Elimdeki anahtarı kilidin deliğine bir türlü sokamıyordum. Eskiden de böyle beceriksizliklerim olmuştu. Ama bu kilit-anahtar savaşları hep sarhoşken başıma gelirdi. Oysa şimdi ayıktım. Ama alçak kilit, bakire numarası yapıyor benim anahtarı bir türlü kabul etmiyordu.
Evde mutlaka birileri vardır umuduyla kapıyı çaldım, oğlum açtı.
‘‘Kilidin yine edepsizliği tuttu’’ deyip içeri girmek için bir hamle yaptım ama, oğlan beni göğüsledi.
‘‘Kimi aramıştınız?’’
‘‘Kendimi. Heh heh hee!’’ diye bir espri yapıp tekrar hamle ettim ama, oğlan beni itti.
‘‘Siz herhalde yanlış bir kapıya geldiniz.’’
‘‘Sen benimle dalga mı geçiyorsun, yoksa uyuşturucuya filan mı başladın be! Ben senin babanım.’’
Oğlum önce öfkeli, sonra acıyan gözlerle beni tepeden tırnağa süzdü.
‘‘Herhalde ana sütünden kesildikten sonra baba oldunuz. Çünkü siz benim yaşımdasınız.’’ deyip kapıyı suratıma küttenerek kapattı. Kapıyı tekrar çalıp zorla içeriye girmeyi düşündüm ama derhal vazgeçtim. Herif zaten kapı gibiydi ve son güreşimizde iki kaburgamı ezmişti. Gecenin o saatinde çalışma evime dönmek için homurdanarak arabama yürüdüm. Ama bu gece kapı kilitlerinin edepsizlenme gecesiydi anlaşılan. Anahtar kilide giriyor, fakat dönmüyordu. Ben küfür kıyamet araba kapısını açmak için uğraşırken ense kökümde bir gölge belirdi.
‘‘Elalemin arabasını ne diye kurcalıyorsun?’’
‘‘O araba elalemin değil, benim.’’
‘‘Öyleyse kapısını niye açamıyorsun?’’
‘‘Namussuz kapıların bu gece grev yapacakları tuttu.’’
‘‘Benim bildiğim bu araba, şu evde oturan yaşlı bir gazetecinin.’’
‘‘Tamam doğru bildin, işte o yaşlı gazeteci de benim.’’
Polis yüzüme kuşkuyla bakıp,
‘‘Benimle karakola kadar geleceksiniz’’ dedi ve elini belindeki tabancanın üstüne koydu. Çaresiz Levent Karakolu'nun yolunu tuttuk.
‘‘Bu adamı gazetecinin arabasını çalmaya çalışırken yakaladım komiserim.’’
‘‘Ağzını topla, o gazeteci benim ve kendi arabamı nasıl çalabilirmişim?’’
‘‘Patırtıyı bırakın, sizin kimliğinizi görebilir miyim?’’
‘‘Şimdi çok fena mahçup olacaksınız’’ deyip sürekli basın kartımı çıkarmak için cüzdanıma el attım. Ama basın kartım cüzdanda yoktu. Her zamanki savrukluğumla yine döküp saçıp bir yerlerde düşürmüş olmalıydım. Allah'tan ehliyete rastladım. Komiser, şoför ehliyetime uzun uzun baktı.
‘‘Ben bu ismi bir yerden hatırlıyorum.’’
Tabii hatırlayacaktı. 52 yıldır yazmış, çizmiştim. Hatta bir aralar futbolcu ve şarkıcılar kadar ünlüydüm. Millet, sokakta bile imzamı isterdi.
‘‘Gazete okuyorsanız ya da televizyon izliyorsanız adıma mutlaka rastlamışsınızdır.’’ diye hafiften kasılarak söylendim.
‘‘Yok oralardan değil... Oğlum bana şu kayıp kişiler dosyasını çıkarır mısın?’’
Komiser, ‘‘Oktay Özgür... Oktay Özgüür’’ diye mırıldanarak bir ehliyete bir dosyaya bakmaya başladı.
‘‘Hah buldum, işte Oktay Özgür!Kayıp ihbarı yapılalı bir hafta olmuş. Ee, bir haftadır nerelerdeydiniz Oktay Bey? Aileniz meraktan ölüyor’’
‘‘Ben kaybolmadım, üstelik Oktay filan da değilim. Ben Huysuz İhtiyar'ım, yani Oğuz Aral'ım.’’
‘‘Huysuz olduğunuz doğru ama, ehliyete göre ihtiyar değilsiniz. Burada doğum tarihiniz 1975 yazıyor.’’
Komiserin elinden ehliyeti kaptım. Sarışın, tıfıl bir gencin suratı ehliyetten bana bakıyordu.
‘‘Bu ehliyet benim değil.’’
‘‘Yani başkasının mı?’’
‘‘Evet, başkasının!’’
‘‘Başkasının ehliyetinde sizin fotoğrafınız ne arıyor öyleyse? Oğlum, kayıp kişinin ailesine haber ver. Yanlarında bir de ruh hekimi getirsinler, çünkü bu adam hafızasını kaybetmiş anlaşılan. Bunu da nezarete kapat, fazla bağırıp çağırmaya başladı.’’
*
Genç ve güzel bir kızcağız, gözyaşları içerisinde beni karakoldan alıp evimiz dediği bir apartmanın rutubetli bodrum katına götürdü. Öyle yorgundum ki, bir sürü sorgu suale boşverip pantolonumu bile çıkarmadan kanapeye kıvrılıp uyudum, ama dalmamla beraber bir bebek viyaklaması da başladı. Kiminin musluk şıpşıpına, kiminin çatalın tabağa sürterken çıkardığı cıyırtı sesine alerjisi vardır. Ben de bebek ağlamasına dayanamam, tüylerim diken diken olur. Bebekten daha çok bağırmaya başlarım.
‘‘Kim bu be? Neden zırlıyor?’’
‘‘Oktay, bu bizim 6 aylık oğlumuz. Yine gazı var, karnı ağrıyor.’’
‘‘Tosurt, mosurt bir şeyler yap, kes şunun ciyaklamasını!’’
‘‘Oktay, çıldırdın mı ne yapıyorsun?’’
‘‘Görmüyor musun, velede rakı içirmeye çalışıyorum. Belki kafayı bulur da sesini keser.’’
‘‘Daha evleneli 2 yıl olmadı ama ben senin abukluklarından bıktım. Hem hesap ver bakalım, bir haftadır neredeydin?’’
‘‘Ne bileyim yahu? Ben çalışma evimdeydim.’’
‘‘Ay senin başka bir evin daha mı var?’’
‘‘Tabii, orada resim yapıyorum.’’
‘‘Uydurma Oktay, sen cetvelle düz bir çizgi bile çizemezsin. Orası demek ki garsoniyerin. Hangi karıyla beraberdin?’’
‘‘‘‘Bana bak ben bu yaştan sonra kıskançlık vırvırı çekemem. Hele bebek cırcırı hiç çekemem. Sustur şu piç kurusunu.’’
‘‘Oktay sen kendini kaç yaşında sanıyorsun?’’
‘‘Ben 67 yaşındayım ve adım da Oktay değil, Oğuz Aral.’’
‘‘Çok haklısın. Ben de Sezen Aksu'yum zaten. Ev kirasını ne yaptın? Ev sahibi senden sonra her gün uğradı.’’
‘‘Ne kirası? Yoksa bu izbede kirayla mı oturuyoruz?’’
‘‘Hayır canım, Aile Bakanlığı bize bu villayı evlilik hediyesi olarak vermişti. Evden kirayı ödeyeceğim diye çıktın, sonra da seni karakollardan topladık.’’
Ceplerimi karıştırdım,
‘‘Bende para filan yok.’’
‘‘Tabii, kadınlarla yedin kiramızı. Ah, ne halt ettim anacığımın sözünü dinlemedim de sana vardım. 'Bu tüyü bozuk, gök gözlü oğlandan sana hayır gelmez kızım!' demişti ne kadar haklıymış. Oktaay, ne halt ediyorsun?’’
‘‘Hiiç, bebeği kapının dışına koyuyorum, belki serin hava gazına iyi gelir.’’
*
Ertesi sabah çalıştığım şirket olduğunu söyledikleri bir deri fabrikasına gittim. Patron olduğunu tahmin ettiğim bir moruk burnundan soluyordu.
‘‘Sen beni batırmaya yemin mi ettin lan!.. Bu kadar vergiyi verdikten sonra benim muhasebeciye ne ihtiyacım var? Size mektepte patronunuzu vergi verdirip herifi nasıl iflas ettireceğinizi mi öğretiyorlar? Babanın hatırı olmasa seni şimdi kovardım!’’ diye ortalığı inletiyordu. Demek ki ben buranın muhasebecisiydim. Allah'ım, yaşam boyu cebinde kaç parası olup olmadığını bilemeyen, yazı çizinin dışında beş para kazanamamış olan ben muhasebeci olmuştum. Şimdi, bu meslekte yükselip, para kazanıp ev-bark alıp, kiradan kurtulup, viyaklayan veledin okul taksitlerini ödeyip, gönlümün hep sızlayan köşesindeki tekneyi alıp akşam yemeğinde tuttuğum istavritleri yiyecektim haa!.. Bu kölelik acaba kaç asır sürecekti?
Yürek bayıcı genç zevce vırvırını, bebek zırzırını hayal edip işten çıkınca eve gitmemeye karar verdim. Sonradan yerine konmak üzere masadan biraz para alıp soluğu en yakın meyhanede aldım. Ama adama ağız tadıyla iki tek atmaya bile bırakmıyorlar. Bitişik masadaki iki tıfıl kıro, bir avaza ana avratlı küfürlerle aralarında şamata edip duruyor, iki yudum rakıyı zehir ediyorlardı. Ben de Oktay'ın geniş omuzlarına ve gelişmiş kol adalelerine güvenip herifleri susturmaya kalktım. Ama meğerse Oktay'ın benim yıllarca yaptığım boks denen spordan haberi yokmuş.
*
Kapanmamış sol gözümü aralayıp beni dürtükleyen pos bıyıklı hastabakıcıya baktım,
‘‘Uyan beyim ziyaretçin var’’ dedi.
Sonra da hastanede yattığım odaya ben girdim. Yani Oğuz Aral girdi.
‘‘Geçmiş olsun, ben Oktay.’’ dedi. Patlak dudaklarımla küfür niyetine birtakım homurtular çıkardıktan sonra,
‘‘Bu belayı başıma nasıl sardın?’’ diye sordum.
‘‘Ben sarmadım, her gün 'Ah bee, şimdi genç olacaktım kii' diye başlayan dileklerde bulunuyordun ya. Ben de 'Allah'ım beni bu gençlik belasından kurtar. Artık karı vırvırı, ev kirası derdi, gelecek korkusu, kavga-dövüş, itiş-kakış çekmek istemiyorum' diye dua ediyordum. Birileri yukarıdan bu yakınmaları duymuş olmalı ki bizi değiştiriverdi. Ama sızlayan bacaklar, ağrıyan bel kemiği, ağzımı vuran protez, ne yesen ekşiyen bir mideyle yaşamak istemiyorum artık. Kızların bacaklarına bakarken içimi yine ateş bassın istiyorum. Hele 5 tonluk bu göbeği her gün yanımda gezdirmeyi hiç istemiyorum. Al morukluğunu, ver gençliğimi’’ dedi Oktay.
*
Şimdi dizlerimin hizasına gelmiş göbeğimi ve zonklayan bel kemiğimi şevkatle ve de sevgiyle okşayarak ‘‘Ah be, şimdi genç olacaktım kii...’’ diye söze başlayınca ıhlaya tıslaya mutfağa gidip ağzıma kırmızı pul biber sürüyorum.