat, rujlu dudaklar... Bu kalça kıvırmalar nereden çıktı oğlum?’’‘‘Televizyona çıkmak için abicim. Özellikle gündüzleyinki kadın programları hötöröf erkek şarkıcı istermiş. Kadınlarımız homo erkek şarkıcılara bayılıyorlarmış. Zeki Müren'den Fatih Ürek'e kadar hepiciini kadın seyircilerimiz meşhur etmişmiş. Artık benim de herbirkeslerin tanıdığı ünlü biri olmama çeyrek kaldı. Çağırıldığım düğünler benim tamirhaneden çok daha fazlasını kazandırıyor. Artık dolarla çalışmaya başladım. Tamirhaneyi kapatacağım.’’‘‘Ne diyeyim, hayırlısı olur inşallah... Yalnız bu kafandaki sargılar, yüzündeki bantlar neden oldu?’’‘‘Sorma abi, bir hata ettim, oğlunun mürrüvetini görsün diye köyden anamı getirttim. En kral otellerin restoranlarında yedirip içirdim. Limuzin kiralayıp Boğaz turları yaptırdım. O da eve gelince, 'Ulan yemedim yedirdim, seni ortaokullarda babasız okuttum. Çırak verdim, zenaat öğrettim. Tarlamı satıp sana tamirhane açtım. Sen benim oğlum olmaya niye razı olmadın?.. Sen kendine niye razı değilsin?' diye beni yine terlikle dövdü abicim.’’‘‘Ne diyeyim ananın eline sağlık. Ben de gençliğimde Gregori Pek'e benzerdim. Üstelik benim Gregori, senin Leonard'a yakışıklılıkta beş basar!..’’
Yazının Devamını Oku

Abdülkadir çekti!

6 Nisan 2003
Her şey geçen yıl başladı. O tumturaklı, oturaklı, halim ve selim adam gitti. Yerine zıpırın biri geldi. Abdülkadir'le aynı yaştaydık. Taa, Yeni Sabah Gazetesi'nde patlak pabuçla haber peşinde koşuşturduğu günlerden tanırım. Doğru, dürüst ve çalışkan bir gazeteciydi. Birkaç dil bildiği için kırklı yaşlarında turizm işine sıvandı. Başarılı da oldu. Eskisi kadar sıkça olmasa da fırsat buldukça görüşmeyi sürdürdük.

Günlerden bir gün Abdülkadir'i sivil bir suratla gördüm. Boru gibi sesi olmasa tanıyamayacaktım. Yani, Abduş bıyıklarını kesmişti.

‘‘Vah vah, geçmiş olsun. Jilet filan mı kaydı?’’

‘‘Hayır bilerek kestim.’’

‘‘Kırk yıllık emektar bıyıklarına nasıl kıydın yahu?’’

‘‘Beni yaşlı gösteriyorlardı.’’

‘‘Göstermelerine gerek yok. Sen zaten yaşlısın.’’

‘‘Sen onu haltetmişsin.’’

‘‘Sen ben yaşta değil miydin?’’

‘‘Hayır efendim, ben senden en az iki yaş küçüğüm.’’

‘‘Eh kimi kumaş yağmur yiyince çeker. Demek ki sen de çekip küçülmüşsün.’’

*

Aradan kaç ay geçti anımsamıyorum. Bir sergi açılışında siyah saçlarını kel tepesine iyice yayıp yapıştırmış biri yüzüme tanıdık tanıdık bakıp gülümsüyor.

‘‘Güzelim kır saçlarına ne yaptın be?’’

‘‘Biraz boyattım Oğuz Abi'cim. Beni yaşlı gösteriyorlardı. Zaten çok da beyazlamamışlardı değil mi Oğuz Abi?’’

‘‘Bu abili konuşma da nereden çıktı?’’

‘‘Benimki aile terbiyesi icabı Oğuz Abi. Bize, büyüklerimize saygıyı ve abi demeyi öğrettiler.’’

‘‘Ben senin nereden büyüğün oluyorum?’’

‘‘Aramızda en az 5 yaş fark yok mu Oğuz Abi?’’

‘‘Bana bak, benden sana abi tavsiyesi; fazla yağmurda kalma... Küçüle küçüle pantolonumun arka cebine gireceksin bu gidişle!..’’

*

Bir gün, onu gerçekten tanıyamadım. Annesinin bile tanıyacağından şüpheliyim. Ciyak ciyak renkli kareli bir ceket... Altında turuncumsu daracık bir pantolon... Yakası üstten 3. düğmesine kadar açık sarı ve mor çiçekli bir gömlek... İçinde de yeşil bir ipek fular... Herif Balık Pazarı'ndaki manav sergisi gibi rengárenk... Hareketleri de acayipleşmiş. Yürümüyor, adeta zıplıyor... Hızlı hızlı konuşmaya başlamış. Konuşurken elini kolunu sallıyor, karşısındakinin omuzuna, sırtına pat pat vuruyordu. En çekilmez yanı da her laftan sonra yerli yersiz kahkahalar atmasıydı.

*

Aslında bütün bunları yazmayacaktım. Sevdiğim bir arkadaşımı teşhir etmeyecektim. Bir alay tanıdığı var. Herkes, yaşamının bir bölümünde buhran geçirebilir, abuk subuk işler icat edip kendini rezil edebilir. Hele ihtiyarlık şaşkınlığıyla olmadık herzeler yiyebilir. Biz arkadaşlarına onu koruyup kollamak düşer. Ben de öyle yapıyordum ama Abdülkadir bana fena bir kazık attı. Ben de öcümü almak için bunları yazıyorum.

*

Sabahın bir körü kapının zili düttürmeye başladı. Kapıcı servisi için erken bir saat. Kafa üstü yastığımı kulağıma kapattım. Ben başımın üstünde bir ağırlık olmadan uyuyamam. Bu nedenle iki yastıkla kelle sandviçi gibi yatarım. Ama zilin susacağı yoktu. Bana asla yakıştıramayacağınız bir alay küfürü peş peşe sıralayarak gidip kapıyı açtım ve Abdülkadir'in sırıtkan suratıyla yüz yüze geldim. Aslında yalnız ağzı sırıtıyordu. Gözleri yuvalarından uğramış, suratı kıpkırmızıya kesmiş, gırtlağından düdük sesleri çıkararak nefes almaya çalışıyordu. Yarı yürüye, yarı sürüne içeri girip kendini en yakın koltuğa attı.

‘‘Ne oldu, ne var, sabahın köründe ne istiyorsun?’’ gibisinden sorularıma cevap vermedi. Konuşacak mecali yoktu ki cevap verebilsin. Yine de merhamet duygum ağır bastı. Mutfağa gidip bir bardak su getirdim. Sırıtmasını bozmadan içti. Ben homurdanarak kahvaltı altımın üçüncü sigarasını içerken Abdülkadir zıplayıp yerinden kalktı.

‘‘Günaydın Oğuz Abi.’’

‘‘Abinden başlatma, şimdi doğru doktora git ve ben kalp krizi geçirdim de...’’

‘‘Ben turp gibiyim. Her gün Belgrad Ormanı'na gidip günde 5 kilometre koşuyorum.’’

‘‘Deminki tıknefeslik neydi öyleyse?’’

‘‘Merdivenleri çıkmıştım da biraz yoruldum. Aslında yorulmazdım ama dün geceyi bir diskoda geçirdim.’’

‘‘Sen fıttırdın mı yahu Abdülkadir? Asansör dururken 7 kat merdiven tırmanılır mı?’’

‘‘Sen, tabii unutmuşsundur. Genç adam dediğin asansöre binmez. Bu sabah ormana gidip koşamadım. Sabah cimnastiğini senin merdivenlerde yapayım dedim. Hem benim adım Abdülkadir değil Oğuz Abi.’’

‘‘Ya ne?’’

‘‘Benim adım Gencay. Mahkeme kararıyla değiştirdim.’’

‘‘Bin senelik adını ne halt etmeye değiştirdin?’’

‘‘Abdülkadir ihtiyar ismi. Abdülkadir deyince adamın aklına eli ayağı tutmayan, beli bükük bir ihtiyar geliyor. Bak bakalım bende yaşlı adam hali var mı?’’

Abdülkadir veya Gencay, bir yandan dans figürleri yapıp kendi midesine pat pat vuruyordu. ‘‘Gel bak, sen de vur da çelik gibi mide adalesi gör.’’

Şeytan, şunun midesine okkalı bir aparkat çekip herifi katla dedi. Ama yine Abduş'a ya da Gencoş'a kıyamadım. Gönlü olsun diye bir iki patpatladım. Pat pat eden herifin karın adalesi mi yoksa korsesi mi artık bilmiyorum.

‘‘Senin bu gençlik sapıtmana hanım ne diyor?’’

‘‘Hangi hanım?’’

‘‘35 yıllık karın Semra tabii!’’

‘‘Ohhoo, aylar önce Semra'dan boşandım.’’

‘‘İyi halt ettin.’’

‘‘İhtiyarlayınca vıdı vıdıcılığı tuttu. Yok ben palyaço gibi giyiniyormuşum. Pencereleri açıp komşulara karşı çıplak vücutla halter çalışıyormuşum. Herkeslere rezil oluyormuş... O da senin gibi tutucu bir ihtiyar!’’

‘‘Sen onu halt etmişsin. Ben her zaman yenilikçi ve ilerici oldum.’’

‘‘Madem yenilikçisin de cep telefonun nerede?’’

‘‘Cep telefonu ilericilik değil enayilik. Normal telefonla 5 liraya yapacağım konuşmayı niye 15 liraya yapayım?’’

‘‘Ama cep telefonuyla isteyen seni hemen bulabilir.’’

‘‘Daha kötü ya... Canı çeken beni istediği anda niye bulsunmuş? Ben ‘‘155 Alo Polis’’ miyim?’’

‘‘İstemezsen telefonunu kapatırsın.’’

‘‘Zırt pırt kapatacağıma hiç almasam daha iyi değil mi?’’

‘‘Çene yarıştırmaya gelince üstüne yok. Ama daha bir e-mailin bile yok. Basında e-mail adresi olmayan yazar bir tek sen kaldın. Artık bebelerin bile interneti var. Bütün bunlar siz morukların teknolojinin ilerlemesine, çağdaşlığa ayak diremesinden!.. Tutuculuktan!.. Söyle bakalım okurların sana nasıl ulaşıyor?’’

‘‘Benim faksım var.’’

‘‘Ama onların faksı yok. Bir kardeşlik yapayım da sana bir e-mail adresi alayım Oğuz Abi.’’

Bir an düşündüm. Sahi yahu, artık mektubun modası geçti. Herkesin de faksı yok. Okurlarımla aramda kopukluk olmasın dedim.

‘‘Pekiyi, o dediğinden al bakalım.’’

Abdülkadir, bir yerlere telefon etti sonra sordu.

‘‘Senin adres şifren ne olsun?’’

‘‘Tabii, Huysuz İhtiyar olsun.’’

‘‘Huysuz İhtiyar'ı almışlar.’’

‘‘Kim almış, nasıl almış, niye almış?’’

‘‘Sana tekrar satmak için.’’

‘‘Yani ben, kendi adımı herifin birinden mi alacağım? Aziz milletimin en birinci mesleği hırsızlık olmuş demek! Ülkenin toprağını çalıp apartman yapar, devletin elektriğini çalar fabrika işletir, davarını ısıtır... Otobüs biletinin bile sahtesini yapmayı akıl eder. Sıra isimlerimize geldi. Artık sabahları kalkınca ilk işim ağzımdaki protez yerinde duruyor mu diye bakmak olacak. Ben yazıyla, çiziyle nafakamı çıkarıyorum. Bir üçkáğıtçı hırboya verecek meteliğim yok! Adresi
hu.ihtiyar@mynet.com diye al!’’

Yani ayıptır söylemesi, artık benim de bir e-mailim var. Bu yaştan sonra Abduş'un bana attığı kazık da bu oldu.

*

Abdülkadir'i sorarsanız yine eski gri takım elbiselerini giyiyor, saçını boyamıyor. Zaten ektirdiği saçlar da döküldü. Tekrar bıyık da bıraktı. Yine eski meyhanemize dadandı. Geçen gün,

‘‘Hayrola, genç olmaktan sıkıldın mı?’’ diye sordum.

‘‘Defne'yle bir yıldır beraberdik. Ama kızı yirmi beşinde tıfıl bir oğlanla yakaladım. Hem de kirasını benim ödediğim evde.’’

‘‘Boşver, gençlikte böyle ufak tefek kazalar olur Gencay Abi'cim.’’

‘‘Hergeleliğin alemi yok. Benim adım Abdülkadir!’’

Şimdi, birkaç arkadaşla Semra'ya gidip eve dönmesi için diller döküyoruz.
Yazının Devamını Oku

Yaş yetmiş de, iş bitmiş mi?

30 Mart 2003
Yaşlandım, ihtiyarladım, kocadım, farıdım ama bir türlü büyüyemedim. Yani çocuk kaldım. Yaşlı, başlı ve oturaklı görünebilmek için neler yapmadım? Milat'tan önce ünlü bir dansöz hanım arkadaşım vardı. ‘‘Bıyık bırak!’’ diye tutturmuştu.

‘‘Niye kız?’’

‘‘Arkadaşlarım
'Sübyancılığa mı başladın?' diye benimle dalga geçiyorlar.’’

O zamanlar 18'e değmiş miydim anımsamıyorum. Adamın burnunun altında kıl biriktirmesi bir bela... Çorbaya girer, bıyığa tutunmuş çorba damlaları üstüne başına damlar. En fiyakalı gömleğini mahveder.

Ağzında sigara unutursun, bıyıkların cıyırt diye yanar. Bütün gün burnunda bir yanık kokusuyla dolaşırsın.

Hacettepe Üniversitesi Geriatri Bölümü GEBAM, bana ve Müşfik Kenter'e beraberce ‘‘Yaşam boyu başarı ödülü’’ verdi. Yani tercümesi ‘‘Yılın Morukları!..’’

Büyüyemeden yaşlanmışım. Bizim toplum yaşlıların 40-50 yaşında göçüp gitmesine alışmış. Şimdi karşılarında eli ayağı tutan, kafası İsviçre saati gibi tıkır tıkır işleyen yaşlıları görünce şaşalıyor. ‘‘Yat yetmiş, iş bitmiş...’’ gibisinden zırvalıyor. Hatta yaşlıları yok saymaya çabalıyor. Örneğin kendime önünde 4-5 düğmesi olmayan mülayim bir ceket ya da üstünde şapşalca ve Amerikanca yazılar bulunmayan bir kazak bulup alamıyorum. Moda hep gençler içinmiş. Dükkán sahibine, ‘‘A benim enayi oğlum, para biz moruklarda... Oğluma, kızıma, torunuma para vermezsem sen bu bezleri zor satarsın!’’ diyorum.

*

Geçtiğimiz hafta Ulusal Yaşlılar Haftası'ydı. Tabii, yine hallaç yellenmesi gibi duyulmadı geçti gitti.

Aslında yaşlanmanın çok yararlı bir yanı var. İNSAN GENÇ OLMAKTAN KURTULUYOR! Onca zahmeti, mihneti ve gelecek korkularını artık çekmiyor. Ben karar verdim, bir daha asla genç olmayacağım. (Çocuk olmaya itirazım yok.)

Bu hafta sevgili ve saygın yaşlı dostlarımla YAŞLILAR HAFTANIZI kutlayalım dedik. Sanıyorum aklımıza ve yaşımıza sağlık iyi de yaptık!

Ben şimdi 50’sindeyim


SÜLEYMAN DEMİREL

(Eski Cumhurbaşkanı ve Başbakan-75 yaşında)

1920'li yıllarda ölüm yaşı ortalama 40'tı. İnsanlar evlatlarının evliliğini bile göremezlerdi. O zamanki anlayışa göre 40 yaş ihtiyarlık yaşıydı. 35'indeki insana bile 'Bir ayağı çukurda!' gözüyle bakılırdı. Şimdi ortalama ömür 75 yaşına yükseldi. Artık analar, babalar evlatlarının değil evliliğini, torunlarının çocuklarını bile görebiliyorlar.

Size göre kaç yaşındaki insan yaşlı insandır?

-Mimar Sinan bir dünya şaheseri olan Selimiye Camii'ni yapmaya 85 yaşındayken başladı. 92 yaşında da bitirdi. Celal Bayar 103 yaşında vefat ettiği sırada 60-70 yıl öncesini ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Vehbi Koç 93 yaşındayken benimle kahvaltıda ülke meselelerini tartışıyordu. Resmi çalışma zamanı 8 saattir. Ben günde 15 saat çalışıyorum. Sevmesini bilen, kendisiyle ve dünya ile barışık, tutkulu insanlar için yaşlanmak zordur. Beden gücünüz azalsa bile yürek gücünüzle açığınızı kapatıyorsunuz.

Kendinizi kaç yaşında hissediyorsunuz?

Sayın Demirel, bir an durakladı. Sonra,

‘‘Elli!’’ dedi. Aslında gönlünden daha genç bir yaş geçmişti sanırım. Ama mahcubiyetinden 50 yaşına razı olmuştu. Böylece milyonları peşinden sürükleyen, zamanı gelince dişe diş kavgadan çekinmeyen Demirel'in aslında mahcup bir insan olduğunu fark ettim.

‘‘Yaşlıların gençleri klasik bir azarlama yöntemi vardır. Söze 'Ben, şimdi sizin yaşınızda olacaktım kiii...' diye başlarlar. Siz hiç böyle bir şey yaptınız mı?’’

‘‘Aslaa! Dur bakayım, bir kere yaptım. Güneydoğu'da bir hudut karakolunu ziyaret etmiştim. Bir gün önce o karakoldan birkaç askerimizi şehit edip kaçmışlardı. Mehmetçiklerle bir taşın üstünde oturuyorduk, 'Ah!' dedim, 'Ben de şimdi sizin yaşınızda olmak isterdim ve sizlerle birlikte şu taşın dibini beklemek isterdim.'

Benimle güreşemezmiş!


YAŞAR KEMAL

(Romancı. Yaşını tam bilmiyor. Birçok Anadolu delikanlısı gibi kafa káğıdına yanlış yazılmış. Bana göre aramızda 8-10 yaş fark var. Yani, 75-77 yaşlarında filan.)

‘Çukurova bayramlığın giyerken

Çıplaklığın üzerinden soyarken

Şubat yeli kış yelini kovarken

Seni yaylamanın zamanı dağlar.’

Karacaoğlan'ın bu dizelerini çocukluğumda deli gibi severdim. Bu yaşta da deli gibi seviyorum. Bak, hálá ezberimden söylüyorum. Gençken neysem hálá oyum. Çocukluğumda Ceyhan Nehri'ni yüzerek geçip muhacirlerin bostanlarından karpuz çalardık. Karpuzları poturumuza doldurup yine yüzerek dönerdik. Dönüş daha kolay olurdu. Çünkü, karpuz suyun üstüne çıkar bizi de kaldırırdı. Muhacirlerin karpuzlarını çalmanın dışında gençliğimde ne yapıyorsam hepsini hálá yapabiliyorum. Gülme be, evet hepsini yapabiliyorum! O yaşlılık dediğin de ne ola ki?.. Yazılacak daha yüzlerce roman dururken yaşla başla uğraşacak vaktim yok. 'Gençliğimizde güreşirdik, var mısın yine bir güreşe?' diye sordum. 'Yokum, sen moruklamışsındır, sana kıyamam' dedi.

O, delişmen çocuk!


SUNA KAN

(Solist Kemancı- 66 yaşında)


Yaşlılığın beni tek korkutan yanı kemanı kötü çalmak. Dünyaca ünlü birçok keman virtüözünün yaşlıyken doldurduğu albümleri dinliyorum. Bazıları felaket!.. Geçen yıllar, insanların ruhunu değil ama parmaklarını eskitiyorlar. Bu nedenle gençliğimde çalıştığımın iki katı çalışıyorum. Her gün 30-40 pozisyonu tekrar tekrar çalışıyorum. En az 80 yaşıma kadar konser verebileceğimi sanıyorum. Yaşlı gibi görünmeyi de seviyorum. Artık daha seçici oldum. Eskiden her çağırılan ülkeye bir koşu gidip konser verirdim. Genç bir müzikçi olmak nasıl bir esarettir bilir misiniz?.. Artık onlar beni değil, ben onları seçebiliyorum. Sorumluluklarım da azaldığı için kendimi tanımaya daha çok zaman ayırabiliyorum. Örneğin oğlum artık kırkına geldi. Yılların verdiği deneyim ve kültürle Mozart'ı daha derinden çözebiliyorum. Beni geçen yıl emekli ettiler. Şimdi de emeklilik yaşını düşürüp birçok sahne ve müzik sanatçısını emekli etmeye hazırlanıyorlar. Bir sanatçının sanatını nüfus káğıdına bakıp kim değerlendirebilir?.. Sanat ve kültür işleriyle nüfus memurluğunu karıştırıyorlar. Bakın, yine içimdeki delişmen çocuk konuşmaya başladı!..

Kabak çekirdekleri eksilmesin


YILDIZ KENTER

(Oyuncu-73 yaşında)

İnsanın ortak kaderi, doğum, ölüm ve o aradaki zaman, yaşam.

Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil.

Ölmek, belki bazen.

Bize düşen yaşamak. Koşullar ne olursa olsun yaşamak. Ayakta kalmak.

Hadi sıyırttın sıyırttın hayatta kalabildin zar zor. Uzun yaşamak, bir ayrıcalık. İyi, güzel... Ama ayakta kalmak, kalabilmek. Ceza! Müthiş bir ceza!

İlkokuldaydım, birinci sınıfta. Hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım, biliyorum.

Karatahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm kara tahtaya dönük ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak...

Utanıyorum. Midem bulanıyor. Ölmek istiyorum.

Herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum.

Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı hissediyorum. Kabak çekirdeklerim!

Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim.

Mahmut'la (benden birbuçuk yaş büyük ağabeyim, üçüncü sınıfta) eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede, Abidin Paşa Köşkü'nün orada.

Bahardı... Bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş.

Ev yok pek. Apartman hele hiç yok. Göz alabildiğine tarla. Papatyalar, gelincikler.

Hadi be sen de!.. Ne diye ölecekmişim... Mati'ciğimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken!

Şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde ayakta kalabildiğimi görüyorum.

Öleceğini bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma! Değer mi?..

Bir şey yap, Met'i anımsıyorum, sevgili Aziz Nesin'i... İçim ısınıyor yeniden. Kalk hadi diyorum, durma koş, bir şeyler yap. Yaşa...

Dur diyorlar bir yandan da koşma... Yeter dinlen artık. Koşma...

Öl artık!..

Çekirdeklerim var daha ama.

İhtiyarlamaya müzik izin vermiyor!


AVNİ ANIL

(Bestekár-74 yaşında)

Dost şair Havranlı Halil Soyuer ne diyor?

‘‘Yaşlılık günlerinin mutlu ihtiyarları

Gençlik senelerini unutmaz kolay kolay

Gözlerini çevirip geçmişteki günlere

Aylar kırk gün olsaydı derler, yıllar yirmi ay...’’

Şairdir, ne dese yeridir!..

Yaşlılığın nimetlerine bakalım. Çocuklarımızı nasıl sevecektik?.. Ya torunlarımızı, yeğenlerimizi?..

Her yeni yılda, geçtiğimiz yılda neler yapabilmişiz, ülkeme, insanıma bir şeyler verebilmiş miyim, yapabildiklerimle kalıcılık şansını yakalayabilmiş miyim? Bütün bunları tam tamına derleyip toparlamadan, bakıyorum bir yıl daha...

İhtiyarlığı değil, yaşlılığı çok seviyorum.

23 Nisan 2003, net yetmiş beşim arkadaş, haykırmak istiyorum; ‘‘Yaşasın yaşlılık’’ diye.

Güzel Üsküdarlılar, Müsahipzade Celal, Burhan Felek, İsmail Dümbüllü, Emin Ongan ve diğer o güzelim insanlar yaşlanmasalardı, bugün de yaşayabilirler miydi?..

Zarar da görsek doğrudan gördükçe, şikáyet etmedikçe, sitemkár olmadıkça ve yılmadan, inandığımız konuların mücadelesini verdikçe, ihtiyarlamak yok.

İnşallah biraz daha yaşlanırız, ama kimseleri üzmeden, bıktırmadan.

Yaşam 3 raund!


VURAL İNAN

(Defalarca Türkiye Boks Şampiyonu- Avrupa Boks Federasyonu tarafından Avrupa'nın en teknik boksörü seçilmişti- 74 yaşında)

Hayatımı da bir boks maçı gibi yaşadım. Ömrümün 1. raundunda fırtına gibiydim. Hem ringte hem de sosyal yaşamımda... Yediğime değil vurduğuma bakıyordum. Yediğim yumruklar sivrisinek ısırığı gibi geliyordu bana. Yumruk geldiği zaman canımın yanmasını değil, saçımın bozulmasını dert edinirdim. İkinci raund çok zor geçti. Eşimi kaybetmiştim. Bu darbeyi kolay savuşturamadım, sallandım. Ama gerçek bir boksör düşer, kalkar, bazen ayakta bile kroke duruma gelir. Yine de maça devam eder. Bu boksun tabiatının icabıdır. Hayatında hiç eldiven giymediği halde ayakta kalabilen gizli boksörler vardır. Onlar, boksör olduklarının farkında bile değillerdir. Ama ne demek istediğimi anlayacaklardır. İkinci raund sonunda köşeme döndüğüm zaman bitkindim. Ama 3. raundu oynamadan maçı bırakmayı hiç düşünmedim. Şimdi 3. raundumu oynuyorum. Ayaklarım eskisi kadar çabuk değil. Yumruklarım da eskisi gibi güçlü değil. Ama şimdi çok ustalaştım. Nefesimi ayarlayabiliyorum. İlk raunttaki gibi delice saldırmıyorum. Daha ekonomik hareket ediyorum. Bin türlü belayı küçük bir eskivle defedebiliyorum. Üç yumruk yerine bir yumruk vuruyorum. Ama tam zamanında ve yerine oturtuyorum. Nakavt olmayı ya da kaybetmeyi hiç düşünmedim. Zaten itikadım hep güçlü oldu. Mevlam hayatta hilesiz, hurdasız, dürüst dövüşenin hep yanındadır.

Öğrenme merakı olan ihtiyarlamaz


TALAT HALMAN

(Bilkent Öğretim Üyesi ve eski Kültür Bakanı--73 yaşında)


Ünlü Amerikalı piyanist ve besteci Eubie Blake, bir kere televizyonda söyleşi yapıyordu. 104 yaşında ölen Blake o zaman 102 yaşında idi. Sordular, ‘‘102 yaşında olmak nasıl bir duygu?’’ Oldukça dinç görünen Blake dedi ki, ‘‘Bu kadar uzun yaşayacağımı bilseydim kendime daha iyi bakardım.’’

Popüler Amerikalı komedyen George Burns 92 yaşında iken 5 yıl sonra Paris'in ünlü salonu Olympia'da temsiller vermek üzere sözleşme imzalamış, sormuşlar ‘‘Bu haber doğru mu? 5 yıl sonra böyle bir etkinlik yapacak mısınız?’’ George Burns gülümseyerek demiş ki, ‘‘Ben yapacağım ama bilmem Olympia o zamana kadar dayanır mı?’’

Demokritos'un ünlü sözünü hatırlıyorum: ‘‘İhtiyarlıyorum ama öğreniyorum.’’ Öğrenmek, genç kalmaktır. Sokrates, 71 yaşında ölüme mahkûm. Baldıran otu içerek yaşamını bitirecek. Bir öğrencisi, elinde sazıyla, Sokrates'e veda ziyaretine gelmiş. Sokrates demiş ki, ‘‘Bana şunu çalmayı öğretsene.’’ Öğrenci, ‘‘Hocam’’ demiş, ‘‘Ölmek üzeresiniz, saz çalıp da n'olacak?’’ Sokrates ‘‘Zevk’’ demiş, ‘‘Çalmakta değil, öğrenmekte.’’

Birkaç büyük peygamberin ve çağdaş düşünürün öğüdüne kulak vererek çalışmalıyız: ‘‘Yarın öleceğini bilsen bile bugün bir ağaç dik.’’ Ben öğretim üyeliğine 50 yıl kadar önce, 1953 Eylül'ünde başladım. New York'ta Columbia Üniversitesi'ndeki ilk sınıfımda altı öğrenci vardı. Beşi yirmi yaşlarında, biri 55 yaşındaydı. Fannie Davis isimli bir hanım. Osmanlı tarihi doktorası yapmak istiyordu. Kulakları arızalıydı. 55 yaşındaki Fannie Davis, zorlukla öğrendi Türkçe’yi ve Osmanlıca'yı. Topkapı Sarayı hakkında yazdığı tezle 63 yaşında doktorasını aldı. 65 yaşında tezini kitaplaştırarak yayınladı. O zamana kadar Topkapı Sarayı hakkında herhangi bir dilde çıkmış en iyi kitaptı. Fannie Davis, seksen yaşında, modern Türkiye hakkında bir kitap çıkardı. 82 yaşında öldü. Hürmetle, minnetle anıyorum o yaşlı ve genç öğrencimi.

Ülkemizde 42 yaşında emekli olan kadınlar, 50 yaşında emekli olan erkekler vardır. Ömürlerinin sonraki yirmi, otuz, kırk yılını hiçbir şey yapmadan, sadece emekli maaşı alarak geçiren yüzbinlerce insanımız var. Ne korkunç bir beşeri ve iktisadi israftır bu.

PTT'yi hatırlıyor musunuz? P, pijama, T, terlik, T, televizyon, büyük ve küçük kentlerimizde PTT'yi yaşayan belki bir milyon insanımız var. Bütün gün üstlerinde pijama, ayaklarında terlik, gözlerinde televizyon. Dante'nin cehennemindeki en feci yaşamdır bu. Mutlak bir boşluk, amaçsızlık, yararsızlık. Tümden cansızlık, heyecansızlık. Kahvehaneler, tavlayla, iskambille, boş lafla vakit öldürenlerle dolu. Vakit öldürmek, bir intihardır, bir cinayettir.

Türkiye'mizin emeklilik ve yaşlılık alanında muazzam bir hamle yapması gerekir bence. 70 milyona yaklaşan nüfusumuzun neredeyse 4 milyonu 65 yaşın üstünde. Bu deneyimli insanların kaçı çalışıyor? Kaçı kendileri için, aileleri için, toplum için yararlı olacak işler yapıyor? Atıl insani kapasitemiz, tüyler ürperticidir. İşsizliğin bir ulusal afet ölçülerine vardığı günümüzde, elbette 65 yaşın üstündekilerin maaşlı, ücretli çalıştırılması beklenemez. Ama, onların gönüllü gücünü harekete geçiremez miyiz?

84’ümde ceviz kıracağım!


İSHAK ALATON

(İşadamı-Sanayici- 76 yaşında)

İster genç olun ister yaşlı... Yaşınızla barışık değilseniz ihtiyarsınız demektir. Çok genç ölen yaşlılar olduğu gibi ihtiyar doğanlar da vardır.

Üniversitelerimizde yaptığım söyleşilerde bana en çok para hakkında sorular sorulur. Herhalde işadamı olduğum için...

Ben, ‘‘Paranın iki kişiliği vardır’’ derim.

‘‘Birincisi, para bir değiş tokuş aracıdır. Para verip yiyecek, giyecek, ev, bark hatta sağlık satın alabilirsiniz. İkincisi ile gelecek korkunuzu yenersiniz. 'Yaşlılığımda çaresiz, muhtaç, perişan kalmam. Çünkü, kötü gün paramı bir kenara ayırdım' dersiniz. Ama para-ötesi, para-üstü bir konu daha vardır. Bunu parayla satın alamazsınız. Bunun adı zevk ve keyiftir. Zevk almak, keyif duymak ancak KÜLTÜR ile mümkündür.

Resimden zevk almak için sergiler bedava. Müzik, kaset ve diskler de üç otuz para. Ayrıca konserler de pahalı değil. Tiyatrolar hamburger fiyatına... Aşk ve sevgi zaten bedelsiz. Güneşin batışından, denizin hışırtısından ya da bir satranç oyunundan zevk alabiliyorsanız güneşi kaç paraya batırabilirsiniz? Denizi hışırdatmanın fiyatı nedir? Kalenizle bedavaya şah çekebilirsiniz.

Yaşlılığınız için biriktireceğiniz kötü gün parası kadar belki ondan da önemli olan bu zevkler ve mutluluklardır. Bunlara sahip olmak ancak kültürle mümkündür. Para kazanmaya emek verdiğiniz kadar kültür edinmeye de emek verin.’’

Yaşlılar ölüme daha yakın derler. Ama ölüm nüfus káğıdı sormuyor.

Şimdiki tutkulu projem, bir ceviz ormanı yetiştirmek. Fidanları dikmeye başladım bile. Ceviz fidanı 8 yıl sonra ağaç olup ceviz verirmiş. Şimdi 76 yaşındayım. Yani, 84 yaşında ceviz kıracağım. Bu kez kendi cevizlerimi...

Yaşlılık mı, o da ne?


OKTAY EKŞİ

(Hürriyet Gazetesi Başyazarı-71 yaşında)

Olacak şey değil... Ama Oğuz Aral gibi saygı duyduğunuz bir dost isteyince ‘‘Olacak, olmayacak’’ tartışmasına girmeden ‘‘Elbette’’ diyorsunuz.

Oğuz Aral biliyorsunuz kendisinin ‘‘huysuz’’ ve ‘‘ihtiyar’’ olduğunda ısrarlıdır.

Bence doğru değil ama, konu kendisini ilgilendirince itiraz etme şansınız kalmıyor.

Lakin bu defa ‘‘ihtiyarlık’’tan konuyu bir başka zemine ‘‘yaşlılığa’’ taşımış. Üstelik kendisiyle sınırlı tutmaktan da vazgeçip bir ‘‘yaşlılar’’ grubu oluşturmuş.

Buraya kadar da eyvallah... Öyle ya, ‘‘Beni ilgilendirmedikten sonra, kimi o gruba koyarsa koysun’’ der geçersiniz.

Maalesef durum öyle değil... Bu satırların yazarını da listeye dahil etmiş. Hem ‘‘yaşlılık’’ konusunda ne düşündüğümü yazmamı istiyor hem de kaç senedir Hürriyet'te başyazı yazdığımı soruyor.

Önce temel itirazımı dile getireyim:

Sabahları kalkarken belimin ağrıması hariç, şimdilik yaşlılıkla ilgim yok. Gerçi ufak tefek başka arızalar da çıkmıyor değil. (Örneğin protezler artmaya başladı) ama... Önemli sayılmaz.

Oğuz Aral ‘‘Merdivenlerle aramın nasıl olduğunu’’ soruyor.

Çok sayıda olmadıkça... O da idare ediyor. Ama merdiven konusu eskiden de üç aşağı beş yukarı böyleydi.

Özetle, Aral'ın listesine, kendi adıma itirazım var. Kaldı ki 7 Aralık 1932'de dünyaya gelmiş bir insan itiraz etmez de ne yapar?

Kısaca ‘‘gençler’’ adına Oğuz Aral'a katkıda bulunmak için söyleyeyim:

Yaşlılık bana göre bir tevellüt (yani doğum tarihi) meselesi değildir. Yaşlılık çalışamamak ve üretememek demektir. Yaşlılık, yaşamaktan zevk almamak veya zevk almayı başkalarına bırakmak demektir. Gerisi boş laftır.

Ben 45-50'sinde pek çok insan biliyorum... Bitmişler. Üstelik pek çoğu da çalışmadan ve üretmeden bitmiş kişiler. ‘‘Çok yorulmuşlar’’mış. ‘‘Artık bir kenara çekilip dinlenmek ve -ne demekse?- kendi hayatlarını yaşamak’’ sırası gelmişmiş.

Dürüstçe söyleyeyim:

Hele -hayatını kazanmak için yaptığı iş dışında- topluma karşılıksız bir katkıda bulunmadan, insanlara sevgi bile sunmadan bütün bir ömrü tamamlayanlar var ya... Öyleleri 30'unda iken de yaşlıdır. 40'ında veya 50'sinde iken de... Bunlar kendi hayatları dedikleri şeyi yaşasalar ne işe yarar? Defolup gitseler belki daha da iyi olur.

Neyse... Hem başkalarından sevgi bekleyip hem de bu kadar acımasız olmayalım. Bırakalım herkes yine bildiği gibi yaşasın.

Gelelim Oğuz Aral'ın sorduklarına:

Doğum tarihimi yukarıda yazmıştım. Geriye meslek kıdemim ve Hürriyet'teki görevim kalıyor.

Mesleğime 8 Ocak 1952 tarihinde başladığıma göre demek 51 yıllık bir kıdemim var. Bunun ilk 22 senesi ‘‘habercilik’’te (muhabirlik, büro şefliği) geçti. Haziran 1974'ten beri de (demek 28 seneyi geride bırakmışız) Hürriyet'in başyazarıyım. Sanıyorum aynı gazetede en uzun süre başyazarlık yapan gazeteci sıfatını hak etmiş haldeyim. Ama yaşlılıkla ilgim yok.

BİLİM NE DİYOR?


Prof.Dr. YEŞİM GÖKÇE-KUTSAL

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi- Geriatrik Bilimler Başkanı

Yaşlanmak ihtiyarlık değildir


‘‘Yıllar bizi buldukları gibi bırakmıyorlar.’’

Owen Meredith

Yaşlanma, ayrıcalıksız her canlıda görülen, tüm işlevlerde azalmaya neden olan, süreğen bir süreç olarak tanımlanabilir. Organizmanın molekül, hücre, doku, organ ve sistemler düzeyinde, zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan geri dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümü ‘‘yaşlanma’’dır.

Gerçek biyolojik yaşlanma herkeste farklı hızlarda olmaktadır, çünkü genetik özellikler, yaşam tarzı, hastalıklar ve kişilerin olumsuz koşullar ile başa çıkma yolları değişkenlikler göstermektedir.

Yaşlanmaya bağlı yeti kaybının ve hastalıkların tedavi ve rehabilitasyon giderlerinin artması, yaşlılarda görülme sıklığı artan hastalıklara bağlı sorunların yoğunlaşması, yaşlanmanın altında yatan nedenlerin daha fazla aydınlanması, Geriatri bilimine sadece gereksinimin değil, ilginin de artmasına neden olmaktadır. 1999 yılı Dünya Sağlık Örgütü tarafından ‘‘Uluslararası Yaşlılar Yılı’’ olarak belirlendi. Yaşlıların ailelerine ve topluma katkıda bulunmayan insanlar olarak algılanmalarının yanlış olduğu vurgulanarak aktif ve üretken bir yaşlılık sürecinin önemi üzerinde duruldu.

1982'de Viyana'da gerçekleşen ‘‘World Assembly on Ageing’’ raporunda önemle üzerinde durulan noktalar şöyle sıralanabilir:

Yaşlılar mental ve fiziksel olarak kötüye kullanılmamalı,

Toplumun sosyal, eğitsel ve kültürel kaynaklarını kullanabilmeli,

Yaşlı birey potansiyelini geliştirme şansına sahip olabilmeli,

Nerede yaşarsa yaşasın temel özgürlük ve insan haklarına sahip olmalı,

Hastalıklardan korunmak için sağlık hizmetlerinden rahatlıkla yararlanabilmeli,

Olabildiğince uzun süre kendi ortamında yaşayabilmeli,

Yeterli gelire sahip olmalı ve güvenli bir çevrede yaşayabilmeli,

Kapasite ve ilgi alanına göre hizmet verebilmeli, işgücüne katılabilmeli,

Bilgi ve deneyimlerini genç kuşaklara aktarabilmeli,

Kendi ile ilgili politikaların saptanmasında aktif rol alabilmelidir.

Toynbee'nin ifade ettiği gibi, ‘‘Toplumun kalitesi ve dayanıklılığı yaşlı vatandaşlarına gösterilen özen ve saygı ile ölçülür.’’
Yazının Devamını Oku

Milli merhamet hastalığımız!

23 Mart 2003
Geceyi yağmur altında ve ayazda geçirmiş bir kedi yavrusu gibi perperişan titrek adımlarla geldi. Masanın önündeki koltuğun bir ucuna poposunun yarısıyla ilişti. Armut sapı gibi boynunu büküp gözlerini yere dikti. Benim de yüreğim yine unufak oldu. Birkaç zamandır görünmediği için herifi zaten merak ediyordum. Aklıma kötü kötü düşünceler geliyordu.

‘‘Yine ne oldu?’’

‘‘Gazeteden attılar.’’

‘‘Bir yerde 15 günden fazla çalışmayı beceremiyorsun be! Seni o gazeteye sokabilmek için ne diller dökmüş, ne taklalar atmıştım. Yine ne halt ettin?’’

‘‘Yazı İşleri Müdürü'ne küfür ettim.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Çünkü, senin için çok ağır laflar söyledi.’’

‘‘Allah Allah, Cavit böyle bir şey yapmaz. Birbirimizi severiz. Aynı gazetelerde yıllarca çalışmıştık.’’

‘‘Bana inanmıyorsan Kenan'a, Tanju'ya filan sor. Onlar da oradaydı. Söylediklerini tekrarlamak istemiyorum.’’

‘‘Neyse sen şimdi şu yirmiliği al, sıcak bir çorba filan iç. Birkaç gün sonra yine uğra. Başka bir iş bakarız.’’

‘‘Ben birkaç güne çıkmam.’’

‘‘Hasta mısın?’’

‘‘Şimdilik değilim ama, iki gün içinde mutlaka zatürree olurum.’’

‘‘Nereden biliyorsun, falcılığa mı başladın?’’

‘‘Bunu bilmek için falcı olmak gerekmez.’’

Yine boynunu büktü, sesi titredi.

‘‘Üç gündür sokakta yatıyorum. Otele 2 aylık borcumu ödeyemediğim için herif beni sokağa attı. Sırtımda bir kazağım bile yok. Her şeyime el koydu alçaklar.’’

İçim yine cız etti. Bu çocuğun çilesi bitmiyordu bir türlü.

‘‘Biliyorsun bizim ev kalman için elverişli değil. Zaten kayınvalide de bizde. Ben, şimdi Yavuz'a telefon edeceğim. İşler düzelene kadar birkaç gün onda kalırsın.’’

Yine boynunu büküp ayaklarını sürüyerek gitti. İçimdeki acıma duygusunun yanında bir de öfke vardı. Bunca yıllık dostum Cavit, bana nasıl küfür ederdi. O öfkeyle işten erken çıkıp Cemiyet lokaline gittim. Kendi kendime homurdanarak bir ufak rakıyı bitirmişim. Benim kurmak gibi kötü bir huyum vardır. Bazen, kura kura pireyi deve yapıp kendimi azdırırım. Tam hesabı görüp kalkıyordum ki Cavit ve üç arkadaşı kapıdan girmez mi? Artık beni kim tutar?..

‘‘Ulan hımbıl, arkamdan ne döşeniyorsun?.. Beş paralık erkekliğin kaldıysa lafını yüzüme karşı söyle!’’

‘‘Sen benim için dönek, ajan, patron yalakası demeye utanmıyor musun be karikatürcü parçası!..’’

‘‘Lafı kıvırma özür dile Yanardöner Cavit!’’

‘‘Hattir lan sırık!’’

Günah benden gitmişti. Herif, özür dileyeceğine bir de babalanıyordu. Bir ufak rakının da verdiği pazu gücüyle Cavit'e bir tane patlattım. Herif, bir süre yere paralel uçtu. Sonra da bir masanın altında kayboldu. Zaten ufak tefek biriydi. Ama yanındakiler ufak tefek birileri değildi. Hele, Cavit'in spor servisinde maç eleştirisi yazan futbolcu eskisi yarmanın eli çok ağırdı. Alçak garsonlar, bizi aylar sonra ayırdılar. Zaten, artık ayırmasalar da olurdu. Üç herif beni yeterince çiğnemişlerdi.

* * *

Yavuz, ağzındaki patlıcan salatasını yuttuktan sonra,

‘‘Demek bu alnındaki yarık izi o dayaktan kalma’’ dedi.

‘‘Yalnız o iz değil, nah alt çenemdeki bu diş boşluğu da o günün hatırası.’’

Ressam Yavuz, klişeci Artin ve ben ılıman bir bahar akşamı salaş ama denize nazır bir meyhanede geçmişten laflıyorduk. İstanbul'un belki de en güzel yanı zengin maganda saldırısından canını kurtarabilmiş, alçakgönüllü deniz gören bir meyhanenin hálá bulunabilmesidir. İzmir'i de çok severim. Ama Kordonboyu'ndaki meyhaneler hem can yakar, hem de cep... Çoğu da sadece meyhane dekorudur.

‘‘Sen onu bana gönderince alıp eve getirdim. Benim Güner'i bilirsin, merhametin resmini yapsan bizim Güner'i çizeceksin. Sayesinde Merter'in sokak kedileri ve itleri şişmanlıktan başpehlivana döndüler. Güner, onun perişan halini görünce gözyaşlarını tutamadı. Alıp banyoya götürdü. Bebekler gibi yundu yıkadı. İçinde B vitaminleri eritilmiş kıtır ekmekli tarhana çorbaları pişirdi. Bilirsiniz herif iskelet gibiydi. Elleriyle portakal suları sıkıp incik kebapları yedirdi. Herif bir hafta içinde benim pijamalara sığmamaya başladı. Ne yalan söyleyeyim biraz bozulmadım değil. 30 yıldır evliyiz, ben daha böyle ihtimam görmedimdi. Ama daha çok evden elbiselerim, kitaplarım eksilmeye başlayınca bozulmaya başladım. Güner'in pazara gittiği bir günü kollayıp herifin ümüğüne bindim. Tırtıkladığı öteberimin hesabını sordum. Gözleri doldu, boynunu büktü, 'Oğluma para göndermek zorundayım. Bunca yiyip içtikten sonra senden üstüne bir de diş kirası isteyecek değildim ya' dedi.

‘Sen hiç evlenmedin ki oğlun nasıl oldu?’

Sesi titremeye gözleri dolmaya başladı.

‘Bir gençlik hatasıydı. Ama görsen mavi gözlü, sarı perçemli gürbüz bir delikanlı. Bayılacaksın. Tam da senin oğlanın yaşında... Üstelik sınıf birincisi.... Ama çocuk şeker hastası.’

Bilirsiniz, ben öyle çabuk duygulanan, sulu gözlü biri değilimdir. Ama adeta yüreğim yarıldı. Üstelik benim Kabataş Lisesi'nden de sınıf arkadaşımdı hergele. Gözyaşları içinde boynuna sarıldım. O günden sonra da günlük yevmiye vermeye başladım.’’

‘‘Sonra sizden nasıl ayrıldı?’’

‘‘O ayrılmadı, biz ayrıldık. Ona bir iki iş buldum. Kimini beğenmedi, kiminin parasını az buldu. Sonra da benim boyalarımla evde resim yapmaya başladı. Meğer çocukluktan beri ruhunun derinliklerinde ressam olmak yatıyormuş. Önce komşu kızlarının portrelerini çizdi. Sonra da alt kısımlarını hayal edip çıplak resimlerini yaptı. Bizim blok halkı ayaklandı. Özellikle Şule'nin babası Remzi Bey, av çiftesiyle kapıya dayanınca çok korktum. Adam başçavuş emeklisi ve beş vakit namazında... O resmin Şule'nin değil de Bruk Şilds'in fotoğrafından kopya edilmiş bir resim olduğunu ispatlayana kadar göbeğim çatladı.’’

‘‘Dur laf karıştı. Biz ayrıldık dedin değil mi?’’

‘‘Evet otuz yıl sonra Güner'le ayrıldık.’’

‘‘A benim salak oğlum, Güner gibi Osmanlı karı bırakılır mı?’’

‘‘Ben bırakmadım ki o beni bıraktı.’’

‘‘Niye yahu?’’

‘‘Bizimki oturmuş kırdığım cevizleri Güner'e bir bir anlatmış.’’

‘‘Yoksa, Süheyla'dan da söz etmiş mi?’’

‘‘Hem de bire bin katarak! Ama hıyar sonunda boyalardan, incik kebaplarından, sabahlara kadar videoda film seyretmelerden oldu. Güner babaevine gidince ben de evi kiraya verdim.’’

Artin gözlerini akşamüstü güneşinin menevişlediği sulara daldırmış hiç konuşmuyordu.

‘‘Herif, sokakta kalınca Artin perişan haline acıyıp onu işe almıştı. Öyle değil mi Artin?’’

‘‘Öyle... Haline o kadar acımıştım ki eve gidip iki lokma yemek yerken bile acı dolu yüzü, bükük boynu gözümün önüne geliyor, lokmalar boğazıma diziliyordu. Sonunda, benim klişe atölyesine ve matbaaya onu yönetici olarak aldım. Çok da sıkı çalışıyordu. Daha 3. ayda matbaanın işleri yüzde 40 artmıştı. İki büyük firmanın ambalaj işlerini almıştı.’’

‘‘Eee, sonra?’’

‘‘Sonra ben merhametimi sizin kadar pahalı ödemedim. Yani, dayak yemedim. Karımdan ayrılmadım. Sadece 3 ay yatıp çıktım.’’

Bir cetvel kadar dümdüz ve namuslu Artin'in yargıcın hapis kararını dinlerkenki şaşkın yüzü gözümde canlandı.

‘‘Benim haberim yokken müşterilerden gidip paraları toplamış. Adamlara da naylon faturalar kesmiş. Ben kutuların baskı ücretlerini isteyince iş meydana çıktıydı. Ben alacaklıyken naylon faturacı oldum. Bundan sonra biri 'Ben ölüyorum bir bardak su ver!' dese geçer giderim.’’

Tam o sırada Artin'in kalfası Yavvu (biz öyle derdik, adını hálá bilmiyorum) bir telaş içeri girdi.

‘‘Artin Usta, bizimki kalp krizi geçirmiş. Şimdi sağlığı iyiymiş. Ama Amerikan Hastanesi'nde rehin kalmış. Sizi çağırıyor.’’

Birbirimize sırıtarak baktık. Ağır ağır rakılarımızı bitirip hesabı ödedik. Yavuz,

‘‘Ben sinemaya gidiyorum’’ dedi.

Artin, ‘‘Bana müsaade... Bu gece konuklarım var’’ dedi. Ben de,

‘‘Bu gece Avni çizeceğim, hoşçakalın’’ dedim. Sonra hepimiz tesadüfen Amerikan Hastanesi'nde buluştuk.
Yazının Devamını Oku

Nurtopu gibi yeni bir köşe yazarı

16 Mart 2003
Gazetedeki odamda pofurdayarak sigara üstüne sigara içiyordum. Kanlı perşembe yine gelip çatmıştı. Yani benim bu yazıyı yazma günüm!.. Ağzımda bir, kül tablasında iki sigara yanıyordu. Onlar nöbetçi sigaralardı. Ufak tefek kavruk biri, ‘‘Selamın aleyküm’’ deyip odama daldı. Gazete çalışanlarından değildi. Kapı kontrolünden, güvenlikten nasıl geçmişti bilinmez. Paltosunu çıkarıp portmantoya astı. Sonra masamın karşısındaki koltuğa kurulup bacak bacak üstüne attı ve,

‘‘Orta şekerli olsun abicim’’ dedi.

‘‘Ne orta şekerli olsun?’’

‘‘Kahve söyleyeceksin ya...’’
Telefonu açıp şekersiz bir çay söyledim. Pişkin pişkin sırıttı.

‘‘Aslında çay istediğimi nasıl da anladın abicim. Siz gazeteci milleti çok uyanık oluyorsunuz yahu!’’

‘‘Ben çayı sana değil kendime söyledim. Vaktim yok, yazı yetiştirmem gerek... Ne istiyorsun?’’

‘‘Köşe yazarı olmak istiyorum.’’

‘‘Haydaa, ben de hukuk profesörü olmak istiyordum, ama ola ola karikatürcü oldum. Ha deyince köşe yazarı olunmuyor.’’

‘‘Ama ben bir köşe yazarının bütün özelliklerine sahibim.’’

‘‘Eğitimin ne?’’

‘‘Lise 1'den terk yetmez mi? Liseyi bitirmemiş hiç köşe yazarı yok mu yani?’’

‘‘Vardır mutlaka... Yabancı dil biliyor musun?’’

‘‘İngilizce, Almanca, Rusça biraz da Arapça...’’

‘‘Liseyi bile bitiremeden bunları nasıl öğrendin?’’

‘‘Kapalıçarşı'da bir derici dükkánında çığırtkanlık yaparken mecburen öğrendim. Mesela bir kadın turiste takıntı oldun,
'Hişst, madam dis ledir is silk... Ven yu viir yu siim layk Şaron Ston namussuzum!' Ya da bir Alman yakaladın, 'Kom mayn her... Das iz şöön mont Allahıma... Aba für könig!..'

‘‘Tamam, bu işin mektebi yok ama bence köşe yazarları gazetecilikten gelmeli.’’

‘‘Gazeteciliği ben çocuk yaşta yapıp bitirdim. Mesela, gazete satarken manşette Feşmekan banka battı diye bir haber varsa ben,
'Benzine sigaraya zam geliyoo!' diye bağırırdım. Ayrıcana köşe yazarı olmak için gazetecilik yetmez abicim. Hayatta birçok iş yapıp birikimin olmalı. Ben garsonluk, at yarışı tüyoculuğu, büfe işletmeciliği, balıkçılık, particilik, sinemalarda yer göstericilik, düğünlerde videoculuk, barlarda badigardlık, kalyon ve kaplan satıcılığı ve daha tonla iş yaptım. Bunca meslek birikimi hangi köşe yazarında var abicim?’’

‘‘Bunların ne birikimi olacak? Örneğin kalyon ve kaplan satıcılığı ne demek?’’

‘‘Şu demek, saat 9'da elinde uyduruk maket bir kayık ve alçıdan yapılmış üstü kaplan gibi boyanmış bir minik bibloyla meyhaneleri dolaşıyorsun. Tabii, kimse bu ıvır zıvırı satın almıyor. Aslında bu alıştırma turu. Saat 11'e gelince bütün sarhoşları,
'Ulan, evde çoluk çocuğum beni aç-bilaç beklerken benim bu meyhanede işim ne?' diyerekten bir suçluluk duygusu basar. Bunlar eve eli boş dönemezler abicim. Alçıdan kaplanı herife kakalarsın. O da 'Bak karıcığım sana ne aldım?.. Büfenin üstüne ne güzel yakışır!' diye senin tabloyu eve girmek için pasaport olarak kullanır. Her mesleğin bir inceliği vardır. Mesela sinemada bir delikanlıyı cici bir kızın yanına oturttun mu iyi bahşiş alırsın.’’

‘‘Hepsini anladım da bu üç buçuk karış boyunla nasıl badigardlık yaptın? Onu pek çakamadım.’’

‘‘Bak gördün mü abicim, siz köşe yazarları kendinizi gazete odalarına kapatıp pek cahil kalmışsınız. Yani halkımızın pisiko-sosyal hissiyatına Fıransız kalmışsınız. Söyle bakalım millet niye bara gider?’’

‘‘Tabii, eğlenmek için.’’

‘‘Türk milleti nasıl eğlenir? Kavga ederek... Adam niye kavga eder?.. Dayak yemek için!.. Yani bizim millet dayaksız eğlenemez. Sonra da yediği dayağı ballandıra ballandıra ömür boyu anlatır. Bar fedaileri de aynen şarkıcılar gibi eğlencenin bir parçasıdır. Hele benim gibi beberuhiden bozma badigardların müşterisi ganidir. Onca irikıyım fedai arasında beni görünce,
'Amanın bu herif ne yaman bir dayakçı olmalı ki bu yarmaların arasında yer tutmuş' deyip özellikle gelip kendilerini bana dövdürürler. Hem canları az yanar, hem de dayak namlı bir dayak olur. Millet dayağa öyle hazır gelir ki, parmağını dokundursan 'Amanın yandım!' diye kendini yere atıp debelenir.’’

‘‘Köşe yazarlığıyla adam dövmenin ne ilgisi var?’’

‘‘İkisi de aynı değil mi abicim?.. Yalnız siz koca koca adamları yumrukla değil de lafla dövüyorsunuz. Sonra da ortalıkta başpehlivan edalarıyla salınıp dolaşıyorsunuz. Kendi kredi kartının hesabını bilemeyen köşe yazarı Maliye Bakanı'nı yanlış ekonomi politikasından ötürü duvara çarpıyor. Aslında köşe yazarlığı yapıcı olmalı. Buluşlarıyla okurlarına yeni ufuklar açmalı!’’

‘‘Nasıl yani?’’

‘‘Bak bir örnek vereyim; dün Radikal gazetesinde okudum. Osmaniye'nin Kadirli ilçesinde Ersin Altan ve Osman Kızıl adlı iki ülkücü arkadaş töre icabı kafalarını tokuşturarak selamlaşmışlar. Ama bu selam tokuşturmasını biraz muhabbetli yapmışlar ve kafaları acımış. Bir ülkücü, öteki ülkücüye
'Ohha ayı!..' demiş. Öteki de 'Kafanı denk al, sensin ayı oğlu ayı!' deyince bıçaklarını çekip birbirlerini bıçaklamışlar. Şimdi bir köşe yazarına düşen görev nedir? Hemen bir Tos yastığı icat etmeyi düşünmektir. Hatta yastığın içine bir de kurt sesi düdüğü yerleştireceksin ki ülkücüler toslaşınca uluma sesi çıksın. Düşün abicim, milyonlarca ülkücü gencimiz var. Hem gençlerimiz rahatça toslaşır, hem de tos yastığını imal eden şirketler para kazanır ekonomimiz düzelir.’’

‘‘Aferin yahu iyi fikir.’’

‘‘Bende iyi fikirler tümen tümen!.. Bendeki fikriyat ne yazık ki diğer köşe yazarlarında yok... Eh, ne yapalım geri kalmış ülkelerin köşe yazarları da geri kalıyor. Örneğin, halkımızın futbol aşkı sevdasına kafayı takmışlar. Vay efendim bu futbol terörü önlenmeliymiş. Bunlar seyirci değil vahşi yamyamlarmış. Türk sporunun kara lekesiymişler. Şeref tribününde köşe yazarlarımızın medar-ı iftiharı Fatih Altaylı abimizi bile demir küllüklerle dövmüşler. Artık ülkemizde futbol bitmişmiş. Polis ve tabancasıyla Ceymis Bond gibi resim çektiren taze polis müdürümüz bunları kamerayla bir bir tespit edip ve nezarete tıkıp analarından emdikleri sütü burunlarından getirmeliymiş!.. Köşe yazarlarının cehaletine bak! Aslında bu babayiğit delikanlıları el üstünde taşımalıyız abicim.’’

‘‘Artık sapıttın ama, bunca rezilliğin futbolla ne ilgisi var?’’

‘‘Hay ağzını öpeyim abi, ben de onu söylüyorum zaten. Bu spor işi değil düşmanlık işi. Futbol kimin umurunda... Bizim aziz milletimiz düşmansız yaşayamaz. Düşmana her daim ihtiyacı vardır. Osmanlı'dan beri bu böyle... Düşmansız evinin yolunu bile bulamaz. Başına gelen bütün belaların müsebbibi kendisi değil düşmanlarıdır. Ayalinin bile hakkından gelemezse biri mutlaka büyü yaptırıp belini bağlamıştır. Onun için bırakalım, düşmanlar Fenerli'ler veya Gassaraylı'lar olsun.’’

‘‘Fenerli ya da Galatasaraylı niye düşman olsun? Altı üstü bir top tepiği oyunu bu yahu!’’

‘‘Abicim bu takım düşmanlığında kaç kişi öldürüldü?’’

‘‘On kişi olmuştur.’’

‘‘Pekiyi, sağcılık, solculuk düşmanlığında kaç kişi öldürüldü... Sen de 5 bin, ben diyeyim 10 bin. Futbol düşmanlığını yasaklarsan sağ-sol düşmanlığı, zengin-fakir düşmanlığı, Kürt-Türk düşmanlığı başlar. Sence hangisi ehven-i şerdir?’’

Galiba herif haklıydı. Yaşasın Beşiktaş, kahrolsun ötekiler be!.. Köşe yazarı adayı hızını alamamıştı.

‘‘Hangi televizyon kanalını açsan, hangi gazeteyi okusan mutlaka bir din haberine ya da tartışmasına rastlarsın. Vatikan devletinde bile bizdeki kadar din muhabbeti yapılmıyor. Dinimizi bize en sık hatırlatan uyarı nedir? Ezandır değil mi? Bebeklikten itibaren her gün ezan sesi dinleriz abicim. Sesi güzel olan da, karga gibi olan müezzin de günde 5 kez hoparlörden ezan okur. Ama niye enstrümansız çıplak sesle okur? Dinimizde ney, ut, tambur sesi yasak değildir. İlahiler okunurken saz da çalınır. Kitabımız Kuran'da da ezanı ille de çıplak sesle okuyacaksın diye bir emir yoktur. Müezzin ezanı okurken arkadan pileybek müzik sesi de gelse daha hoş olmaz mı? Zaten birçoğu ezanı teypten okuyor değil mi Ertuğrul Abi'ciğim?’’

‘‘Güzel ve değişik fikirlerin var ama sen köşe yazarı olamazsın.’’

‘‘Niye be Ertuğrul Abi'cim?’’

‘‘Çünkü ben Ertuğrul Abi'ciğin değilim. Ertuğrul Özkök Abi'ciğinin odası 10. katta. Seni yanlış adrese göndermişler. Adamını bulamazsan köşe yazarı olamazsın. Ben ancak yeteneğin varsa seni karikatürcü yapabilirim.’’

Sıska herif koynundan bir tomar káğıt çıkardı.

‘‘Ben çok güzel karikatür de çizerim. Şu Cork'lara, Muhlis Bey'lere, En Kahraman Rıdvan'lara bir göz at abiciğim’’ dedi. Yakında Hürriyet'te kel kafalı, hafif şaşı, koca burunlu bir köşe yazarı resmi görürseniz sakın şaşırmayın. Benimki 10. katın yolunu bulmuş demektir.
Yazının Devamını Oku

Ohh, yüreğim serinledi!

9 Mart 2003
‘‘Hahhaayt! Şu Hakan hıyarı da kendini yakışıklı sanıyor. Aslında sırık gibi bir herif.’’ ‘‘Omuzları filan da geniş ama ne kadarı omuz, ne kadarı ceketin vatkası, bilen beri gelsin.’’

‘‘Bence, şakaklarındaki beyaz saçlar berber marifeti meç...’’

‘‘Ben, o herifi eskiden tanırım. Burnu böyle kalkık değildi, patates gibiydi.’’

‘‘Karılar gibi kaldırtmıştır canım. Ne günlere kaldık be Rıza'cığım... Artık kendi suratına razı olan yok. Hani bezleri birbirine yamayıp perde, elbise filan yapıyorlar... Patik mi ne diyorlar...’’

‘‘Batik.’’

‘‘Hah işte, kadını, erkeği herkes batik suratla gezer oldu.’’

‘‘Yahu bu herif eskiden gözlüklü değil miydi?’’

‘‘Hem de şişe dibi gibi gözlükleri vardı Rıza'cığım. Öyle miyoptu ki ağaçları adam sanıp konuştuğu çok olmuştur.’’

‘‘Eee, ne oldu gözlüklere, adam fücceten iyileşti mi?’’

‘‘Cahil cahil konuşma be Rıza. Sen lens diye bir şey duymadın mı? Ama Hakan, lensleri gözlükten kurtulmak için takmıyor ki.’’

‘‘Ya niçin takıyor?’’

‘‘Hakan'ın gözleri ne renkti?’’

‘‘Kahverengi filan.’’

‘‘Pekiyi, şimdi nasıl yeşil oldu? Artık renkli lensler var oğlum.’’

‘‘Vay be, herifin gözü de sahteymiş demek ki... Ama gel de bunları şu zevksiz karı milletine anlat. Herif her gün başka bir kadınla çıkıyor.’’

‘‘Sen de pek safmışsın be Rıza...’’

‘‘Niye yahu, Hakan'ı her gün başka bir kadınla görüyorum.’’

‘‘Niye aynı kadınla iki gün çıkmıyor?’’

‘‘Niye?’’

‘‘Çünkü, bir gün çıkan kadın bir daha herifin yüzünü bile görmek istemiyor da ondan.’’

‘‘Niye istemiyor?’’

‘‘Beni konuşturmak için aptal numarası yapma. Asıl yakışıklılık yatakta belli olur aslanım.’’

‘‘Yani herifte iş yok diyorsun.’’

‘‘Yalnız ben demiyorum, cümle alem diyor. Hakan'ı iki karısı da niye boşadı bakalım?’’

‘‘Zamparalığı yüzünden.’’

‘‘Hahhayt, ben buna gülerim. Adamın burnu kalkık olacağına başka bir tarafı kalkık olmalı.’’

‘‘Hahhaa, helal olsun lan Cemal, lafı yerine kodun mu oturtuyorsun vallaa... Mesela benim boyum kısa, yeşil gözlerim de yok. Ama hiçbir hatuna mahcup olmadım bugüne kadar hamdolsun.’’

‘‘Bir de bana bak! Göğüs çökmüş, göbek çıkmış, gözler şehla... Ama yengen boşuna mı kıskançlıktan kuduruyor? Çünkü malını biliyor. Haydi şerefe Rıza'cığım.’’

‘‘Kalkık olmayan gagaç burunlarımızın şerefine Cemal'ciğim.’’

‘‘Çırling!’’

‘‘Sen Hakan'ı boşver de Selahattin'in yediği haltı biliyor musun?’’

‘‘Hangi Selahattin?’’

‘‘Hani bizim eski mahalledeki Hamşo Selahattin.’’

‘‘Ne yaptı?’’

‘‘Hıyar, üç beş kuruş kazanıp zengin oldu ya... Geçenlerde bana borç para vermeye kalktı.’’

‘‘Vay densiz herif vay!’’

‘‘Ulan, sen bana borç verecek adam mısın? Biz senin delik pabuçla gezdiğini biliriz.’’

‘‘Sahi yahu, herif Mahmutpaşa'larda iki metre kumaş satmak için sürünüyordu.’’

‘‘Şimdi de kalkmış üç beş kuruş borç verip bana üstünlük taslayacak. Biz senin haram parana mı kaldık hırbo!’’

‘‘İyi demişsin.’’

‘‘Tabii, tam öyle demedim ama herife öyle bir baktım ki anladı.’’

‘‘Selahattin sersefil sürünürken onca parayı nasıl kazandı yahu?’’

‘‘Para nasıl kazanılır, hileyle, hurdayla! Bak biz niye kazanamıyoruz? Namusluyuz da ondan. Bunun kayınpederi Ticaret Bakanlığı'nda bilmemne şefi yardımcısıymış. İhracat yaptık diye teşvik meşvik almışlar. Yani devleti hortumlamışlar. Ardından belediyeye para yedirip yeşil saha olan arsalarını iskana açtırmışlar. Sonra da Çağlayan Holding oraya yüzme havuzlu, tenis kortlu blok apartmanlar yapmış. Buna da arsa karşılığı 20 daire vermiş. Görgüsüz herif parayı bulur bulmaz ne yaptı biliyor musun?’’

‘‘Ne yaptı?’’

‘‘İlk iş olarak gidip bir yat aldı.’’

‘‘Demee!’’

‘‘Vallahi de billahi de yat aldı.’’

‘‘Yahu, benim bildiğim Selahattin yüzmesini bilmez.’’

‘‘Paçalarım ıslanır diye deniz kıyısına bile inemez.’’

‘‘Üstelik bunu fena halde deniz tutar. Bir gün vapurla Kadıköy'den karşıya geçiyorduk. Herifin içi dışına çıkmıştı da Karaköy'e sırtımda indirmiştim.’’

‘‘Üstelik yat da yat olsa bari... Çümtürük iki kabinesi var. Yatarken ancak tespih böceği gibi yatabilirsin.’’

‘‘Zaten Selahattin zevksiz herifin biridir.’’

‘‘Hay ağzını öpeyim be Cemal, arabasını görsen gülmekten yerlere yatarsın.’’

‘‘Ne marka?’’

‘‘Markasını boşver, kamyon gibi koca bir cip. Bir tekerlekleri var değirmen taşından büyük. Sanki herif şehirde değil de Himalaya Dağları'nda yaşıyor. Altı üstü bir kuru kıçını gezdirecek a dangalak! Lenduha bozması bir arabaya ne gerek var?’’

‘‘Görgüsüz herif!’’

‘‘Hele rengini bir görsen...’’

‘‘Ne renk?’’

‘‘Orospu pembesi.’’

‘‘Zevksiz enayi.’’

‘‘Selahattin'e bakalım da halimize şükredelim Cemal'ciğim. Sıkıntı çekiyoruz, iki yudum rakıyı zor içiyoruz ama haram parayla değil, namusumuzla içiyoruz, yüreğimiz rahat.’’

‘‘Namusluların şerefine Rıza'cığım.’’

‘‘Çırlink!’’

‘‘Hakan, Selahattin neyse ne de, şu Kemal'in ukalalığı beni hasta ediyor.’’

‘‘Vallahi çok haklısın, herifin ukalalığı adamı verem eder.’’

‘‘Kanser bile eder. Kapmış bir gazete köşesi, üfürüp duruyor. Televizyona bile çıkıyor. Bre Allah'ın cahili, sen ekonomi, politika, sosyoloji peşmekán üstüne laf paralayacak adam mısın?’’

‘‘Hatırlar mısın lisedeyken buna Çiftdikiş Kemal derdik. Kopya verelim diye nasıl yalvarırdı?’’

‘‘Sayemizde liseyi kör topal bitirdi de hukuk fakültesine baba dayağı korkusuyla zar zor girdi.’’

‘‘Babası döver miydi?’’

‘‘Üüüff! Hem de ne sopa! Yediği şaplaklar yüzünden böyle salak kaldı zaten. Sen onun hukuk mezunu olduğuna bakma. Sultanahmet'teki arzuhalciler bile kanunu ondan iyi bilir.’’

‘‘Üstelik de bukalemun gibi... İktidar değişince bu da renk değiştirir. Bir gün Süleyman'ın aleyhinde bir gün Ecevit'in... Şimdi de Tayyip'e döşeniyor.’’

‘‘Patronu devlet ihalesini alınca Tayyip'e methiyeler düzer yakında.’’

‘‘Herif daha Türkçe'yi sökemedi, başımıza köşe yazarı kesildi.’’

‘‘De da eklerinin bile ayrı yazılacağından haberi yok echelin.’’

‘‘Sen şu defteri biraz karıştır Cemal'ciğim. Bakalım sırada kim var?’’

‘‘Nejat... Hani geçen yıl müdür olmuştu.’’

‘‘Boşver yahu, altı üstü bir memur, yani emir kulu.’’

‘‘Oktay.’’

‘‘Amaan, bırak şu hımbılı... Üstüne konuşmaya değmez.’’

‘‘Bu gecelik bu kadar yeter Rıza'cığım. Ohh, içim açıldı yahu.’’

‘‘Benim de ruhum serinledi. Ama erken kaçmıyor musun?’’

‘‘Geç bile kaldım. Yengen şimdi başımın etini yiyecek. Ne nemrut karıdır bilirsin.’’

‘‘Nemrut, memrut ama bende o da yok. Bu gece hesabı sen mi ödemeyeceksin, yoksa ben mi ödemeyeceğim?’’

‘‘Alman usulü olsun, ikimiz de ödemeyelim. Receep, hesapları ayrı ayrı hesaba yaz.’’

‘‘Yarın gece Fikri'yle başlarız Cemal'ciğim.’’

‘‘Haa, şu bizim dolandırıcı Fikri mi?’’
Yazının Devamını Oku

Acaba siz ne istiyordunuz?

2 Mart 2003
‘‘Babamın küçük bir bakkal dükkánı vardı. Dükkán küçüktü ama yarısı boştu. Babam, mal alıp dükkána koyacak sermayeyi bir türlü denkleştiremezdi. Sermayenin yarısı müşterilerdeydi. Babamın yüzü tutmaz, konu komşuya hesap açar sonra da toplayamazdı. Eski Üsküdar'ın fakir bir mahallesinde otururduk. Zaten, zengin mahallesi de pek yoktu. Ben, okul çıkışı dükkána gelir, babama yardım ederdim. Okul ödevlerimi bile bakkál tezgáhında yapardım. Babam geç evlendiği için benden çok yaşlıydı. Zar zor geçinirdik. Kahvaltımızı müşterilere satamayacağımız peynir kırıklarıyla ve satılmamış bayat ekmeklerle yapardık. Babam eve helva kırıntıları ya da kurumuş pestil getirdiği zaman bayram ederdik.

Ortaokulu bitirdiğim yıl babam vefat etti. Dükkánı çekip çevirmek evin tek oğlu olduğumdan bana kaldı. Ben de ilk iş olarak veresiyeyi kestim. Komşularımızın çoğu bize küstü. En çok küsenler de en çok borcu olanlardı. Dükkánı işletmeye başladığım zaman ilginç bir durumun farkına vardım. Memur ve işçi aileleri ay başlarında pek görünmüyor, ayın ortasından sonra benden alışveriş yapıyorlardı. Yani insanlar parası olunca çarşıya inip büyük dükkánlardan ya da marketlerden alışveriş yapıyorlardı.

İlk işim Arap Yaşar Abi'ye 4 şişe rakı götürmek oldu. Arap Yaşar, o zamanlar Üsküdar'ın tek tabelacısıydı. Dördü peşin dördü taksitle 8 şişe küçük rakıya bana kocaman bir tabela yazdı. Arsenal Market!.. O sıralarda İngiliz Arsenal Takımı çok ünlüydü. Ben de gavurca bir isim koyarsam dükkán sınıf atlar diye düşünmüştüm. Sonra da dükkánı bir güzel boyadım.

Sabahları saat 4'te Çakır'ın sandalını ariyet alıp Salacak'ta balığa çıkmaya başladım. Mahalle halkı lengerde oynayan taze balıkları görünce dayanamıyordu. Tuttuğum balıklar öğleyi bulmadan satılıyordu.

Okuldan arkadaşım Recep'in babası matbaacıydı. Bir gece Recep'lere gittim. 2 kilo pirinç, 4 kilo kurufasulye ve taksitle 10 lüfer karşılığında 200 tane üstü kırmızı Arsenal Market yazılı kesekağıdı ısmarladım. O zamanlar torba, poşet filan yoktu. Her şey açık satılırdı. Pirinç, fasulye, nohut ne buldumsa tartıyla kiloluk, yarım kiloluk amblemli kesekağıtlarıma doldurdum. Açık isteyene daha ucuz, kapalı isteyene daha pahalı satmaya başladım. Bir haftada bütün kesekağıtlarım tükendi. Müşterilerim artık aybaşında da alışverişe gelir oldu. Mahalle halkı sayemde sınıf atlamıştı. Tabii, o yıl okulu bıraktım.

* * *

Çarşı içinde içerlek bir dükkán vardı. Ermeni yaşlı bir hanım işletiyordu. Basma, makara, düğme filan satıyordu. Birkaç gün bizim dükkánı ablama bırakıp Alptekin Pastahanesi'ne gidip oturdum. Karşıdaki dükkána girip çıkanı saymaya başladım. Günde ortalama 8-10 kişicik geliyordu. Ama benim o dükkánda aklım kalmıştı. Arsalardan topladığım koca bir buket çiçekle Ermeni Hanım'ın kapısına dayandım. Allah'ın emri Peygamber'in kavliyle dükkánını satın almak istediğimi söyledim. O da satıp yaşamının son yıllarını Ada'daki evinde geçirmek istiyormuş. Ama dükkán kör bir noktada olduğu için talibi çıkmıyormuş. Ermeni Hanım sıkı pazarlıkçıydı. Sonunda anlaştık. Anlaştık ama bende değil dükkánı, kapısını bile alacak para yoktu.

Dükkán rüyalarıma giriyordu. Güzel kızlara ipekli kumaşlar, gecelikler, kombinezonlar satıyordum. O sırada çarşıda Yapı ve Kredi Bankası yeni bir şube açmıştı. Üç gün kapısında bekleyip sonunda müdürle görüşebildim. Adamdan kredi istedim. Yaşımı sordu. 16 deyince güldü ve 2 yıl sonra gelmemi söyledi. Oysa Ermeni Hanım yaşıma aldırmamış bana inanmıştı. Ağlamamak için dudaklarımı dişleyip eve döndüm.

Ertesi gün
‘‘Kredi istiyorum!’’ diye koca bir pankart yazıp bankanın karşısındaki kaldırıma gidip oturdum. Gelen geçen başıma toplanmaya başladı. Bir ara karakola bile götürdüler. Ama kredi istemek suç değildi ki. Üçüncü gün evi ve alacağım dükkánı ipotek edip annemin adına krediyi aldım. Dükkánı kapatıp Arap Yaşar Abi'yle her gün bir büyük rakı, yarım kilo pastırma ve helva karşılığında dükkánı yeniden boyayıp dekore ettik. Krediden artan parayla Bursa'ya gidip modası geçmiş ucuz empirme ve ipekli kumaş aldım. O zamanlar daha manken filan bilinmiyor. İki güzel Rum kızını tezgáhtar olarak işe aldım. Kız Sanat Enstitüsü'ne gidip Bursa'dan getirdiğim kumaşlardan onlara üçer kat elbise diktirdim. Arada bir de dükkánın önüne çıkıp durmalarını söyledim. Vitrine de kocaman ‘‘İşte yeni Paris modası’’ diye yazılar yazdırdım. Tabii, bununla da kalmadım, uyduruk bir fotoğraf makinesi edinip elbiselik kumaş alan müşterilerimizin şip-şak resimlerini çekip bedava vermeye başladım. Komşum Foto Kenan Abi, biraz bozulduysa da resimleri basmaya devam etti. Rahmetli ne tatlı adamdı.

Dükkána müzik de koymuştum. 45'lik plak çalıyorduk. Benim manifatura dükkánı çarşının şenliği olmuştu. Krediyi vadesinden önce ödedim. Yeni aldığım krediyle de ilk trikotaj atölyemi açtım.’’

Cevat Reis, lafın burasında soluklandı. Rakısından okkalı bir yudum alıp üstüne limon sıkıp ezdiği kırmızı biberli tahin helvasıyla rakıyı yedekledi. Koskoca Profesör Cevat Bey'e hepimiz Cevat Reis derdik. Sandalının yamacına yine bir çilingir sofrası kurmuştuk ve yine aynı öyküyü nefes nefese heyecanla dinliyorduk.

‘‘İngiliz kumaşını anlat Cevat Reis.’’

‘‘Ohho, o dokuma ve konfeksiyon fabrikalarımı açtıktan çok sonraydı. Askerliğimi yaparken erlerin pantolonlarının diz ve kıç yerlerinden çabuk epridiğini farketmiştim. Türk insanı yere oturmayı sever ve namaz kılar. Orduya diz ve oturak yeri özel dokunmuş kumaş teklif ettim ve ihaleye girenlerden yüzde 20 daha ucuz fiyat verdim. İhaleyi kazanıp İngilizlerle ortak tam 4 dokuma fabrikası açtım. Sonra da İngiltere'ye araştırma için gittim. Kembriç Üniversitesi'nde profesörlerle iplik elyafı üstüne deney yaparken
‘‘Ben niye burada okuyamadım’’ diye içim cız etti. Türkiye'ye dönünce hem işlerimle uğraştım hem de açıktan liseyi bitirdim ve üniversiteye başladım. İşletme Fakültesi'nde okurken ilk 5 yıldızlı turistik otelimi açtım. Özal turizme büyük önem veriyordu ve yatırımcılara kolaylık gösteriyordu. Turizm şirketinin başına çekirdekten turizmci Teoman Ermete'yi getirdim. Diğer işleri yönetim kurulları zaten tıkır tıkır yürütüyordu. Doktoramı Kembriç Üniversitesi'nde yaptım. Onlara büyük bir laboratuvar kurup armağan edince Kembriç'te okutman olarak işe başladım.

Tabii, bu arada İngiltere'deki şirketi de ortakların hisselerini düşürüp büyüttüm. Teknoloji öylesine gelişmişti ki telefon, faks ve bilgisayarla bir odadan bütün şirketlerimi yönetebiliyordum.

Artık Türkiye'den iplik ithal edip İngiltere'de kimyasal işlemlerden geçirtip ve dokuttuktan sonra İngiliz kumaşı olarak yalnız Türkiye'ye değil, bütün dünyaya pazarlıyordum. Bu arada Kembriç Üniversitesi'nde profesör de olmuştum. Tabii, seyrek ders vermeme rağmen bu profesörlükte King's Kolej'in restorasyonunu inşaat şirketime bedava yaptırmamın da payı olduğunu itiraf ediyorum. King's Kolej çok yüzyıllık koca bir şatoydu.

Bir gün 5. tatil köyümün açılışını Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel yaparken yüreğimde bir sıkıntı, gırtlağımda bir yumru hissettim. Büyük işler yapmış, büyük başarılar kazanmıştım. El attığım her işin hakkından gelmiştim. Ama bunları yapmak istemiş miydim acaba? Ben bunları mı yapmak istemiştim? Bunca başarıya rağmen niye sıkıntı ve bıkkınlık içindeydim? Biraz geç olmuştu ama ömrüm boyu ne yapmak istediğimi nihayet bulmuştum. Uzakta bir sandal, güneşli suların içinde nazlı nazlı sallanıyordu. Altmışımdan sonra
BEN SANDAL YAPMAK İSTİYORDUM!’’

Cevat Reis, üç yıldır Salacak'ta elleriyle sandal yapıyordu. En güzel ağaçları alıyor, ölçüyor, biçiyor, elindeki plana göre titizlikle çatıp çakıyordu. Sandalı denize indireceğimiz gün hepimiz oradaydık. Beyaz, turuncu ve mavi renkli gelin gibi sandalı hisaa edip alkışlar arasında kaydırağının üstünden denize koyverdik. Arsenal adlı çiçeklerle süslü sandal suyun üzerinde gelgitle biraz oynadı, sonra da yavaş yavaş battı.
Yazının Devamını Oku

Gençlik gibisi var mı? (Daha iyisi var)

23 Şubat 2003
Elimdeki anahtarı kilidin deliğine bir türlü sokamıyordum. Eskiden de böyle beceriksizliklerim olmuştu. Ama bu kilit-anahtar savaşları hep sarhoşken başıma gelirdi. Oysa şimdi ayıktım. Ama alçak kilit, bakire numarası yapıyor benim anahtarı bir türlü kabul etmiyordu. Evde mutlaka birileri vardır umuduyla kapıyı çaldım, oğlum açtı.

‘‘Kilidin yine edepsizliği tuttu’’ deyip içeri girmek için bir hamle yaptım ama, oğlan beni göğüsledi.

‘‘Kimi aramıştınız?’’

‘‘Kendimi. Heh heh hee!’’
diye bir espri yapıp tekrar hamle ettim ama, oğlan beni itti.

‘‘Siz herhalde yanlış bir kapıya geldiniz.’’

‘‘Sen benimle dalga mı geçiyorsun, yoksa uyuşturucuya filan mı başladın be! Ben senin babanım.’’

Oğlum önce öfkeli, sonra acıyan gözlerle beni tepeden tırnağa süzdü.

‘‘Herhalde ana sütünden kesildikten sonra baba oldunuz. Çünkü siz benim yaşımdasınız.’’ deyip kapıyı suratıma küttenerek kapattı. Kapıyı tekrar çalıp zorla içeriye girmeyi düşündüm ama derhal vazgeçtim. Herif zaten kapı gibiydi ve son güreşimizde iki kaburgamı ezmişti. Gecenin o saatinde çalışma evime dönmek için homurdanarak arabama yürüdüm. Ama bu gece kapı kilitlerinin edepsizlenme gecesiydi anlaşılan. Anahtar kilide giriyor, fakat dönmüyordu. Ben küfür kıyamet araba kapısını açmak için uğraşırken ense kökümde bir gölge belirdi.

‘‘Elalemin arabasını ne diye kurcalıyorsun?’’

‘‘O araba elalemin değil, benim.’’

‘‘Öyleyse kapısını niye açamıyorsun?’’

‘‘Namussuz kapıların bu gece grev yapacakları tuttu.’’

‘‘Benim bildiğim bu araba, şu evde oturan yaşlı bir gazetecinin.’’

‘‘Tamam doğru bildin, işte o yaşlı gazeteci de benim.’’

Polis yüzüme kuşkuyla bakıp,

‘‘Benimle karakola kadar geleceksiniz’’ dedi ve elini belindeki tabancanın üstüne koydu. Çaresiz Levent Karakolu'nun yolunu tuttuk.

‘‘Bu adamı gazetecinin arabasını çalmaya çalışırken yakaladım komiserim.’’

‘‘Ağzını topla, o gazeteci benim ve kendi arabamı nasıl çalabilirmişim?’’

‘‘Patırtıyı bırakın, sizin kimliğinizi görebilir miyim?’’

‘‘Şimdi çok fena mahçup olacaksınız’’
deyip sürekli basın kartımı çıkarmak için cüzdanıma el attım. Ama basın kartım cüzdanda yoktu. Her zamanki savrukluğumla yine döküp saçıp bir yerlerde düşürmüş olmalıydım. Allah'tan ehliyete rastladım. Komiser, şoför ehliyetime uzun uzun baktı.

‘‘Ben bu ismi bir yerden hatırlıyorum.’’

Tabii hatırlayacaktı. 52 yıldır yazmış, çizmiştim. Hatta bir aralar futbolcu ve şarkıcılar kadar ünlüydüm. Millet, sokakta bile imzamı isterdi.

‘‘Gazete okuyorsanız ya da televizyon izliyorsanız adıma mutlaka rastlamışsınızdır.’’ diye hafiften kasılarak söylendim.

‘‘Yok oralardan değil... Oğlum bana şu kayıp kişiler dosyasını çıkarır mısın?’’

Komiser, ‘‘Oktay Özgür... Oktay Özgüür’’ diye mırıldanarak bir ehliyete bir dosyaya bakmaya başladı.

‘‘Hah buldum, işte Oktay Özgür! Kayıp ihbarı yapılalı bir hafta olmuş. Ee, bir haftadır nerelerdeydiniz Oktay Bey? Aileniz meraktan ölüyor’’

‘‘Ben kaybolmadım, üstelik Oktay filan da değilim. Ben Huysuz İhtiyar'ım, yani Oğuz Aral'ım.’’

‘‘Huysuz olduğunuz doğru ama, ehliyete göre ihtiyar değilsiniz. Burada doğum tarihiniz 1975 yazıyor.’’

Komiserin elinden ehliyeti kaptım. Sarışın, tıfıl bir gencin suratı ehliyetten bana bakıyordu.

‘‘Bu ehliyet benim değil.’’

‘‘Yani başkasının mı?’’

‘‘Evet, başkasının!’’

‘‘Başkasının ehliyetinde sizin fotoğrafınız ne arıyor öyleyse? Oğlum, kayıp kişinin ailesine haber ver. Yanlarında bir de ruh hekimi getirsinler, çünkü bu adam hafızasını kaybetmiş anlaşılan. Bunu da nezarete kapat, fazla bağırıp çağırmaya başladı.’’

*

Genç ve güzel bir kızcağız, gözyaşları içerisinde beni karakoldan alıp evimiz dediği bir apartmanın rutubetli bodrum katına götürdü. Öyle yorgundum ki, bir sürü sorgu suale boşverip pantolonumu bile çıkarmadan kanapeye kıvrılıp uyudum, ama dalmamla beraber bir bebek viyaklaması da başladı. Kiminin musluk şıpşıpına, kiminin çatalın tabağa sürterken çıkardığı cıyırtı sesine alerjisi vardır. Ben de bebek ağlamasına dayanamam, tüylerim diken diken olur. Bebekten daha çok bağırmaya başlarım.

‘‘Kim bu be? Neden zırlıyor?’’

‘‘Oktay, bu bizim 6 aylık oğlumuz. Yine gazı var, karnı ağrıyor.’’

‘‘Tosurt, mosurt bir şeyler yap, kes şunun ciyaklamasını!’’

‘‘Oktay, çıldırdın mı ne yapıyorsun?’’

‘‘Görmüyor musun, velede rakı içirmeye çalışıyorum. Belki kafayı bulur da sesini keser.’’

‘‘Daha evleneli 2 yıl olmadı ama ben senin abukluklarından bıktım. Hem hesap ver bakalım, bir haftadır neredeydin?’’

‘‘Ne bileyim yahu? Ben çalışma evimdeydim.’’

‘‘Ay senin başka bir evin daha mı var?’’

‘‘Tabii, orada resim yapıyorum.’’

‘‘Uydurma Oktay, sen cetvelle düz bir çizgi bile çizemezsin. Orası demek ki garsoniyerin. Hangi karıyla beraberdin?’’

‘‘‘‘Bana bak ben bu yaştan sonra kıskançlık vırvırı çekemem. Hele bebek cırcırı hiç çekemem. Sustur şu piç kurusunu.’’

‘‘Oktay sen kendini kaç yaşında sanıyorsun?’’

‘‘Ben 67 yaşındayım ve adım da Oktay değil, Oğuz Aral.’’

‘‘Çok haklısın. Ben de Sezen Aksu'yum zaten. Ev kirasını ne yaptın? Ev sahibi senden sonra her gün uğradı.’’

‘‘Ne kirası? Yoksa bu izbede kirayla mı oturuyoruz?’’

‘‘Hayır canım, Aile Bakanlığı bize bu villayı evlilik hediyesi olarak vermişti. Evden kirayı ödeyeceğim diye çıktın, sonra da seni karakollardan topladık.’’

Ceplerimi karıştırdım,

‘‘Bende para filan yok.’’

‘‘Tabii, kadınlarla yedin kiramızı. Ah, ne halt ettim anacığımın sözünü dinlemedim de sana vardım.
'Bu tüyü bozuk, gök gözlü oğlandan sana hayır gelmez kızım!' demişti ne kadar haklıymış. Oktaay, ne halt ediyorsun?’’

‘‘Hiiç, bebeği kapının dışına koyuyorum, belki serin hava gazına iyi gelir.’’

*

Ertesi sabah çalıştığım şirket olduğunu söyledikleri bir deri fabrikasına gittim. Patron olduğunu tahmin ettiğim bir moruk burnundan soluyordu.

‘‘Sen beni batırmaya yemin mi ettin lan!.. Bu kadar vergiyi verdikten sonra benim muhasebeciye ne ihtiyacım var? Size mektepte patronunuzu vergi verdirip herifi nasıl iflas ettireceğinizi mi öğretiyorlar? Babanın hatırı olmasa seni şimdi kovardım!’’ diye ortalığı inletiyordu. Demek ki ben buranın muhasebecisiydim. Allah'ım, yaşam boyu cebinde kaç parası olup olmadığını bilemeyen, yazı çizinin dışında beş para kazanamamış olan ben muhasebeci olmuştum. Şimdi, bu meslekte yükselip, para kazanıp ev-bark alıp, kiradan kurtulup, viyaklayan veledin okul taksitlerini ödeyip, gönlümün hep sızlayan köşesindeki tekneyi alıp akşam yemeğinde tuttuğum istavritleri yiyecektim haa!.. Bu kölelik acaba kaç asır sürecekti?

Yürek bayıcı genç zevce vırvırını, bebek zırzırını hayal edip işten çıkınca eve gitmemeye karar verdim. Sonradan yerine konmak üzere masadan biraz para alıp soluğu en yakın meyhanede aldım. Ama adama ağız tadıyla iki tek atmaya bile bırakmıyorlar. Bitişik masadaki iki tıfıl kıro, bir avaza ana avratlı küfürlerle aralarında şamata edip duruyor, iki yudum rakıyı zehir ediyorlardı. Ben de Oktay'ın geniş omuzlarına ve gelişmiş kol adalelerine güvenip herifleri susturmaya kalktım. Ama meğerse Oktay'ın benim yıllarca yaptığım boks denen spordan haberi yokmuş.

*

Kapanmamış sol gözümü aralayıp beni dürtükleyen pos bıyıklı hastabakıcıya baktım,

‘‘Uyan beyim ziyaretçin var’’ dedi.

Sonra da hastanede yattığım odaya ben girdim. Yani Oğuz Aral girdi.

‘‘Geçmiş olsun, ben Oktay.’’ dedi. Patlak dudaklarımla küfür niyetine birtakım homurtular çıkardıktan sonra,

‘‘Bu belayı başıma nasıl sardın?’’ diye sordum.

‘‘Ben sarmadım, her gün 'Ah bee, şimdi genç olacaktım kii' diye başlayan dileklerde bulunuyordun ya. Ben de 'Allah'ım beni bu gençlik belasından kurtar. Artık karı vırvırı, ev kirası derdi, gelecek korkusu, kavga-dövüş, itiş-kakış çekmek istemiyorum' diye dua ediyordum. Birileri yukarıdan bu yakınmaları duymuş olmalı ki bizi değiştiriverdi. Ama sızlayan bacaklar, ağrıyan bel kemiği, ağzımı vuran protez, ne yesen ekşiyen bir mideyle yaşamak istemiyorum artık. Kızların bacaklarına bakarken içimi yine ateş bassın istiyorum. Hele 5 tonluk bu göbeği her gün yanımda gezdirmeyi hiç istemiyorum. Al morukluğunu, ver gençliğimi’’ dedi Oktay.

*

Şimdi dizlerimin hizasına gelmiş göbeğimi ve zonklayan bel kemiğimi şevkatle ve de sevgiyle okşayarak ‘‘Ah be, şimdi genç olacaktım kii...’’ diye söze başlayınca ıhlaya tıslaya mutfağa gidip ağzıma kırmızı pul biber sürüyorum.

Yazının Devamını Oku