9 Şubat 2003
Şaziment Hanım, vitrinlere baka baka yürüyordu. Bayramın eli kulağında, geldi geliyordu. Kızın bayramlığını halletmişti de oğlana hálá münasip bir şey bulamamıştı. Velet, Puma pabuç diye tutturmuştu. Artık Nayk giyemezmiş. Çünkü, basketçi İbrahim Kutluay Puma giyiyormuş. Oysa ayağındaki pabuçları alalı daha bir ay bile olmamıştı. Puma'lar ateş pahasıydı. ‘‘Bu karda kışta lastik pabuç neyine? Yerine bir anorak alsam acaba Kaan hır çıkarır mı?’’ diye düşünürken çantasından ‘‘Cürülüp!.. Cürülüp!..’’ diye cep telefonu çaldı.
‘‘Buna ne halt etmeye cep telefonu diyorlar da çanta telefonu demiyorlar?’’ diye söylenerek telefonu çıkardı. Telefonda hırıltılı bir ses,
‘‘Allah rızası için bir sadaka... Allah sizi sevdiklerinize bağışlasın!’’ diye mızırdanıyordu.
‘‘Aloo, sen de kimsin?’’
‘‘Ben dilenciniz Hüsnü. İki gündür açım ve daha telefon faturasını bile ödeyemedim valla.. Çünkü, sadakalarınızı hep Topal Cafer'e veriyorsunuz. Herif, aslında topal mopal değil. Geçen gün mahallede gençlerle top oynarken gördüm dümenciyi...’’
‘‘Telefondan sadaka vermek olur mu canım?’’
‘‘Olur ablacığım olur. Mesela şimdi kredi kartı numaranı vereceksin bana. Gönlünden ne koparsa sadakanın miktarını da söyleyeceksin. Sana hiç zahmet vermeden ben, sadakayı kartından çekerim.’’
‘‘Aaa, sen deli misin ayol?.. Kredi kartı numaramı sana niye verecekmişim?’’
‘‘Demek keş ödemek istiyorsun ablacığım. Hay hay, dilenciniz Hüsnü size her kolaylığı gösterecektir. Şimdi sol tarafına bak abla... Köşebaşında yerde oturan boynunda ‘‘sağır ve dilsiz’’ yazılı tabela asılı sıska biri var ya, o benim işte. Bak sana el sallıyorum ablacım. Haydi eller havaya!.. Gelip ona 5 kontörlük bir sadaka veriver ablacığım. Allah seni kazadan beladan korusun.’’
Şaziment Hanım, dönüp baktı. Köşebaşında gerçekten bir dilenci vardı ve cep telefonuyla konuşuyordu.
* * *
‘‘Konuş lan, çaldığın malları kime sattın?’’
‘‘Aah!.. Cıvırt... ma... abicizzmızt!’’
‘‘Bana bak, beni yorma!.. Namusunla söyle kime sattın? Küüt!’’
‘‘Aagıhh!.. Vallazzıjjt... Bızzt!’’
‘‘Dilaver, bu herif laftan anlamıyor. Bana şu hortumu getirsene... Ama ıslat da getir. Bizim eve de telefon et, hanıma komiserimin işi çıkmış biraz geç gelecekmiş de.’’
‘‘Şıraak!’’
‘‘Uuyy! Komiser abicizzm... Namussuzzjjumz...Vızızt!..’’
‘‘Ulan, bir saattir ne mızırdanıp duruyorsun? Vurmaktan kolum koptu konuş yoksa Meşe Süleyman'ı çağıracağım.’’
‘‘Cızıyyt!’’
‘‘Bu herifin hakkından ancak Meşe gelir. Alo Dilaver, şu Meşe'ye sesleniver odununu da alıp gelsin, tamam.’’
‘‘Alo komiserim, Meşe evine gitmiş tamam.’’
‘‘Çağır hemen gelsin bu ite hortum da para etmiyor tamam. Sen de düğmeni ilikle laubalilikten hoşlanmam.’’
‘‘Komiser abicim be... Hişt, komiser abicim.’’
‘‘Burnumun dibinden yüzüme karşı ne konuşuyorsun? Cep telefonundan konuşsana lan kıro!’’
‘‘Ben de onu söyleyecektim be abi, deminden beri cep telefonuyla konuşuyorum ve her şeyi itiraf ediyorum ama sen anlamıyorsun.’’
‘‘Neyi anlayacağım lan, telefonda cızırdayıp duruyorsun.’’
‘‘Dediklerim sana cızırtı olarak geliyor. Çünkü senin karakolun nezarethanesinden benim telefon çekmiyor.’’
‘‘Bu telefon ne marka?’’
‘‘Telefon iyi marka ama Vaycel'e abone... Vaycel ancak yukarıdan çekiyor.’’
‘‘Şunu baştan söylesene hıyar!..’’
‘‘Uyy!.. Şimdi niye vurdun be abi?’’
‘‘Bu yaştaki adamı boşu boşuna yorduğun için. Yürü şimdi üst kata benim odaya çıkıyoruz. Tövbe tövbee, ne günlere kaldık yahu?.. Hırsızlara nezarethane beğendiremiyoruz. Aloo Dilaveer, Meşe'ye söyle de gelmesin herifin cebi çekmiyormuş, tamam.’’
‘‘Emredersin komiserim tamam.’’
* * *
‘‘Dürülülü!.. Dürülülü!’’
‘‘Aloo, buyurun hocam.’’
‘‘Benim aradığımı ne bildin 127 Murat?’’
‘‘Benim telefonda numaranız çıkıyor ya hocam.’’
‘‘Aferin gel bakalım tahtaya.’’
‘‘Geldim hocam.’’
‘‘Bize Yavuz Sultan Selim'in Hilafet'i nasıl aldığını anlat.’’
‘‘Anlatayım hocam, Yavuz Sultan Selim, çok kahraman bir padişahtı. Çok kahraman bir padişah olan Yavuz Sultan Selim, atına atladı ve gitti Hilafet'i aldı.’’
‘‘Nasıl aldı, kimden aldı?’’
‘‘Eee... Şey hocam, o zamanlar daha Migros, Gima gibi marketler kurulmamıştı. Herhalde pazardan aldı.’’
‘‘Sen ne diyorsun be!.. Ne pazarı?’’
‘‘Cuma pazarı.’’
‘‘Bana bak 127 Murat!.. Beni yerimden kaldırma, gazetelere gidip şikáyet filan dinlemem. Bir çarptım mı bir de karatahta çarpar. Anlatacaksan şunu adam gibi anlat.’’
‘‘Kusura bakma hocam anlatamam.’’
‘‘İki sayfa dersi niye çalışmadın be?’’
‘‘Cep telefonları kesikti hocam.’’
* * *
‘‘Ohh, Celaal!’’
‘‘Uff Naciye.. Ohş!’’
‘‘Celal.. Alo Celaal!..’’
‘‘Aluu, söyle kız.’’
‘‘Bu gece bu azgınlık nereden icap etti?’’
‘‘Bugün iki porsiyon acılı Adana yedimdi.’’
‘‘Ohş, sen hep acılı Adana ye aslanım.’’
‘‘Hişşt Naciyee... Kıkır kıkır... Kız alu diyom.’’
‘‘Aloo benim koyun postu göğüslü erkeğim.’’
‘‘Kız, kıllarımnan oynama gıdık oluyoo!’’
‘‘Olsuun, gıdık olsuun... Sen gıdıklanınca daha bi azgın oluyosun. Uhh!..’’
‘‘Yapma diyom lan kaltak... Nah ben sana şincik gösteririm’’
‘‘Göster bana Celal'im. Ohh!’’
‘‘Aluu, kız Naciye...’’
‘‘Alo Celal'im.’’
‘‘Bu kıvırtmaları nerden öğrendin?’’
‘‘Kıvırtmalar sana helál olsun Celal!’’
‘‘Ohuhh!’’
‘‘Uhş!’’
‘‘Dur kız, hele biraz dur.’’
‘‘Aloo, aloo... Beni duyuyor musun Celal?’’
‘‘Duymuyom.’’
‘‘Niye durdun Celal?’’
‘‘Çünkü şarjım bitti.’’
‘‘Senin mi şarjın bitti?’’
‘‘Yok be, cepimin şarjı bitti.’’
‘‘Öyleyse in üstümden de telefonunu şarja tak.’’
* * *
‘‘Aloo, kız Sarman.’’
‘‘Miyavv!’’
‘‘Yanıma niye gelmiyorsun?’’
‘‘Sen oradan aşağıya in Tekir'ciğim.’’
‘‘Gel kız, buranın manzarası çok güzel.’’
‘‘Daha mart gelmeden damda ne işin var?’’
‘‘Takvime göre mi aşk yapacağız kız? Hem benim cebim yukarıdan daha iyi çekiyor.’’
* * *
Babasının yazıhanesinde ilk olarak manyetolu bir telefonla tanışan biri için şaşkınlıklar içindeyim. Herkesin elinde bir telefon, sokakta, lokantada, sinemada, tuvalette, aklınıza gelen ve gelmeyen her yerde durmadan, dinlenmeden konuşuyor. Ne konuşuyorlar, ne anlatıyorlar bilmiyorum. Ama onca para verdiklerine göre dedikleri çok önemli olsa gerek. Herhalde yüzyüze konuşmak artık yasaklandı. İlkokul çocuklarının bile elinde telefon var. (Hatta bizim kapıcı Yusuf'un bile iki yıldır cep telefonu var.)
Bu cep telefonu denen mahluk icat edilmeden hayatta kalmayı nasıl becerdik acep?
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2003
Geçenlerde televizyonda gördüm, Ahırkapılı Çingeneler gönüllerince bir orkestra kurmuşlar. Bir keyif çalıp, söyleyip, oynuyorlar. Ama kendilerine Çingene denmesinden hoşlanmıyorlar, Roman diyorlar. Oysa bütün dünyada Çingene Çingene'dir. Birçok ünlü orkestranın adı Çigan yani Çingene orkestrasıdır. Balkanlar'da doğmuş, namı dünyayı tutmuş Çigan Müziği adında ayrı bir müzik türü ve dünya çapında Çingene müzik ustaları vardır. Bizde de Kemani Haydar, Metin Bükey, Erköse Kardeşler, Mustafa Kandıralı gibi Türk Müziği'ne büyük katkıları olan birçok virtüoz yetişmiştir. Aksak ritimli bir şarkıyı kimsecikler Çingeneler gibi çalıp söyleyemez. Kemanı çenesine değil de göğsüne dayayıp gıygıylatan 8 yaşında bir Çingene çocuğunun verdiği müzik coşkusu Mevlam'ın onlara bir ihsanıdır.
Ama adamlar Roman'ız diye tutturmakta haklılar. Çingeneler tarih boyunca hor görülmüş ve itilip kakılmışlardır. Özdeyişlerimizi anımsayın yeter; ‘‘Çingeneye beylik vermişler önce babasını kesmiş!’’ ‘‘Sen bir garip çingenesin gümüşlü zurna neyine?’’, ‘‘Aslını inkár eden Çingene'dir’’ gibi... Üstelik yalnız bizde değil, bütün dünyada horlanmışlardır.
Örneğin, Hitler'in sadece Yahudiler'i ve Sosyalistleri öldürdüğü sanılır. Oysa Naziler, 1 milyona yakın çoluk-çocuk Çingene'yi de aşağılık ırk diye asıp kesmiş, gaz odalarında katletmişlerdir. Üstelik garipler Yahudiler gibi Almanlar'dan tazminat da alamamışlardır. Çünkü, onların hiçbir zaman İsrail gibi bir devleti olamamıştır.
‘‘Pazar pazar bu Çingene muhabbeti de nereden çıktı?’’ diyeceksiniz belki de... Şuradan çıktı; Ahırkapı Romanları'nı dinlerken canım onlarla birlikte çalıp oynamak istedi. Ben insanların oturdukları yerde kurum kurum kurulup, süzüm süzüm süzülmelerinden hoşlanmam. Adam dediğin kalkıp oynamalı. Oynamak açık yürekli insanların işidir ve bir şenlik yaratmaktır. Ben de ağrıyan belime, sızlayan dizlerime bakmadan televizyona ve penceremden görünen denize karşı kendi kendime bir güzel oynadım. Bu 7 sekizlik aksak ritimli Roman havalarını oynamak zor iş. Çabuk ayaklı, kıvrak belli, titrek omuzlu delikanlı işi. Ben daha çok zeybek ve seymen havalarını oynamayı severim. Bir de tango... Ama ne halt edeyim, yaptım yakıştırdım ıhlaya tıslaya kıvırdım durdum. Allah'tan benim pencereye yakın apartman yok. Sizin dışınızda gecenin köründe kendi başıma oynadığımı bilen konu komşu da yok.
Sonra da nefes nefese oturup ruhumun derin bir yerinde marangozluk gibi Çingene'lik de var mı diye düşünmeye başladım.
Öyle ya, kazık kadar bir herifin gecenin bir köründe oynaması tuttuysa vardır bir hikmeti... Yani İstanbul'un Avrupa yakasında doğduk diye Fransız olacak halimiz yok ya... Bir yerden bir Çingene'lik bulaşmış mıdır acep diye koyu koyu düşündüm. Pek akrabalık hısımlık bulamadım. Hele ana tarafımda hiç umut yok. Sarışın gri ya da mavi gözlü pehlivan kesimli insanlar... Ben, dedem, dayım yeğenim Ömer Kaner filan bir araya gelince basketbol takımı gibi bir manzara arzediyorduk. Bazen kızınca kardeşim Tekin'e ‘‘Cüce!’’ diye söylenirdim. Adam 1.78 boyundaydı. Baba tarafım siyah saçlı ama keza selvi boylu ve sırf bürokrat... Dedem nahiye müdürü, amcam başöğretmen, babam avukat... Halalarım da öğretmen ya da banka müdürü filan... Yani hepsi mazbut kanun kural adamı... Çingeneliğin birinci şartı kanun, kural ve zapt-ı rapt tanımamak değil mi?.. Yani, baba tarafımdan da umudu kestim.
Düşüne taşına üçüncü cinsiz tonik kadehinden sonra aramızdaki ilişkiyi buldum. Bizim milletle Çingene milleti kardeş değil, ama kaderdaş. Çünkü, iki millet de yerinde duramıyor, göç edip duruyor. Yani ikisi de göçer... Hangimiz atamızın dedemizin doğduğu şehirde yaşıyoruz? Bizim ailede doğduğu şehirde ölebilen ilk kişi kardeşim oldu.
Dedem bir ağa oğlu... Toprakları şimdiki Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya'da kalmış. Bir ucundan bir ucuna atla 3 günde gidilirmiş. 93 harbinde Bulgarlar ailenin yarısını kesmiş. Kalanlar İzmir'e canlarını atmışlar. Barıştan sonra da Selanik'e dönmüşler. Annem doğmuş ama Balkan Savaşı patlamış... Haydii, ver elini İstanbul'un Üsküdar'ı... Aile kaçırabildiği parayla kendini biraz toparlar gibi olmuş. Sen misin İstanbul'u mesken tutan garip Osmanlı?.. Avusturya Veliahtı Arşidük Ferdinand'ı Sırp'ın biri otomobilinde öldürüvermiş. Bundan alá savaş nedeni olur mu? Yedi düvel birbirine girmiş. Bir Alman hayranı olan rahmetli padişah damadı Enver Paşa'mıza bu Dünya Savaşı'nın dışında durmak yakışır mı?.. Osmanlı da Alman'dan yana savaşa girince Balkan Savaşı'ndaki yediği kurşunların sızısı daha yeni geçmişken dedem de Osmanlı Memaliki'ni korumak üzere düşmüş Arabistan çöllerine... Sina Çölü'nde İngilizler'le başlamışlar birbirlerini kırmaya...
Bu arada baba tarafım da boş durmuyor tabii... Balkan Savaşı'nı kaybedince Drama Nahiye Müdürü dedem, aileyi toparlayıp İstanbul'a göçüyor. Yalnız Lütfi Amcam toprağında kalıyor. Çünkü şehit oluyor. Babam daha 4 yaşındayken İstanbullu oluyor. Sonra da Nuri Amcam Müslüman Araplar'ı İngilizler'den kurtarmaya çalışırken Müslüman Araplar tarafından takımıyla birlikte arkadan vuruluyor. Babam da ne yazık ki çocuk olduğu için Arabistan çöllerine gidemiyor.
Bu arada eşimin ailesinden de söz etmemek olmaz. Rahmetli kayınpederim Arif Bey Bulgaristan'dan çocukken kaçıyor. Öğretmen okulunu bırakıp Kafkas cephesine yollanıyor. 70 bin kişilik ordudan sağ dönen birkaç kişiden biri olduğu için bu kez Kurtuluş Savaşı'na subay olarak katılıyor. Zaferden sonra da İstanbul'da evleniyor. Ama eşi öğretmen Adile Hanım İstanbullu değil, Mısırlı... 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Türk olduğu için Mısır'dan çocuk yaşta kovulmuş...
Bunca çaresiz göçerliği düşünebiliyor musunuz?.. Selanik neree, Arabistan nere?.. Kafkasya neree İstanbul nere?.. Hele anneanneciğim bir ara Ştutgart'ı bile mesken tutmuştu. Çünkü kızı Almanya'ya göçmüştü... Benim kızım da Amerika'ya göçtü. İstanbul nere, Denver nere?
Ne yazık ki benim göçerliğim İstanbul içinde kaldı. Ancak yirmiye yakın ev, bir o kadar da gazete ve dergi değiştirdim. Devlet Babam sağolsun, benim yurt dışına çıkışımı sağlığıma zararlı bulmuş olacak ki 43 yaşıma kadar bana pasaport vermedi. Demek ki bizim milletteki Çingene sevecenliği göçerlikten gelirmiş. Siz de soyunuzu biraz kurcalayın, kimbilir ne Evliya Çelebiler çıkacaktır.
Artık ancak yatak odasından salona, salondan mutfağa filan göçebiliyorum. Ne yazık benim miskin ev yerinden kımıldayıp beni bir yerlere götürmüyor. Ama ona da bir çare düşünüyorum. Bugünlerde aşağıdaki gibi bir evin hayalini kuruyorum ve gayet ciddiyim. Bugüne kadar becerdiğim işler hep hayalle başladı.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2003
Ne güzeldi o eski günler... Hani insanın kendini kelebek gibi hafif ve bol keyif hissettiği günler... Lafı dolandırmayayım, içkinin beni terk etmediği günlerden söz ediyorum.
Boğaz'ın Karadeniz'e açılan kıyıcığında bir balıkçı meyhanesi keşfetmiştim. Sait Faik'in öykülerinde anlattığı salaş balıkçı meyhanelerinden biriydi. Kapı açılıp saz benizi, buruşuk pardösüsü ve fötr şapkasıyla Sait Faik içeri girse şaşırmazdınız.
Meyhane o gün gürültülü, kahkahalı ve şıngırdak ise, ağların bol bereket çekildiğini anlardınız. Sessizlik varsa teknelerin mazot parası bile çıkmamış demektir. O sessizlikte 45'lik cızırtılı bir plaktan Abdullah Yüce'nin ‘‘Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap!..’’ şarkısı duyulurdu. Zaten meyhanenin diskoteğindeki plak sayısı beşi geçmezdi. Dönüp dolaşıp aynı şarkıları dinlerdik. Vee bir de Üfür Fahri'nin sigaradan kapı gıcırtısına dönmüş sesi duyulurdu.
‘‘Sadettin topu solaçıktan bir haydahladı. Top geldi geldi önümdeki çamura saplandı kaldı. Herkes top zıplayacak diye sağ tarafa koştu. Ben kaldım mı kaleciyle başbaşa...’’
‘‘Tamam be Üfür'cüğüm patlat şutunu, at golünü.’’
‘‘At demek kolay, kalede Bahri var... Yani, Zehra'nın ağabeyi... Zehra da benim o sırada yanıp yakıldığım kız. Golü atarsam kızı eve kapatır, bana saçının telini göstermez. Ayrıca evlerinin önünden geçmek şöyle dursun, daha sokağın başındayken ümüğüme biner beni keçe kilim gibi çiğner.’’
‘‘O zaman sen de atmayıver.’’
‘‘Atmayıver demek de kolay. Bizim mahallenin bütün kopukları maçı seyre gelmiş. 'Haydi lan Fahri geçir şu ineklere!' diye vayvela koparmaktalar. Hele Salim Ağabey'in heyecandan gözü dönmüş, 120 kiloluk cüssesiyle zıp zıp zıplamakta. Adam futbol manyağı, bizim takımın formalarını, pabuçlarını hep o alıyor. Hatta sarhoş bir Yugoslav turist bulup bize antrenör diye tutmuştu. O sıralarda Yugoslav modası vardı. Gol kaçtı mı bütün mahalle nöbetleşe beni her gün döver. Hele, Salim Ağabey'in eli öyle ağırdı ki tokadını yiyen ömür boyu yamuk suratla gezer.’’
‘‘Ee, sen ne yaptın be Üfür Fahri? Golü attın mı atmadın mı?’’
Üfür Fahri, hikáyesinin burasında susup boş rakı bardağına melul mahsun bakardı. Kaptanlardan biri,
‘‘Recep oğlum, görmüyor musun Üfür'ün rakısı bitmiş’’ diye tezgáha seslenirdi. Rakı gelir ama mezeleri de tazeleninceye kadar Üfür'den ses çıkmazdı.
‘‘Sonra kendi kendime, 'Yiyeceğin dayağın önemi yok. Ama bir kız uğruna mahallenin şerefini satmak sana yakışır mı be Fahri? Görev aşktan üstündür!' deyip topu Bahri'nin bacakları arasından ağlara yolladım.’’
‘‘Geçen sefer 'Aşktan yüce duygu yoktur. Bir erkek erkekse, aşkı uğruna mahallenin maskarası olmayı göze alır!' deyip golü atmamıştın ama...’’
‘‘Üfür Fahri'ciğim üfüür!’’
‘‘Yüklenmeyin adama yahu!.. O gün o gündür, bugün bu gündür... Gol dediğin bazen girer, bazen girmez.’’
‘‘Yavu, Fahri yiğenim, fitbolu boşver de Matilda'yı nasıl tavladığını anlat bize.’’
Fahri, derinden ve hicranlı bir ‘‘Ahh Matilda!’’ çekip ve de biraz rakı molası verip anlatırdı.
‘‘Kervansaray'a bir Fransız revüsü gelmişti. İstanbul İstanbul olalı daha bunca afeti birarada görmemişti. Ama içlerinde biri vardı ki görmeyeni bir pişman göreni bin pişman ederdi. Kız bir bacak sallıyor salonun yarısı bir yana devriliyor, bir göğüs titretiyor öbür yarısı öbür yana devriliyordu. Ben Kervansaray'a abone olmuştum adeta... Eh o yıllarda serde gençlik var, hovardalık var, 3. şirketimi yeni kurmuşum torbayla para da var.’’
‘‘Üfürüğüne kurban olayım Fahri'ciim. Herhalde çok da yakışıklısın o sıralar.’’
‘‘Yok ben yalanı sevmem. Yakışıklıydım ama, çok değil... Matilda'ya her gece kamyonetle çiçek gönderiyorum ama kız oralı değil... Kızın hayali gözümden gitmez rüyalarımdan çıkmaz oldu. Yolladığım pırlanta yüzük, küpe ve gerdanlıkları geri gönderiyor.’’
‘‘Eyvah, ayazda kaldın Fahri'ciim.’’
‘‘Ayazda kalmak bizim o zamanki namımıza yakışmaz.’’
‘‘Ne yaptın pekiyi?’’
‘‘Bir gece kulisi bastım, kızı sürüyüp götürdüm.’’
‘‘Vay bee, onca adamın arasından ha!.. Herhalde o yıllarda Filiz Nurullah boyunda, Koca Yusuf enindeydin de yaşlanınca çekip küçüldün!’’
Fahri gerçekten ufak tefek bir adamdı. Ne giyse üstüne bol gelirdi.
‘‘Bilekle yürek kalıba bakmaz Naci Reis. Kızı kaptığım gibi dooğru Hilton Oteli'ne. Bir hafta odadan çıkmadık. Revü Paris'e döndü, ama Matilda revüden 6 ay sonra döndü.’’
Sonra Fahri saatine bakar,
‘‘Yahu, kızı çok beklettik ayıp oldu’’ diye muhabbetin tatlı yerinde kalkıp giderdi. Aslında Üfür Fahri'yi tam tanıyanımız yoktu. Kimdi, nereden gelmişti, ne iş yapardı bilmezdik. Onu bu balıkçı meyhanesinde bulmuştuk. Sanırım hepimizden yaşlıydı. Sigarası hiç sönmezdi ama dinçti. Onca rakıya sarhoş da olmazdı. Bazen ortalıktan kaybolur, bir hafta görünmezdi. Balığın kesat ya da lodosun azgın olduğu o gecelerde meyhanede bardak şakırtısı ve ağız şapırtısından başka ses duyulmazdı. Bir de Abdullah Yüce rahmetlinin sesi...
Bir kış gecesi meyhanede iki üç masaydık. Keyfim kaçıktı. O sırada çalıştığım gazeteden o ay da maaş alamamıştık. Mezeleri azaltmış köfteyi filan kesmiştim. Recep anlayışlı bir Karadeniz'liydi. Üç gündür içtiğimi hesaba yazıyordu.
Üfür Fahri, bardağını alıp ‘‘Oturabilir miyim?’’ diye masama geldi. Adama nasıl acıklı baktımsa,
‘‘Dert etme bu gece hesap benden’’ deyip oturdu.
‘‘Dünyanın derdi bitmez. Hastalanırsın, aşık olursun, Fener yenilir... Bunların hepsi derttir. Ama bir tek para işini dert etmeyeceksin. Para tren gibidir, bir gelir, bir gider. Sen istasyon bekçisisin.’’
‘‘Bizim tren iyice rötar yapıyor. Ev sahibine dert anlatamıyoruz.’’
‘‘O yıl bereketli geçmişti. Hal'e meyve ve sebze yağmıştı. Ben de elimdekini avucumdakini yatırmış tonlarla meyve ve sebzeyi kapatmıştım. İki gün sonra ihtilal olmaz mı? Sokağa çıkma yasağı derken, piyasada tık kalmadı. O yıllarda buzhane filan da hak getire... Bütün varlığım çürüyüp gidecek.’’
‘‘Gitti mi?’’
‘‘Gider mi? Onca yıl keçi gibi dişimle tırnağımla çalışmışım, senetle 10 tane kamyon kiraladım. Zaten hepsi yatıyordu... Çifter şoförle bastık gaza ver elini Almanya... O yıllarda vize belası yok. Çarşı, pazar, sokak arası demeden bağıra çağıra malımızı sattık durduk. Polis ensemize binene kadar meyvemiz sebzemiz tükenmişti. Namusumuzla cezamızı da ödedikten sonra kalanıyla yurda döndük. Elimdeki parayı beşe katlamıştım. Çünkü enflasyon olmuş, marklarımın değeri iki katına çıkmıştı. O parayla ben de ilk konserve fabrikamı kurmuştum.’’
‘‘Yahu Fahri, ne güzel üfürüyorsun insanın inanası geliyor.’’
‘‘Bak sana bir sır vereyim; sizin meslekte işine yarar... Yalanı gerçek gibi, gerçeği de yalan gibi anlatacaksın.’’
Fahri yine saatine baktı,
‘‘Tüü, lafa dalmışız. Ben kalkayım kıza ayıp oldu. Saatlerdir bekleyip duruyor garip.’’
Fahri, hesabı görüp kapıya yürüdü. Sonra bana dönüp,
‘‘Dışarısı kış kıyamet, gel seni de evine bırakayım’’ dedi.
Meyhaneden titreyerek çıkınca yanımıza kocaman bir Mercedes araba yanaştı. Şoför arabadan fırlayıp kapıyı açtı, bindik. Fahri arabadaki sarışın dilbere,
‘‘Kusura bakma yine muhabbete dalmışız’’ dedi.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2003
Eşim,<br><br><B>‘‘Bana ayrı bir televizyon al!’’</B> dedi.
‘‘Niye, koskocaman bir televizyonumuz var.’’
‘‘Var ama artık seninle televizyon seyredilmez oldu.’’
‘‘Hep senin seçtiğin filmleri, dizileri seyrediyoruz ya.’’
‘‘Sen seyrediyorsun ama ben seyredemiyorum.’’
‘‘Niçin seyredemiyormuşsun?’’
‘‘Çünkü film boyunca çenen durmuyor. İnsanda konsantrasyon, dikkat filan bırakmıyorsun.’’
‘‘Allah Allah, benim ağzımdan kerpetenle laf çıkar yahu... İki çift laf etmiyorsun diye şikáyet eden sen değil misin?’’
‘‘O eskidendi, artık çenen düştü.’’
‘‘Ne diyorum mesela?’’
‘‘Daha demin film seyrederken 'Bak karıya bak, aslan gibi kocası varken elin herifine nasıl yaltaklanıyor!.. Bu Amerikalılar fakir yahu! 100 bin dolar için banka soyulur mu?.. Vur oğlum ooh, eline sağlık! Dövüşürken katır gibi tekmeleşmek de yeni bir icat!.. Çabuk ve sert bir kroşenin yerini hiçbir tekme tutamaz!..’’ gibisinden dur durak bilmeden konuşmalar mı yoksa, 'Aman oğlum dalga geçme, herif arkandan yaklaşıyor... Zırlamanın alemi yok, boşa gitsin o karıyı be!.. Git Matilda'yla evlen. Çirkin, mirkin ama harbi kız!'' diye oyunculara akıl vermeler mi istersin?''
Bizim hanım haklıydı. İhtiyarladıkça adamın zevzekliği artıyor. Ama yine de kalbim kırıldı. Aslında ben gazete okurken konuşurdum. Film sırasındaki sözlü müdahaleler demek yeni icadım. Büyük köşe yazarları, kendi yazılarının dışında kendi gazetelerini okumazlar. Ama ben büyük yazar olamadığım için çalıştığım gazeteyi ilanlarına kadar okurum. Okurken de çenemi tutamam söylenirim. Gel de söylenme!..
Turizm şirketlerinin tur ilanlarına bayılıyorum. Okuyup okuyup hayaller kuruyorum. Ama artık kantarın topuzunu kaçırdılar. Dubai'yi Bangkong-Pattaya'yı anladık ama Hurghada neresi yahu?.. Siz hiç Pamporovo diye bir memleket duydunuz mu? Ülkeleri hakkında en küçük bilgi yok. Sanki millet coğrafya profesörü... Zobornak der demez, ‘‘Aaa, şu bizim Zobornak!.. Hani İskandinavya'nın Baltık kıyıcığındaki kasaba!..’’ deyiverecek. Hele bir ilan var ki adamı yarım saat konuşturur. Belki inanmayacaksınız ama Paşa Tur bizi İzlanda'ya götürecekmiş.
Yahu, İzlanda dediğin Atlantik Okyanusu'nun kuş uçmaz kervan geçmez bir göbeğinde... Fok balıklarını da sayarsak birkaç yüz bin nüfuslu buzlarla kaplı bir adacık. Ki adamın ağustosta bile gerisi donar. İnsanın bir iki haftalık iznini İzlanda'da geçirmesi için aklını ekmek arası lahmacuna katık etmesi gerek. (Bu gerek sözcüğünü kullandıkça rahmetli dostum klişeci Artin, 'Şimdi sen Öztürkçe mi konuşuyorsun? Gerek, gerçek kelimeleri Ermenice'dir' deyip benimle dalga geçerdi.)
Çenemin en fazla düştüğü yer de ölüm ilanları sayfası oluyor. Merhumun ailesi şöyle yarım sayfa bir ilan döşeniyor. Eh, adam önemli adam, adam zengin adam. Vefatının duyurusu da haşmetli olur. Ama aynı kişi için 20 tane daha iri yarı ölüm ilanı var. Dostları ve her bir şirketi tek tek başsağlığı ilanı vermiş. İki tam sayfa karşılıklı dolmuş.
Neresinden bakarsan bak, yüzlerce milyar gitti gider. Vefat-şovu yapacağına şu milyarları fakir fukara takımına dağıtsan daha iyi olmaz mı?.. Hem garibanın karnı doyar, hem merhumun ruhu şád olur!
Ama sonra düşünüyorum; onlar da aynı şeyi yapmışlar, gariban takımını sevindirmişler. Bu ilan paralarından bizim maaşlar verilmiyor mu?.. Bizim gazetenin muhteşem zam politikası sonunda hepimiz fakirleşmedik mi?..
Haber okurken de çenem durmuyor. Başlığa bak: SAHTE ŞEYH 15 KADINLI HAREM KURMUŞ!.. Yani başlıktan anlaşıldığına göre Şeyh sahici olsa 15 kadınlı harem helál olacak. Ama ne çare ki herif sahte şeyh. Çünkü adam, kadınlarla evlenirken imam nikáhını kendi kıyıyor. Şeyhin sahtesinin kıydığı imam nikáhı da sahici olmuyor. Böylece 15 kadın zina yapmış oluyor. Haberden anlaşıldığına göre bu kızları ana ve babaları güle oynaya elleriyle şeyhe götürüyorlar. Çünkü işin ucunda cennette birkaç parsellik gecekondu arsası garanti. Nasıl olsa gecekonduların üstüne 8-10 kat çıkıp cennete yeni düşmüşlere kiralarlar.
Bu genç kızlardan biriyle iki çift laf etmeye ya da bir çiçek vermeye kalksanız kızın abisi sizi döver, babası da aile namusunu kurtarmak için çifteyle vurur.
Şeyhin bir hayli dünyalığı da çıkmış. 62 kasasında 4 kilo altın, 250 milyarlık dövizi bulunmuş. Haremindeki 20 ile 23 yaş arasında her kadına birer ev hediye edip 100 milyon da maaşa bağlıyormuş. Yani adamda ev de gani. Ama adamın sahte şeyh olduğu şuradan belli ki, çıka çıka 4 kilo altını çıkmış. Sahici olsa Necmettin Hoca'mız gibi 150 kilo altını çıkar. Pekiyi, bu değirmenin suyu nereden geliyor? Tabii, gece televizyonda ‘‘Şeyh bizi soydu, soğana çevirdi!’’ diye ağlaşan köylülerden geliyor. Hani ‘‘9 çocuğumla aç yaşıyorum devlet bize niye bakmıyoo!..’’ diye ağlaşan köylülerden...
Bu işler Hakkari'nin dağ köylerinde değil, İstanbul'un Tuzla'sının Akfırat Beldesi'nde oluyor. Şeyhin saltanat kurduğu 890 dönümlük araziyi de Belediye Başkanı Emekli Yarbay Mehmet Ali Soylu herife, ‘‘Sen hayvansever bir adamsın, al şu toprakları bir hayvanat bahçesi kur’’ diye hediye etmemiş mi?.. Yani arazi devletin, halkın malı... Torunlarımızın malı!..
Eşim,
‘‘Filmlerde konuşmana, gazete okurken homurdanmalarına katlanıyorum. Ama evin içinde bir avaza küfretmene dayanamam. Komşulara rezil oluyorum’’ deyip gitti odasına kapandı. İnsan evinde bile ağız tadıyla küfür edemezse nerede edecek yahu? Yine de terbiyemi takınmak için haber okumayı kestim. Zevzeklikle suçlanmış bir ihtiyarın kırık kalbiyle giyinip evden çıktım.
İstanbul trafiğine ve yaşamında 3 tekerlekli bisiklete bile binmeden fücceten şoför olmuş tıfıllara artık dayanamayıp arabamı sattığım için iki yıldır seyahatlerimi otobüsle yapıyorum. Sabun, deodorant, diş macunu ile arası pek iyi olmayan sevgili halkımla ter ve sarmısak kokuları arasında kucak kucağa gidip geliyorum. Samimi oluyor. Otobüste gitmek hoş da binebilmek bir bela... Her bir yolcu Allah nazardan saklasın birer Ulubatlı Hasan kesiliyor. Özellikle kadınlarımız müthiş. Sırtımdan tırmanıp benden önce binmeye çalışanlar mı istersiniz, yoksa kafakol çekip böğrümü dirsekleyenler mi? Üstelik bu upuzun mantolu akrobat hanımların boylarıyla enleri eşit.
Taksim'de iner inmez bankta kavga eden çifti gördüm. Kavga ettiklerini yüz ifadelerinden ve el kol hareketlerinden anladım. Eee, serde tiyatro yönetmenliği de var. Hava kış ortasında kavga edilemeyecek kadar günlük güneşlikti. Dayanamayıp yanlarına gidip kızın yanına oturdum. Biraz sıkışıklık oldu ama kız, oğlana biraz daha yaklaşmak zorunda kaldı. Kavga bir an durur gibi oldu. Kıza dönüp,
‘‘Onun efelendiğine bakma, altın gibi bir kalbi vardır’’ dedim. Kız da, ‘‘Pöh bunun muu? Elinden gelse derimi soyacak!’’ dedi.
‘‘Hep seni sevdiği için... Bizde erkek milleti böyledir. İşte, aşık oldu mu imanına kadar sevdalanır. Sevdiği kadını kendi mülkü zanneder.’’
‘‘Ben kimsenin gecekondusu değilim.’’
‘‘Tabii değilsin. Ama davranışlarını hoşgörüyle karşıla. Çocuğun kalbini kırma.’’
‘‘Ama o benim üç ay önce kolumu kırdı.’’
‘‘Tabii kırarım be, yelloz beni aldattı.’’
‘‘Beraberlikler dürüst olmalı. Aşk, hile hurda kaldırmaz.’’
‘‘Hay ağzını öpiim beybaba... Kaç kere 'Ulan karı benden para saklama, yoksa bir tarafını kırarım' dedim ama bu paragöz kaltağa dinletemedim.’’
‘‘Ne parası bu?’’
‘‘Müşteri manosu... İki, üç herifle gidiyor bize bir herifin komisyonunu veriyor. Ben yer miyim be!’’
‘‘Anlamadım.’’
‘‘Anlaşılmayacak bir şey yok beybaba... Elin ayağın tutuyorsa bu fıstık gibi kız sana 200 milyona olur.’’
‘‘Höst oğlum, sen pezevenk misin?’’
‘‘Ben acenteyim ulan, bana pezo diyecek herifi çiğnerim. Alıcı değilsen bas git ve sopa yemediğin için morukluğuna dua et!’’
İstiklal Caddesi'nde kırık bir kalple yürürken,
‘‘İhtiyarlık rezillik!.. Bir pezevenk bile ihtiyarım diye beni dövmeye tenezzül etmedi!’’ diye kendi kendime söyleniyordum. Sonra, dükkán kapısına hoparlör koyup müzik yayınıyla müşteri çekeceğini sanan dangıl bir giyim mağazasına girdim ve,
‘‘Bu ne rezillik be, caddede yürüyen vatandaşın kulaklarına ne hakla tecavüz ediyorsunuz!’’ diye bağırmaya başladım.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2003
Amanın, tiyatro sanatımız gitti gidiyor... Perdeler birer birer kapanıyor derken bir yandan da bahar tomurcukları gibi genç tiyatrolar patır patır patlıyor. Gözükara gençler parasına puluna aldırmadan küçük bütçeli, büyük yürekli tiyatrolar kurup her gece bir yerde perde açıyor. Lale Mansur'la Kubilay Gençer'in Olağan Mucizeler'i bir sezondur oynuyor. Küçük Sahne Sadri Alışık tiyatrosundaki Boeing Boeing 50. oyunu buldurdu. Nedim Saban, Şen Makas'ı tekrar sahneledi. Yeni Tiyatro, Duygu Asena'nın Kahramanlar Hep Erkek oyunuyla perde açtı.
Hem seviniyorum, hem düşünüyorum. Eski tiyatro ustalarımız acaba tiyatrolarını gençleştiremedikleri için mi zora düştüler? Sadece kadro olarak değil, anlayış olarak da gençleşmekten söz ediyorum.
Genç tiyatroların en önemli yanı da gençleri tiyatroya çekmeleri... Yani, seyirciyi gençleştirmeleri... Gençlik bir sanata dadanırsa o sanatın geleceğinden artık korkmayın.
Bu genç tiyatroculardan biri de Uğur Uludağ... Genç, ama tiyatro yaşamı bir hayli eski. Müjdat Gezen Konservatuarı mezunu. Tam 4 yıl da hocalığını yaptım.
Uğur yazıyor, sahneye koyuyor ve oynuyor... Yani Ferhan Şensoy gibi, Yılmaz Erdoğan gibi, dört başı mamur bir delikanlı. E.S.E.K. Tiyatrosu'nu kurmuş, arkadaşlarını da ortak etmiş. Masraflardan sonra kalan parayı paylaşıyorlar. Tabii kalırsa. Bu sezon oynadıkları Üçüncü Türden Yakın İlişkiler-2 Uğur'un 8. oyunu.
Geçen yıl oynadıkları aynı adlı oyun çok sevilince Uğur Uludağ da oturmuş ikincisini yazmış. Yani oyunun devamını...
Üçüncü Türden Yakın İlişkiler-2 erkek-kadın ilişkilerini işliyor. Dünyalı bir karı-koca ile uzaylı bir karı-kocanın aşkları ve sorunları birbirine giriyor. Uzaylı aile, dünyaya gelirken yanlarında bir de uzaylı homoseksüel getirmişler. Çok hızlı oynanan bir komedi.
Uğur, ‘‘Çizgi filmlerdeki hızı ve hareket anlayışını yakalamaya çalışıyorum. Televizyonda çizgi film seyrederek büyüyen bir kuşak var. Yaşamın temposu onlara yavaş geliyor. Çünkü, yeni seyirci çok hızlı düşünüp çok hızlı algılayabiliyor’’ diyor tiyatro anlayışı için.
Gülme fıkdanı çekenlere salık verilir.
Beşiktaş Kültür Merkezi
Tel: 0.212 327 24 27
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2003
Garsona patlıcan kızartması, fava, beyaz peynir, kavun ve bir duble rakıyla tonik söyledim. Tonikle rakı <B>‘‘Ne aláka?’’</B> diye soracaksınız. Şu aláka, rakıyı suyla sulandırıp karşıma koyuyorum ve ona baka baka tonik içiyorum. Tam ikinci duble toniğimi yudumlarken yaşlı garson, ‘‘Afiyet olsun Oğuz'cuğum’’ dedi.
Ben, bu sesi hatırlar gibiyim. Surat da yabancı değil diye düşünürken garson gülümseyerek,
‘‘Beyoğlu Erkek Lisesi, 627 Ercan’’ dedi.
Tabii yahu, bu bizim Hafız Ercan... Hafızlığı bütün kitapları sular seller gibi hıfzetmesinden geliyor. Sınıfın yarısı onun verdiği kopyaların yüzü suyu hürmetine okulu bitirmişti.
‘‘Sen, mezun olduktan sonra İktisat Fakültesi'ne gitmemiş miydin?’’
‘‘Evet, gitmiştim.’’
‘‘Ne oldu, bitiremedin miydi?’’
‘‘İkincilikle bitirmiştim.’’
‘‘Öyleyse bu garsonluk niye?’’
Ercan, ‘‘Uzun hikáye!’’ deyip bir koşu köşe masanın mezelerini götürdü.
Okuldan sonra Ercan'ı hiç görmemiştim. Ama büyük bir işadamı olduğunu gazetelerde okuduğumu anımsadım. Hatta, ismine vergi rekortmenlerinin arasında bile rastlamıştım. Ayrıca gazetelerin magazin sayfalarının da gediklisiydi. Yanında hep sosyeteden bir dilber bulunurdu. Herif bu yaşta bile hálá yakışıklıydı. Ama düşmez kalkmaz bir Allah!.. Bizim Hafız, onca varlıktan sonra şimdi garsonluk yapıyordu.
Bir ara servis tabağımı değiştirmek için Ercan yine yanıma geldi.
‘‘Vah vah, demek şirketini batırdın?’’
‘‘Hangi şirketimi? İthalat-ihracatı mı soruyorsun?’’
‘‘Tamam onu.’’
‘‘Ne batması yahu, Yugoslavya'dan deri alıp, dikip Almanlar’a satıyordum. Sonra, bizim piyasadan zeytinyağı toplayıp İtalyan etiketiyle İngiltere'ye ihraç ediyordum.’’
‘‘İtalyanlar hır çıkarmıyor muydu?’’
‘‘Bayılıyorlardı bile... Şişe başına yüzde 5 patent parası ödüyordum. Karşılığında İngilizler'den iplik ithal edip dokutuyordum. Biliyorsun bizde işçilik ucuz. Sonra, İngiliz kumaşı fiyatına Amerika'ya ihraç ediyordum. O şirketin yıllık cirosu 300 milyon doları buluyordu.’’
‘‘Sonra ne oldu?’’
‘‘Şirketi Sabancı'ya sattım.’’
‘‘Niye be, altın yumurtlayan tavuk satılır mı?’’
‘‘Ne yapayım sıkıldım.’’
‘‘Hey garson, bana bir duble rakı daha getir’’ diye seslenmeleri üzerine Ercan başka masaya koştu.
Kafam iyice karışmıştı. O karışıklık arasında tonik yerine rakı bardağına saldırmışım. Daha birinci fırtta Dr. Deniz Şener'in ayıplayarak bakan yüzü gözümün önüne geldi. Süklüm püklüm bardağı masaya bıraktım. Peki ama bu herif, onca parayı kaybetmeyi nasıl becermişti? Yanımdan geçerken ceketinin eteğine yapıştım.
‘‘Yoksa kumar mı oynadın?’’
‘‘Kumarı severim doğrusu... Ama aptal kartlarla ya da ruletin keçi pisliği kadar topuyla kumar oynamam. Hele bir atın dört sıska bacağına beş kuruş yatırmam. Sadece geçen yıl Borsa'da kazancım 6 trilyonu bulmuştu.’’
O sırada kasada oturan meymenetsiz şişko herif,
‘‘Seni buraya çene çalasın diye almadık be... Dört numaralı masa yarım saattir hesap bekliyor. Zaten kabahat acıyıp da morukları işe alanda!..’’ diye homurdanmaya başladı.
‘‘Kusura bakma Oğuz'cuğum. Bugün tek başıma çalışıyorum. Pinti herif, mutfaktan köfte aşırıyorlar diye iki komiyi de işten attı.’’
Ercan, arı gibi çalışırken ben de kafayı çalıştırıyordum. Bizim Hafız, ne etmişti de batıp garsonluğa razı olmuştu?.. Sonunda buldum... Meşhur kriz!.. Evet mutlaka krizde batmıştı. Yüzlerce fabrika, dükkán, işyeri krizde kapanmamış mıydı?.. Sabancı bile üçte bir fakirleştik demişti. Geç olmuş, müşteriler yavaş yavaş gitmeye başlamışlardı. Ben, lanet patronun gönlü olsun diye kalamar, midye tava, karides ve içmeyeceğim bir duble rakı daha söyledim. Meraktan çatlayacaktım.
‘‘Krizden birkaç fabrikam ve şirketim etkilendi doğrusu... Ama 3 ihracat şirketim dolarla çalıştığı için Lira'nın düşmesi sonucu açıktan 450 milyon dolar filan kárım oldu. Tabii, turistik otel zincirimi saymıyorum. Onlar da dövizle iş yapar.’’
‘‘Yoksa bütün paranı kadınlara mı yedirdin?’’
‘‘Senin hesap kitaptan tıntın olduğun daha lisedeyken belliydi. Yahu, kadınlardan bin kişilik bir harem taburu kursam, hepsine kürk, mücevher, Rencrovır filan alsam 6 aylık kazancımı harcayamam. Ayrıca bende kadınlara para yedirecek hal var mı?.. Gençliğimde bana Toni Körtis Ercan derlerdi.’’
‘‘Hálá fena değilsin.’’
‘‘Üstelik hálá da elim ayağım tutuyor. İlk eşim Tütüncügiller'in tek varisiydi. İlk sermayem ondandır. İkincisinin Boğaz'da 4 yalısı vardı. Bu arada zamanın ne kadar ünlü artisti, şarkıcısı varsa aşka düşüp benim kervana katıldılar. Şimdiki ise adını vermeyeyim, ünlü bir çıtır manken... Benden tam 42 yaş da küçük.’’
‘‘Pekiyi be birader, para sende kadın sende!.. Ama ne halt etmeye gece yarıları böyle salaş meyhane köşelerinde sürünüyorsun?’’
‘‘Doyumdan... Yani tatminden!’’
‘‘Ne tatmini?’’
‘‘Aşk ve iş tatmini... Yaşama başlarken mutlu olmak için aşkta ve işte başarılı olmak gerektiğini öğrenmiştim. Çünkü insanoğlunun başına ne bela geldiyse tatminsiz heriflerden gelmiştir. Aşkında ya da işinde başarısız kişiler tatmin olamazlar. Tatminsiz insan mutsuzdur. Mutsuz insan çevresini de mutsuz eder.’’
‘‘Ama sen başarılısın.’’
‘‘Evet başarılıyım ama fazla başarılıyım. Fazla doyum da ayrı bir bela... Bir süre sonra amacın, hedefin, hayallerin kalmıyor. Bütün hayallerin gerçek olmuş. Özleyeceğin hiçbir şeyin yok. Hiç hata yapmamışsın. Son damlasına kadar sıkılmış limona dönmüşsün. Güne başlarken yüreğinde minicik bir heyecan kıpırtısı bile duymuyorsun. Yataktan bile çıkmak istemiyorsun. Para ve kadın bütün cazibesini yitirmiş. Hiç olmazsa burada müşterilerle ve patronla boğuşup kendimi yaşama ait hissediyorum. Biraz daha genç olsaydım hamallık yapmak isterdim. Dünya gelişmişse doyumsuzlar sayesinde gelişmiştir.’’
* * *
Aradan birkaç ay geçti. Ercan'ın derdini hálá anlamış değilim. Bizim Hafız herhalde kafayı üşütmüştü.
Geçenlerde yine uğrayıp da oğlan ne haldedir diye o salaş meyhaneye gittim. Meyhane yerinde yoktu. Salaş meyhanenin yerinde neonlu, altın varak dekorlu lüks bir sosyete restoranı vardı. Kapıdaki amiral gibi giydirilmiş teşrifatçıya ‘‘Garson Ercan hálá burada mı çalışıyor?’’ diye sordum.
‘‘Bizde Ercan diye garson yok. Ama patronumuzun adı Ercan’’ dedi.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2003
Seyirciden reaksiyon ve alkış almak birçok oyuncu için çok önemlidir. Hatta, ‘‘Reaksiyonuma girdin!..’’ yani gülmeyi, alkışımı kestin diye aralarında hır çıktığı çok olur. Sırf seyirci beğenisi için sahnede yırtınmak doğru bir oyun tarzı değildir. Ama seyircinin de bir komediye gülmek için geldiğini unutmamak gerekir.
Tiyatro dilinde espriyi (nükteyi) satmak diye bir terim vardır. Yıllanmış birçok kötü oyuncu esprili repliği söylerken sesini yükseltir ya da abartılı jest ve mimikler yapar. Yani seyirciye ‘‘Bakın ben espri yaptım, gülün bakayım!’’ der gibidir. Hatta hızını alamayıp kendi yaptığı espriye kendi gülenleri bile vardır.
Oysa iyi bir oyuncu, komedi oynarken alabildiğine ciddi ve doğaldır. Adeta komedi oynadığından habersiz gibidir. Oyunun gerektirdiği rolün dışında asla komiklik yapmak enayiliğini göstermez.
Bir espriyi satabilmek ancak iyi ayarlanmış tempo ve taymingle mümkündür. Tempo zaman demektir. Oynadığınız karaktere uygun bir çabukluk ya da yavaşlıkta oynamalısınız. Tayming ise zamanlama demektir. Esprili repliği tam zamanında patlatmalısınız. Önce ya da sonradan söylenmiş nükteler hallaç yellenmesi gibi boşa gider.
Konservatuardaki tiyatro derslerimde bunları uygulamalı olarak anlatırdım. Bu anlattıklarıma tiyatro kitaplarında pek rastlanmaz. Bu bilgileri eski büyük oyuncuları gözlemleyerek edindim. Bu oyunculardan biri de farsın, vodvilin kısaca komedinin büyük ustası GAZANFER ÖZCAN'dır.
DELİ
Bu pazar Refik Erduran'ın yazdığı DELİ oyununa gidip Gazanfer Özcan'la hasret giderdim. Karşısındaki oyuncuyu dinlemesi ve aradaki ‘‘Aaa, vay öyle mi?.. Deme!’’ gibi apar sözcükleri bile öyle bir taymingle söylüyor ki o oyuncuya ve de repliklerine ayrı bir önem kazandırıyor. İçimden ‘‘Ah, ne halt ettim de oyuncu olup Gazanfer'le karşılıklı oynamadım şu dar-ı dünyada!’’ diyesim geldi.
Yüce Mevlam acil şifalar versin, eşi Gönül Ülkü rahatsız olduğu için onun rolünü Bedia Ener Öztep oynuyordu. Zor bir roldü. Küçük ayrıntıların dışında rolün üstesinden gelmişti. Diğer genç oyunculara Gazanfer Özcan'la aynı sahneyi paylaştıkları için ne mutlu!..
Mecidiyeköy'deki küçük salon tıklım tıkaç doluydu. Ama biletler 10 milyon, indirimlisi 7.5 milyondu. Sahne üstündeki 15 kişi, sahne gerisindeki en az 5 kişi ve yazar ne yer, ne içer, nasıl geçinir?..
‘‘Aaa, tiyatrolar çok pahalı kardeş!’’ diye mızırdanıp sandalye başına en az 40 milyon ödeyerek kakafonik gıygıylı meyhaneleri dolduranlara duyurulur.
Mecidiyeköy Efe Sanat Merkezi İstanbul: 0.212 212 94 82
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2003
<B>‘‘Akşamdan kalma’’</B> diye bir deyim vardır hani... Gece içkiyi fazla kaçırınca ertesi sabah başağrısından, mide çalkalanmasından adam, can vermekteyim sanır da inileye sürüne dolanıp durur. Ben de yılbaşından kalmayım. İki gündür çalışma masasıyla tuvalet arasında acıklı sesler çıkararak sürünmekteyim. Benim kuş Enriko Karızo bile feryatlarımı duyup halime acıdı da gevezeliğini kesti. Yılbaşı gecesi tam biir şişe şarap içtim. Adam içkiyi bırakmaya görsün, bütün içme yeteneğini yitiriyor. Bir okka rakıyı hüp diye içip de üstüne ‘‘Hanimiş bunun konyak cilası?’’ diye aranan ben, şimdi kolonya sürününce bile hafiften kafayı buluyorum.
Ahlaya oflaya masaya çöküp bu haftaki Huysuz İhtiyar yazısını yazmaya başladım. Onu mu, bunu mu, neyi yazayım derken ‘‘Yılbaşının büyük ikramiyesi bana çıksaydı ne yapardım?’’ diye yazmaya giriştim. Aaa, beynimin pelte gibi olmasına rağmen konu su gibi akıyor, sözcükler kalemin ucuna sinekler gibi konup kalkıyordu. Yazının sonuna doğru huylanmaya başladım. Ben ıkına sıkına zor bela yazan biriyim. Bu sular seller gibi yazma marifeti nereden peydah oldu diye düşünürken kafamın arka tarafından hırıltılı bir ses,
‘‘Sen bu öyküyü yıllar önce yazmıştın bunakçığım.’’ deyiverdi. Arayıp tarayıp öyküyü buldum. Bu hafta sizlere iki kez yazdığım öyküyü sunuyorum.
BİR ZENGİN ADAM ÖYKÜSÜ
Bir bilete baktım, bir de televizyonda çıkan numaralara. Sonra bir daha baktım. Televizyondaki numaraları büyük bir dikkatle kağıda yazdım. Kalkıp kendime bir kadeh rakı doldurdum, iki sakinleştirici hapla birlikte rakımı içtim. Sonra biletle yazdığım numaraları tekrar karşılaştırdım. Ondan sonra da evin içinde bağıra çağıra koşuşturmaya başladım. Ne dediğimi anlayamıyordum. Zaten anlaşılacak bir şey de söylemiyor, sadece bir avaza haykırıp garip sesler çıkarıyordum. Nedense soyunmaya da başladım. Çıplak koşmak daha keyifli ve havadar oluyordu. Tam 2 trilyon!.. Düşünebiliyor musunuz, tam 2 trilyon kazanmıştım. Eşe dosta müjdeyi vermek için telefona saldırdım. Ama ahize elimdeyken zınk ettim durdum. Ben yoksa salak mıydım? Büyük ikramiyeyi kazandığım bir duyulursa, başıma kimbilir neler gelirdi? Geçim sıkıntısı çeken bilumum eş, dost borç diye başıma üşüşürdü. Zaten zengin dostum yoktu ki! Hayır kurumları, n'oolur bir yardım edin Memed Ali Beyciler, çocuğu için Amerika'da ameliyat parası isteyenler gırla giderdi. İşin kötüsü de eski alacaklılarım alacaklarını hatırlarlardı. Hanım zaten bahçeli bir ev alalım diye yıllardır başımın etini yiyordu. Büyük oğlana da sarhoş olduğum bir gece gaza gelip üniversiteyi bitirirse araba almaya söz vermiştim. Herif de bu yıl üniversiteyi bitiriyordu. Küçüğü bisiklete fit olmuştu. Ama ille de Mavntın Bayk olacakmış. Yani en pahalısından...
Acaba konu komşu patırtımı duymuş muydu? Bir koşu kapının deliğinden koridora baktım, çok şükür apartman sakindi. Sonra bileti katlayıp cüzdanıma yerleştirdim. Cüzdanı da pantolonun arka cebine koyup düğmesini sıkıca ilikledim. Ama pantolonla yatamazdım ki. Bileti cüzdandan çıkardım, yara bandıyla karnımın altına yapıştırdım. Aceleyle masama oturup bir káğıda rakamlar yazmaya başladım. Karım ya da çocuklar her an gelebilirlerdi. Nitekim, geldiler de. Hanım komşudan döndü, az sonra da çocuklar yılbaşı eğlencesinden. Hesap kitap dolu kağıtlardan başımı kaldırıp en karanlık suratımla onlara baktım.
‘‘Bu iş böyle yürümez. 18 milyon elektrik gelmiş yine! Burası fabrika mı, ev mi? Siz de kız arkadaşlarınızla telefonda konuşacağınıza, Çırağan Saray oteline yemeğe götürseniz bana daha ucuza gelecek. Ulan, Telekom'un gizli ajanı mısınız nesiniz, Rahmi Koç bile telefonda 25 milyon liralık konuşmuyor. Siz paranın nasıl kan ve can pahasına kazanıldığını biliyor musunuz?’’ gibisinden sesimi gittikçe yükselterek bir söylev çektim.
‘‘Ama... Fakat...’’ gibisinden karşı çıkacak oldu. Derhal mutfağa gidip hababam su sızdıran çatlak sürahiyi buldum ve yere çaldım. Kırılan cam sesi üzerine itirazlar kesildi.
Karım sabah kapıcıya günlük ihtiyaç siparişini verirken derhal yetiştim. Bütün komşuların duyabileceğini umut ettiğim bir sesle,
‘‘Kıyma, domates ve yumurta kalsın Yusuf Efendi. Ispanağı da bir kilo değil yarım kilo al. Bizim gibi maaşla geçinen insanların ay sonunda kıyma, yumurta nesine? Fırında ucuz bayat ekmek kalmış mı diye sor.’’ diye höykürdüm. Giyinirken karım,
‘‘Niye sana aldığım yeni gömleği giymiyorsun da böyle kol yenleri tirfillenmiş eski püskü şeyleri giyiyorsun?’’ diye mızırdanmaya kalktı. Ben de ona bu hayat pahalılığında artık yeni bir şey giymeye paydos etmemiz gerektiğini, eski ev hanımlarının nasıl yama üstüne yama vurup eriyen yerleri ördüklerini bağıra çağıra bir güzel anlattım.
* * *
İşyerinde arkadaşları çaktırmadan tek tek gözden geçirdim. Hiçbiri benim büyük ikramiyeyi tutturduğumdan haberli görünmüyordu. Ama ben her ihtimale karşı bir ikisinden aybaşında ödenmek üzere yalvar yakar borç aldım. Akşam meyhanede de param yok diye hesabı deftere yazdırdım.
Ertesi gün bankaya koşup Milli Piyango'dan paramı çekmeleri, ismimi asla açıklamamaları, 1 yıl vadeli olarak hesabıma yatırmaları için noter eşliğinde talimat verdim. Faiz konusunda da sıkı sıkı pazarlık yaptım. Parayı hemen harcamaya başlayıp cümle alemi tepeme üşüştürecek kadar enayi değildim.
Evde uyguladığım ekonomik sıkıyönetim sonucunda beklediğim gibi kıyamet koptu. Büyük bir patırtı ve hırgürden sonra 25 yıllık karımdan boşandım. En eski elbiselerimi giyip, en boynu bükük edalarımı takınmalarıma rağmen merhametsiz yargıç, maaşımın üçte birini nafaka olarak ödememe karar verdi.
* * *
Az kaldı dalgaya düşüp kendime bir apartman dairesi kiralayacaktım. Allah'tan ev sahiplerinin açgözlülüğü beni uyandırdı. Kiralar 400 milyondan başlıyordu. İşyerime çok yakın bir gecekondu buldum. Briketten yapılmış, tuvaleti bahçede, iki göz bir ev. Ama seçimler sırasında kondurulduğu için yeni bir yapıydı. Eskiciden biraz eşya alıp taşındım. İşe yürüyerek gidip gelebildiğim için arabamı sattım. Parasını 2 trilyonumun üzerine eklemeleri için bankaya yatırdım.
Yeni evimde yemek pişirmek sorun olmuyordu. Zaten her şey o kadar pahalıydı ki, bir şey yediğim de yoktu. Canım binde bir et çektiği zaman komşular görmesin diye başka bir mahallenin kasabından 150 gram kıyma alıp gizlice eve getiriyordum. Kokusu duyulmasın diye de komşuların yatmasını bekleyip köfte yapıp yiyordum. Çamaşırlarımı da kendim yıkamaya başlamıştım. Zaten yenilerini eskiciye sattığım için birkaç parça eski gömleğim ve iç çamaşırım kalmıştı. Bazen komşudan ütüsünü isteyip gömleklerimi de ütüleyebiliyordum.
* * *
Ama nafaka işi çok canımı sıkıyordu. Nafakayı bedavaya getirmek için gece mesaisine kalmaya başladım. Herkes gidince daha rahat çalışıyordum. Çünkü son günlerde arkadaşlarımın karakterleri değişmeye başlamıştı. Hepsi bana tereyağında kızartılmış bonfileymişim gibi bakmaya başlamıştı. Mutlaka büyük ikramiyeyi kazandığımı öğrenmişlerdi. Bir pundunu bulup beni tongaya düşürecek ve paralarımı iç edeceklerdi. Ben de hepsiyle selamı sabahı kestim. Şu dünyada artık güvenebileceğim tek insan kalmamıştı.
* * *
Bu sabah yataktan kalkacak mecali kendimde bulamadım. Zaten günlerdir üzerimde bir halsizlik vardı. İki adım atsam terliyor, kesik kesik öksürüyordum. Doktora görünmem gerektiğini biliyordum ama, müessesenin doktoru yıllık iznine çıkmıştı. Özel bir hastaneye gidip eşşek yüküyle para verirsem her şey anlaşılabilirdi. Fena halde ateşim vardı. Bir bardak su içmek için doğrulmaya çalıştım. Göğsüme ve sırtıma bir sancı saplandı. Yorganı üstüme çekmeye çabaladım, ama kollarım iyice uyuşmuştu. Yatakta her zaman yaptığım gibi 2 trilyonu nasıl yiyeceğimin hayalini kurmaya başladım. Paralarımın vadesinin dolmasına şunun şurasında birkaç hafta kalmıştı zaten.
* * *
Bir gazete haberi:
YOKSULLUK İÇİNDE ÖLEN ADAMIN BANKADA 2.5 TRİLYONU ÇIKTI
Gecekondusundan iki haftadır çıkmadığı için meraka kapılan komşularının polise haber vermesi üzerine Remzi Cansever adlı şahıs, yatağında ölü bulundu. Mutfağında sadece iki adet kurumuş köfte ve küflenmiş yarım ekmek bulunan Remzi Cansever'in yapılan araştırma sonucu bankada 2.5 trilyona yakın parası olduğu anlaşıldı.
Yazının Devamını Oku