Oğuz Aral

Sirop!

28 Eylül 2003
Geceboyu tavanı seyredip duruyorum. Kenarını, köşesini ölçüp biçiyorum. Metrekareye, santimetre kareye çarpma-bölme yapıyorum. Çünkü sırt üstü yatmaktayım. Oysa, ben yan yatmaya alışığım. Kakılık siropun ince iğnesi ve boruları koluma dolandığı için yan yatamıyorum. Arada bir parmaklarımda olmayan sigaramı dudaklarıma götürüp olmayan dumanlarımı derin derin içime çekiyorum. Kafamı yine siropa taktığım için onun adını bulup çıkaramıyorum. Sirop değildi neydi? Siroz, o hastalıktı... Saroz körfezi de hiç değildi... Yarım saat sonra gece hemşiresini çağırıyorum.

‘‘Siropun adı neydi?’’

‘‘Serum.’’

‘‘Teşekkür ederim.’’

Çabuk çabuk serum serum serum diyorum. Ama iki dakika sonra serumu kaçırıyorum ve sirop demeye başlıyorum.

Günlerdir aklıma getiremediğim bir alay sözcüğü sorup soruşturup yazıyorum. Ben, inatçı biriyimdir. Uçup giden sözcükleri defter dolusu hırsla kaydediyorum. Neredeyse Ali Püsküllüoğlu'nun sözlük kitabına yaklaştım. Yazma kısmı iyi de okuma kısmı kötü. Yazdıklarımı okuyamıyorum ki... Yine hemşire kızları çağırıyorum. ‘‘Onun adı neydi, bu nece okunurdu?’’ diye soruyorum. Onlar da sabırla bana yazdıklarımı tek tek okuyorlar. Aramızda kalsın, pek dinlediğim yok. Çünkü, Mevlam tümünü birbirinden güzel yaratmış. Acep, cennette hurilerle konuşmam gerekli mi diye düşünüyorum.

Ama o hurilerin gözlerine mayışıp ve dalgaya düşüp postu en azından 40 kez deldiriyorum. İğnelerin biri iniyor, biri kalkıyor, süzgece dönmüşüm ki haberim yok.

Gece boyu kendi kendime karşı hır çıkardığım için uyku tutmuyor. Doktorcu dostlarım, beni bebek gibi bakıyorlar... Emziriyorlar, yediriyorlar, içiriyorlar, sırtıma patpatlayıp gazımı çıkarıyorlar...

Gerçekten ‘‘Buguv... Gıplık... Büvv!’’ gibisinden ses çıkardığım için insan kendini bebek gibi sanıyor. Örneğin, yabancı turist ‘‘Hav ken ay go tu Ayasofya?’’ diye sorunca hepimiz ‘‘Var sen gitmek nah bu yola... Soona var yürü Ayasofya koca cami var iki minare’’ diye can havliyle bebek turiste yardıma koşuştururuz ya...

Doktorcuğumlar, uyusam da büyüsem tıpış tıpış yürüsem diye ninni söylemedikleri için medeni uyku ilaçları yutturuyorlar. Ama gayri medeni şekilde okkayla rakı içen biri için medeni bir uyku ilacı pek derman etmiyor. Ama hafiften de kafayı buluyor adam. Yatakta ayak kavgası başlıyor. Benim sağ ayağım yatağın içindeyken aynı anda yatağın dışında ne arıyor?.. Sol ayağımın tabanı kaşınırken aynı sol ayağım kendi tabanını nasıl kaşıyor?

Sonunda iki değil dört ayağım olduğuna karar veriyorum. Yani benim de Bekir'in itleri gibi dört ayağım varmış demek. Ben de ağzımı bozuyorum. Ama ağzımın bozulduğuyla kaldım. Benim o güzelim püsküllü, meyaneli, hicazkár buseli, okkalı küfürlerim hallaç tosuruğu gibi güme gitti. Onca anlamsız fosurtulu, şulupurlu lafın sonunda ancak ....ittiğiminin cümlesini söyleyebildim.

Yemin ederim, aslında ben ağzı bozuk biri değilimdir. Hatta, bizde aile terbiyesi gereği adamın ağzına biber sürerler. Kazayla kapıya çarpsan evde kimse yokken bile kapıya, ‘‘Pardon... Afedersin...’’ dersin. Ama beni o güzelim havalar mahvetti ve memleketimin meseleleri ağzımı bozdurdu.

Bebekler gibi bülübülü konuşmayıp debelendikçe küfredemiyorum. Türk Milleti'nin çaresizliğinin tek cankurtaranı küfretmektir. Artık onu bile beceremiyorum.

Hastane odamda yalnız kaldıkça küfür temrini ve talimi yapıyorum. Ama bir türlü lafları okkalayamıyorum. O zaman da el ve işaret hareketlerine başvuruyorum. Siroplu kolumun bileğini diğer elimle kavrayıp yumruğumu duvarlara doğru aşağı-yukarı sallıyorum. Aslında küfürler kendime... Adam gibi grip ol, verem ol, kanser ol... Yani adam gibi hasta ol... Ne halt etmeye ucube hastalıklarla kekele mekele uğraşmak senin neyine?..

Bir gün tam en ayıpçı el işaretlerimi yaparken odamın kapısı şırrak diye açıldı, doktor dostlarım tam takım olarak odaya girdiler. Ben de Karagöz oynatır gibi bileğimi tutup yumruğumu aşağı yukarı oynatmaya çabalıyordum. İnsan hem kırmızıya kesiyor, hem terliyor.

‘‘Sizin eczanede mahcubiyet ilacı var mı acaba?’’ diye sormak istedim, ama lüfük diyebildim ancak...

Yüce Mevlam, bir şaplak attı ki beni hizaya getirdi dedim. Bunca yıldır yılan dilini ona buna daldırıp sokarsan, lafın tokmacını adamın tepesine vurursan adamı işte böyle yaparlar dedim. Geceler boyu durdum durdum, ama yine de tövbe diyemedim. Tövbeler olmadan yazıp çizemem ki.

*

Doktor Deniz Şener, şen şakrak mavi gözleri, boylu-boslu ve kırklarında bir delikanlıydı. Sanki Bulgaristan'ın Şumnu köyünden Koca Yusuf kesimli bir pehlivandı.

‘‘Haydaaa bre koca pelvaan!..’’ diye naralanıp çapraz dalıp, paça kasnak dalmayı gönlümden geçiriyorum. O sakin ve babaç hekimliğiyle,

‘‘Hastanede Aziz Nesin Usta'yla beraberdik. Üst üste enfarktüs geçiriyordu. Sağ eli tutmayınca sol eliyle çabalamaya çalışıyordu. Siz de bir gün yazacaksınız’’ diye beni teselli ediyordu.

Ben de ‘‘Zübücük!’’ dedim. Yani,

‘‘Bende o büzük neredee?’’ demeye çalıştım.

*

Hastanede kesilmiş, biçilmiş, canıyla didinmiş hastalarla bir aradaydım. Enayi bir pıhtı dilimi lál edip beni mahcup etti.

Hani,

‘‘Lál edip söyletme yad etme!..’’ diye türküler vardır ya... Kaderde benim de dilimi eşek arısı soksunmuş.

Benim inmeli, sarkaklı enfarktüsüm en az altı ayda çiçeklenip yeşerirmiş. Yani düzelirmişim. Ben de artık yazamıyorum diye istifa ettim diyerek gönül rahatlığıyla hastalık keyfimi çıkarıyordum. Ama Ertuğrul ve Neyyire patroncuğumlar maaşımı kesmediler. Bu nasıl bir alçaklık!.. Zorunlu olarak tam üç haftadır abuk sabuk lafları, bir düzene koymaya çabalıyorum. Kan ter içinde paramı ödemeye uğraşıyorum. Ama sizlere yine borçlu kaldım sanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Cennetten çıkma!

3 Ağustos 2003
<B>‘‘Kız Halime, n'ooldu yine gözüne?’’<br><br>‘‘Ne varmış gözümde?’’ ‘‘Karnıyarık gibi olmuş kız. Ortası patlıcan moru, kenarları da biber yeşili.’’

‘‘Kapıya çarptımdı dün gece...’’

‘‘Haklısın kız, kapı sana çarpmış. Senin herif de kapı gibi maşallah. Eli de kimbilir ne biçim ağırdır?’’

‘‘Eli kopsun domuzun!’’

‘‘İnkisar etme kız Allah'ın gücüne gider billa!.. Bulmuşsun aslan gibi herifi, bi dayak ye bin şükret.’’

‘‘Dayağına laf ettiğim yok Cavidan Abla... Ama kaç kere tembih ettim, yüzüme vurma, sırtıma, kıçıma vur dedim. Ama herif iki kadeh içince adresi şaşırıyor. Höstten çüşten anlamıyor.’’

‘‘Olsun kız, herifinin kadrini bil. Benim sümsük gibi olsa daha mı iyiydi. Tembel muşmula, üç ayda bi kerem dövüyor. O da binbir tahrikat ilen... İşten dönüp, ‘‘Bu akşam ne yemek var?’’ diyor. Ben de, ‘‘Ziftin peki, hem de yoğurtlu!’’ diyorum. ‘‘Eh, n'aapalım biz de kahvaltılık yeriz’’ deyip zıkkımlanıp yatıyor. Yatakta biraz hallenecek olsa tepiyorum. ‘‘Hava sıcak ter bastı. Sen öteye git’’ diyorum. O da yastığını alıp gidip kanepede yatıyor. Bir aralar fikrime kuşkular düştü. Acep başka bir karıya mı gidiyor, başka bir karıyı mı dövüyor diye işkillendim. Demek ki artıkın beni sevmiyor. Sevse döverdi diye kuruntular kurdum. Ama ne gezer... Herif pantolonunu çıkarırken bilem üç kerem inliyor. Geçen akşam mahsusçuktan haşlak çayı kucağına döktüm de zar zor kalkıp iki, üç tokat patlattı. Zati, dördüncüde yorgun düşüyor. Gösterecek çürük çarık bir yerim olmadığı için ben de mahalle halkına rezil rüsva oluyorum... Mızıldanma da gözünün morunun kıymetini bil kızım!’’

*

‘‘Hişt, len Salih!’’

‘‘Ne var?’’

‘‘Şu yavruya baksana hele...’’

‘‘Hangisi be?..’’

‘‘Aha, şu kırmızı donlusu.’’

‘‘O don diil ayı, ona mayo bikinisi derler.’’

‘‘Ne haltsa len... Bak bütün yuvarlakları cıbıl açıkta billaa... Adana karpuzu mübarekler...’’

‘‘Hemi de yürürken oynatıyor be Sıddık... Oh be, ben bittim.’’

‘‘Göğüsler topatan kavunu...’’

‘‘Göbek ayva...’’

‘‘Saçlar mısır püskülü...’’

‘‘Ulan bizim karılar niye patates çuvalı gibi oluyor da bu Nataşalar nah bööle sırım gibi kalıyor?’’

‘‘Ziftlenmekten oolum. Bunlar kısrak misali sebze meyve yiyor. Bizimkiler kebap, börek!..’’

‘‘Bence ondan diil len Sıddık. Bizim karıları az dövüyoz da ondan.’’

‘‘Ah be Salih, bu Nataşayı şincik alıcan.’’

‘‘Bu kaç paradır biliyor musun?’’

‘‘Parasını boşver be... İsterse manav dükkánımı yesin. Götürücen ay mehtabına karşı bir restorantaya oturtucan. Beyaz peynir, kavun, patlıcan salata, acılı lahmacun ve de bi büyük rakı söyliicen.’’

‘‘İbo abim yanık yanık bi arabesk çekicek hoparlordan.’’

‘‘Ulan elin gavur Nataşa'sı derin müzikten ne anlar?’’

‘‘Ona da Tarkan'ın Muccuk'unu çaldırtırız. Maksat memleketin namı yürüsün.’’

Bırak namını damını!.. Sen hikáyenin gerisini getir len Salih.’’

‘‘Kafayı bulduktan soona kızın beline sarılıp karşıdaki diskoya götürücen.’’

‘‘Sen dans mans bilmezsin ki...’’

‘‘Len diskoda dans eden mi var dümbük!.. Herbir kesler ayakta muhacir işi şeytmekteler... Nataşa artıkın fırın sütlaç gibi yumuşamış senin pos bıyıklarını öpmektedir...’’

‘‘Uff!.. Gerisi çabuk gelsin, ateş bastı... Kendimi denize atıcam.’’

‘‘Sonra Nataşa'yı kaldığın her şey ekistıra dahil beş yıldızlı ve de denize sıfır tatil otelinin kılimalı odasına çıkarıcan. Üstünü başını soyucan...’’

‘‘Eee, soonaa...’’

‘‘Soonası noolucak len Sıddık... Karıya basıcan sopayı!.. Basıcan sopayı!.. Sen de Nataşa da mest!..’’

‘‘Ohh!.. Ellerin dert görmesin be Salih!’’

*

‘‘Ne oldu bre Erol?.. Bu uflamalar, bu inilemeler neden?’’

‘‘Ben bittim abicim. Ben maafoldum, hayatım kaydı. Artık yaşamak bana haram!’’

‘‘İşten mi kovuldun, şirketin parasıyla kumar mı oynadın?.. Ne halt ettin?’’

‘‘Büyük halt ettim abicim.’’

‘‘Yoksa cinayet filan mı?’’

‘‘Çok daha büyük bir halt ettim abi.’’

‘‘Yahu, ben seni nah şuncacık yaştan tanırım. Doğru dürüst bir delikanlısın. Eline, beline, diline hakimsindir. Üstelik karıncaya basmamak için yolunu değiştirirsin. Tuttuğunu koparırsın, aklın her işe erer, elin her işe yatar.’’

‘‘Sen öyle san abi, ben beceriksizin tekiyim.’’

‘‘Neyi beceremiyorsun be... Dök içini belki yardımım dokunur.’’

‘‘Bana Hızır Hazretleri'nin bile yardımı olmaz. Yapamıyorum işte!’’

‘‘Neyi yapamıyorsun?’’

‘‘Dövmeyi.’’

‘‘Kimi dövmeyi?..’’

‘‘Karımı dövmeyi beceremiyorum abicim. Kendimi gaza getiriyorum. Öfkeler yapıyorum... Yerimden bir hışım kalkıyorum. O, karşıma geçip bir gülümsüyor... Gözlerinin içi bile gülüyor. Sonra kuğu gibi boynunu bir büküyor. Yüreğim yetmiş parçaya ayrılıyor. Kızgınlığım, öfkem hava kaçıran şamprel gibi sönüyor. Döveceğime ona sarılıp gözlerinden öpmeye başlıyorum.’’

‘‘Eee, ne var bunda?..’’

‘‘Ne varı var mı abi?.. Adım iktidarsıza çıktı.’’

‘‘Ne iktidarsızı yahu... Senin çoluk çocuğun yok mu?’’

‘‘Allah bağışlasın iki yavrum var. Ama erkeklik çocukla olmuyormuş abi. Karıyı dövmekle oluyormuş.’’

‘‘Karını dövüp dövmediğini nereden anlıyorlarmış?’’

‘‘Dayak yiyen karı cilveli yürürmüş. Orası burası morarırmış. Evinden arada bir çığlıklar gelirmiş. Bizde hiçbiri yok. Bütün arkadaşların eğlencesi oldum. Babam bile beni evlatlıktan reddetti. Kimsenin yüzüne bakamaz oldum. Boğaz Köprüsü nasıl abi?’’

‘‘Köprü uzak, sen bana gel de seni tekrar erkek yapayım Erol'cuğum.’’

‘‘Nasıl?’’

‘‘Boyayla... Bu moru karının gözünün etrafına süreceksin. Bu kırmızıyı da burnunun altına... Nah bu sargıyı da kafasına sar. Arada bir de evde yüksek sesle bağır... Bazen parasını ver özel bir cankurtaran bile çağır. Karın sedyeye binip bir sokak ötede insin. Sonra da babana git,
'Sen anamı bir kere bile sedyelik edemedin!' diye pofurda.’’

‘‘Ver elini öpiim abi!’’

*

Gayet öfkeliydim. Ertuğrul Özkök, yine muhtemelen rüyasında gördüğü zıpır bir fikrini yazıp çizmemi istedi. Ben tam en anlamlı ve vurucu cevabımı düşünürken toz oldu. Ertuğrul Bey'in en önemli özelliği cevap beklemeden buharlaşmasıdır. Adamın ağzı birinci heceyi söyledikten sonra açık kalır. Sonra da nereye gitti bu adam diye etrafına avanak avanak bakınır.

O öfkeyle eve vardım.

‘‘Yemekte ne var?’’

‘‘Biber dolması.’’

‘‘Nasıl?’’

‘‘Kıymalı.’’

‘‘Niye zeytinyağlı değil? Sen benim kıymalı biber dolmasından nefret ettiğimi bilmiyor musun? 40 yıldır öğrenemedin mi?’’

‘‘Senin neyi sevip sevmediğin çarşambadan perşembeye değişir.’’

‘‘Bak bir de karşıma dikilmiş laf yetiştiriyor. Yumuşak atın çiftesi pek olur hanım!’’

‘‘Tayyip kabak gibi tekerleneli beri sende at merakı başladı.’’

İşte olmuştu. 40 yıl sonra nihayet olmuştu. Yüzüme en cani ifademi takınıp yerimden ağır ağır kalktım ve eşimin üstüne yürüdüm.

*

Ertesi gün Fikret Ercan,

‘‘Geçmiş olsun abi’’ dedi.

‘‘Ne olmuş ki?’’

‘‘Gözün fena morarmış.’’

‘‘Haa, o mu?.. Kapıya çarptım.’’
Yazının Devamını Oku

Çok haklısın Şebnem!

27 Temmuz 2003
Bizim kuşak, abazan bir kuşak olarak yetiştirilmiştir. İlkokul biter bitmez kızlarla erkek öğrencileri hemen ayırırlardı. Sanki bir koşu çocuk yapacağız. Biz, erkek ortaokulları ve erkek liselerinde herif herife okurduk. Genç ve güzel bir hanım öğretmeniniz varsa başka sınıflara fiyaka bile yapardınız. Sanıyorum kızların durumu pek farklı değildi. Böylece, yıllar boyu kız yüzüne ve kız sesine hasret hafızlayıp dururduk okullarda... Bir kızcağızın mucize kabilinden bir flörtü olursa, o zamanki adı konuştuğum çocuktu. Zaten konuşmaktan başka aramızda bir halt da olmazdı. İki tip çocuk vardı.

1. Bakıştığım çocuk

2. Konuştuğum çocuk.

Ben mahcup biri olduğum için ‘‘bakıştığım çocuk’’luktan ‘‘konuştuğum çocuk’’luğa bir türlü terfi edemezdim.

Böylece, Akademi'ye gelen kız-erkek her Allah'ın kulu birbirini görünce daha ilk haftada zurna gibi áşık olurdu. (Bilginiz olsun diye söyleyeyim, bu aşkların bir kısmı da evlilikle sonuçlanırdı. Örneğin Karaoğlan'ın yaratıcısı bizim Suat Yalaz'la eşi Necla 50 yıla yakındır bu Akademi evliliğini sürdürmektedir.)

Hepimiz birine áşıktık. Ama Şebnem'e en az 15 kişi áşıktı. Hatta, bu yüzden benim gibi karikatürcü olan arkadaşım Atilla ile aramızda hır bile çıkmıştı. Herif, dalgalı siyah saçları ve yeşil gözleriyle ilah kadar yakışıklıydı. Allah'tan bu ilah benim omuzuma zor geliyordu.

Biz, cümbür cemaat Şebnem'e áşıktık, ama aynı zamanda da şaşkındık. Bu kızda bizi yana yakıla áşık edecek ne vardı? Bir türlü bulup çıkaramıyorduk. Güzel denemezdi. Vücudu da öyle ahım şahım değildi. Hatta, bacakları bir miktar çarpıktı. Esmer sözcüğü hafif kalacak kadar koyu tenliydi. Tüy ve kıl konusunda da doğa ona bir hayli cömert davranmıştı.

Ama hep şen şakraktı ve şirindi. Bir de sesi güzeldi o kadar. Bu kadarcık marifet cümle álemi aşık etmeye yeter miydi? ‘‘Biz bu kıza niye tutulmuştuk yahu?’’ sorusu yıllar boyu kafamı kurcaladı durdu.

*

Akademi'den ayrıldıktan sonraki 47 yıl içinde Şebnem'i iki kez gördüm. İlk görüşüm, 4 yıl önceydi. Kenter Tiyatrosu'nda Müşfik'le yaptığım Huysuz İhtiyar oyununun provasından çıkmış yağmurlu bir havada taksi yakalamaya çalışıyordum. Önümde salon salomanje bir araba durdu. Şoförü fırladı, kapıyı açıp beni buyur etti.

‘‘Islak saç sana çok yakışıyor.’’

‘‘Ne saçı yahu, damlalar tepeme vurduğu zaman şap şap ses çıkarıyor artık.’’

‘‘Kendine haksızlık etme, gençliğinden daha yakışıklısın.’’

Şebnem'i önce sesinden sonra da cıvıldayarak gülmesinden tanıdım.

‘‘Bunca yıldır neredesin, neler yaptın kız?’’

‘‘Ohho, neler yapmadım ki... Anlatması uzun sürer.’’

‘‘Şurada bir kahveye oturalım da eskileri konuşalım.’’

‘‘Kahvede değil, bizde konuşalım.’’

İnsan, eski bir sevdiğini görünce kendi gençliğini de görmüş gibi olup seviniyor. Şebnem'in evi Bebek sırtlarındaydı ve deniz, derya ayak altındaydı.

‘‘Durumun parlak görünüyor.’’

‘‘Kocalarım sağ olsun.’’

‘‘Kaç kocan var?’’

‘‘Üçünden ayrıldım. Şimdi dördüncüsünün eli kulağındadır. Ama ona áşık oldum.’’

‘‘Bu yaştan sonra mı?’’

‘‘Biraz sonra görürsün ve bana hak verirsin.’’
Şebnem benden bir iki yaş büyüktü ve o sıralarda 65'inde filan olmalıydı. 16 yıllık İrlanda viskimi içerken,

‘‘Ben sana áşıktım’’ dedim.

‘‘Biliyorum.’’

‘‘Üstelik tipim de değildin.’’

‘‘Bana áşık olanların hiçbirinin tipi değildim zaten.’’

‘‘Nasıl beceriyorsun?’’

‘‘Ohhoo, çok kolay... Sizi mutlu ediyorum ve bensiz yapamıyorsunuz.’’

‘‘Nasıl oluyor bu iş?’’

‘‘Hatırlıyor musun sana
'Ne kadar estetik bir vücudun var... Adalelerin ince ve uzun. El Greko'nun resimlerindeki İsa gibi... Ben öyle somun gibi adaleli badi yapan erkeklerden hoşlanmam. Aslında hiçbir kadın hoşlanmaz. O enayiler halterleri boşuna kaldırıp hamallık yapıyorlar!' demiştim.’’

‘‘Hatırlamaz mıyım?.. O günden sonra pazularını şişirip yalancı pehlivan gibi ortalıkta dolaşıp hava atmak için ıkınan dangalaklarla hep dalga geçtim.’’

‘‘İşte senin işin o lafla bitti. Çünkü sen çok sıskaydın ve bundan utanıyordun. Yazın bile kısa kollu gömlek giyemiyordun. Seni güzel vücutlu bulan bir kıza áşık olmayıp da ne halt edecektin?’’

‘‘Cüce Atilla'ya da selvi boylu olduğunu mu söyledin?’’

‘‘Teessüf ederim, iki karışlık bir delikanlıya sen git basketbol oyna diyecek kadar aptal mıyım? Ona, dehaların hep kısa boylular arasından çıktığını söyledim. Napolyon'u, Aynştayn'ı örnek verdim. Hatta Alan Led'le Körk Daglıs'ın boylarının 1.60 santim olduğunu da söyledim. Biliyorsun onlar kadınların yüreklerini hoplatan yıldızlardı o yıllarda... Atilla onlardan en az bir iki santim uzundu. Tabii, namlı salakların da hep uzunlar arasından çıktığını söylemeyi ihmal etmedim.’’

‘‘Tevekkeli değil, herif bana yukarıdan aşağıya bakıp merhametle gülümseyip dururdu. Pekiyi, kızların peşinde koştuğu parlak Oktay'a ne dedin de herifi sırılsıklam áşık ettin?’’

‘‘Hiçbir şey demedim. Öbür kızlar kırım kırım kırıtırken ben Oktay'ın söylediği her lafa güldüm. Hatta kahkahalar atıp yerlere düştüm. O da sadece yakışıklı olmayıp aynı zamanda çok güzel espriler yapan zeki biri olduğuna inandı ve bensiz yapamaz oldu. Hangi erkek pohpoha dayanabilir? Analar daha iltifata dayanacak herifi icat etmedi.’’
Ben,

‘‘Amanın kız, bunlar ne akıllar... Allah beni korumuş da seninle evlenmemişim’’ diye söylenirken salona Meksika dizilerinden fırlamış gibi görünen şakakları hafif kırlaşmış, yüzü solaryum yanığı, porselen beyazı dişli, yakışıklı mı yakışıklı, gençten bir herif girdi. Şebnem'le sarılıp sarmaştılar. Aşk-ı muhabbet-i sevda mırıltılarından sonra Meksika jönü bana döndü.

‘‘Ah affedersiniz, Şebnem gözlerimi kamaştırdığı için sizi göremedim. O, dünden de daha genç... Her gün daha gençleşiyor. Yakında baba kız gibi olacağız!..’’

Şebnem'in mayışmış yüzüne baktım ve içimden derin bir eyvah çektim.

*

Şebnem geçen hafta telefon edince kaldığı yaşlılar yurduna gittim. Orta halli, hatta fakirce bir kuruluştu.

‘‘Senin kıranta herif ne oldu?’’

‘‘Haluk gitti.’’

Ben, fotoroman zamparasının adının Abdülrezzak ya da Muttalip filan olduğundan eminim. Romantik olup dekorasyona uysun diye Haluk'a çevirdiğini şiddetle sanıyorum.

‘‘İki han gitti, yat gitti, hisse senetleri gitti, Bebek'teki ev de gidince Haluk da gitti. Şimdi bu kaldığım yerin 4 aylık gecikmiş ücreti var. Dün gece aklıma sen geldin. Senin ne kadar gani gönüllü, şövalye ruhlu, uzun boylu ve iyiliksever bir delikanlı olduğunu da hatırladım. Adalelerin hálá ince ve uzun.’’

Şermin'in borcunu ödeyip yaşlılar yurdundan çıkarken önce göğsümü sonra da pelteleşmiş pazumu şişirdim.

‘‘Ne kadar haklısın Şebnem...’’ deyip otobüs durağına yürüdüm.
Yazının Devamını Oku

İlhan’ın sol bacağı

20 Temmuz 2003
Geçenlerde, bizim İhtiyar Boksörler Kulübü'nün üyeleriyle moruk moruğa oturmuş yine demleniyorduk. Yahu dedik, okullar tatil oldu. Herkes tatile çıkamıyor. Yavrular yine sokaklarda toz toprak içinde debelenecek. Kız erkek ayırmadan yavrularımıza yaz tatili boyunca boks öğretelim. Hem bu vahşi ormanda korunmayı öğrenirler, hem de bu yaşta bizim paslarımız dökülür bir işe yararız. Tabii, hiçbir iş hayal ettiğiniz gibi gelişmiyor. Biz 15-16 yaşında yavruların katılımını beklerken, 30, 40 hatta 50 yaşında yavrularımız oldu. Hatta 45'er yaşında iki avukat yavrumuz bile var. Meğer gençliğini okul ve yaşam gailesi içinde koşuşturmakla geçiren insanlarımızın yüreğinde ne ahlar kalmış.

Otuzlu, kırklı yaşlar içinde başvuran ev hanımlarımız bile var. Eski Fenerbahçe boksörü emekli Yargıç Yılmaz Tek, bu durumu ‘‘Kadınlarımız eskiden sadece koca dayağından korkarlardı. Artık kapkaççı, tecavüzcü, hırsız, soyguncu ve tinerci kopuk takımından korkuyor. Silah ruhsatı için başvuran hanım sayısını bilseniz şaşarsınız. Hepsi, korunma ihtiyacı içindeler’’ diye yorumladı. Yılmaz Tek, laf etti mi beş dakika düşüneceksin. Avukatlığında Kastelli'yi ipten almış adamdır.

Boksör deyince aklınıza hemen dayak yemekten savsaklaşmış, ilkokul üçten terk, üç sözcüğü bir araya getirmekten aciz, suratı hamura dönmüş kenar mahalle kabadayısı tipler gelir değil mi?.. ‘‘Adamın aptalı ya pehlivan olur ya boksör’’ diye bir özdeyiş bile vardır.

Üyemiz olan namlı ağır sıkletlerimizden Şükrü Elekdağ Amerika'daki büyükelçimizdi. Şimdi de milletvekili olarak meclis ringinde ter döküyor.

Bir zamanlar Avrupa'nın en teknik boksörü seçilen Vural İnan, kitap yazarı...

Türkiye şampiyonu milli boksör, hakem, hoca ve de belalım Tacettin İçsel de öyle... Kitabına yayıncı arıyorum. Kronik Türkiye Şampiyonu ve hakem Vedat Karakurum, canlı bir arşiv... 30 yıl öncenin Kamacı-Celal Sandal maçının puanlarını sor, sana takır takır söylesin. Hüseyin Yıldırım hem şampiyon, hem milli, hem de gönül adamı. En az 2000 şarkı ve türkü bilir. Erzurum de, Artvin de, Urfa de, Afyon de türkülerini bir bir okur. Federasyon Başkanlıkları da yapmıştır.

Hem amatör hem profesyonel Ortadoğu Şampiyonumuz Garbis Zakaryan saf bakışlarıyla adamı öyle bir işletir ki, dalga geçtiğini eve dönünce anlarsın. Şimdilerde kalbinin ataklarına eskiv yapmakla meşgul...

Milli Hasan Çolakoğlu, ayrı bir álem. Bokstan arta kalan zamanlarında iki üniversite bitirdi. Hem işletmeci hem sosyolog...

Bu arada Avrupa üçüncümüz Orhan Tuş toz oldu. Dünyada yenmediği adam kalmadı. Ama ülseri Orhan'a sayıyla galip. Hangi deliğe girdi, merakımdan ergenlik sivilceleri döküyorum. Orhan, neredesin bir ses ver be!.. Orhan Ayhan'ı bilirsiniz. Çenesine eldiven giydirebilsem Muhammet Ali'yi döver.

Ben ise topal eşekle kervana katılanlardanım. Karikatürcüden şampiyon boksör çıkmıyor. Ancak Yıldızlar 2. filan olabiliyor. Maçın tam kızgın yerinde beni bir gülme alıyor. Yumruğa gerek yok, zaten gülmekten düşeceğim. Arslan parçası bir delikanlıyla ortalıkta ve elalemin önünde zıplayıp duruyoruz. Delikanlı,

‘‘Yaa Allah, yaa Settar! Pirimiz Hazreti Hamzaa!..’’ niyetine bir salvette bulunuyor. Ben hemen delikanlıya yapışıyorum. Hakeme çaktırmadan,

‘‘Baban yaşında adama el kaldırmaya utanmıyor musun?’’ diyorum. Oğlan şaşkın şavalak yüzüme bakıyor. Gel de gülme...

‘‘Ayıp değil mi niye sigara içmiyorsun? Bak, ben günde 4 pakete paket demiyorum. Onun için senden daha kuvvetliyim.’’ O sırada hakem ‘‘Çeneyi bırak da dövüş!’’ diye yanıma geliyor. Zaten hakemlerin çoğu arkadaşım.

‘‘Tüh tüh senden bunu beklemezdim Taci!.. Elalemin anakuzusu yavrularını bana öldürtmek mi istiyorsun?’’

Ben müzik sesine bayılırım. Klasik Batı, Klasik Türk, Halk Müziği hatta Caz Müziği sesine biterim. Ama en sevdiğim müzik gong sesidir. Adamın canını kurtarır, köşende otururken de doya doya gülersin.

Neyse sözü dolandırmayayım. İki haftadır Fenerbahçe altyapı tesislerinde yavrularımızla antrenmana başladık. Ben Fener Stadı'nın yıkık duvarından atlayıp Cihat, Tarzan Mehmet Ali, Suphi, Halit ve Küçük Fikretler'i seyrettiğim zaman 10-12 yaşındaydım. Amanın ben görmeyeli neler olmuş, neler bitmiş... Tartan atletizm pistinde antrenman yapan bakmaya kıyamayacağınız güzellikte gencecik kız atletler var. Taşlık ve toprak çamurunda koşan Cezmi Orlar, Ekrem Koçaklar, Yordanidisler aklıma düşünce yüreğim cız etti. Hayatımda ilk kez 8-10 kum torbası, pançing bol ve nizami ringin olduğu bir salonda antrenman yaptım. Duvarlarda Avrupa ve Dünya Şampiyonu olmuş Fenerli boksörlerin resimleri... Soyunma odaları ve duşlar turistik otel ayarında...

Aklıma yıllar önce Feriköy Kulübü'ndeki duş festivalimiz düştü. Antrenmandan sonra kulübün bekçisine 25'er kuruş verirdik. O da elindeki kovayla bir sandalyenin üstüne çıkar üstümüze buz gibi suyu boca ederdi. Biz de depreme tutulmuş gibi titreyerek giyinirdik.

Ben, etrafa bakınıp

‘‘Amanın ne güzel... Valla yaman...’’ diye söylendikçe Fener'in eski boksörü Hasan Çolakoğlu,

‘‘Bu gördüklerin bir şey değil ağabey. Sen gel bizim su sporları tesislerimizi gör. Kürekçilerimiz, yüzücülerimiz, su topucularımız hep birinci. Zaten atletlerimizin arkadan tozunu gören yok’’ diye sayıp durmaya başladı.

Ödemiş'te,

‘‘Bu Angaralılar ne gubat şeylee canım... Guşguşa çulluk deyollaa..’’ diye bir deyiş vardır. Aslında ‘‘Bu Feneelilee ne gubat şeyle canım...’’ olmalıydı. Hepsi birer at gözlüğü takmış. Gözlerini ayak topu bürümüş. Topçu takımı perişan oldu diye kafalarını hicranlı gözyaşları içinde duvarlara vuruyorlar. Bre topperestler, Fener bir top kulübü değil tarihi bir spor kulübüdür. Atletizmle, boksunla, yüzmenle övünmeyi aklına getirsene... Ama top tepiğinde para var. Para olan iş sence en saygın iştir değil mi?.. Hangi kulüpte var bu tartan pist?.. Fenerli olmadığım için vallahi hayıflandım.

Aynı topperestlik bütün kulüpler için geçerli. Hepsi spor kulübü olarak kurulmuş ve futbol kulübüne dönüşmüş.

Örneğin koca Beşiktaş'ın şampiyonluğunu mu kutladığını yoksa 100. yılını mı kutladığını anlayamadım. Hani nerede basket, atletizm, yüzme, boks zaferleriniz? Milli olmuş, uluslararası zaferler kazanmış Beşiktaşlı şampiyonların İlhan'ın sol bacağı kadar kıymeti harbiyesi yokmuş. Örneğin bizim İhtiyar Boksörler Kulübü'nün üyesi olan Yurdakul Gülören, 20 yılı aşkındır Beşiktaş'ta hocalık yapar. Balkan ve Avrupa şampiyonu boksörler yetiştirmiş, Beşiktaş'ın namını yedi düvele duyurmuştur. Tek cümleyle bile anıldığını duymadım. (Aman bu sözlerimi Yurdakul'un yakınması sanmayın. O, kan kussa kızılcık şerbeti içtim diyen delikanlı cinsindendir.)

Spor basınının ahvali daha da beter. Fişmekanspor'un sağ bekinin nasırı 9 sütuna tam sayfa haberdir. İki kızımız Avrupa Boks Şampiyonu oldu. Acaba haberleri var mı? Binlerce gazeteci bir futbol topunun üstüne tünemiş tıngır mıngır tekerleniyorlar. Yolları açık olsun.

İlhan'ın sol bacağı da cümlemize kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Umutsuz bir aşk

13 Temmuz 2003
Aslında bunama tuhaf bir şey... Yemek yerken <B>‘‘Bu akşam, nedense hiç iştahım yok’’</B> diyorsunuz. Ama beslenmeliyim diye düşünüp ite kaka lokmaları yutuyorsunuz. Sonra da yarım saat önce akşam yemeği yediğinizi bu yutmaya çalıştığınızın ikinci akşam yemeği olduğunu hatırlıyorsunuz. ‘‘Benim rakılarımla sigaralarımı kim içiyor? Dolu kül tablalarını buzdolabına kim koyuyor?.. Kahverengi pabucumla siyah pabucumun öbür tekleri nerede?’’ diye evde bas bas bağırıp dolanıyorsunuz. Tabii, size kimse cevap vermiyor. Çünkü, evde sizden başkası yok. Üstelik pabuçlar da tekeş tükeş zaten ayağınızda...

Bir borcu iki kez ödediğiniz oluyor. Aman ne halt ettiğimi unutmayayım diye yaptıklarınızı ve yapacaklarınızı bir deftere kaydediyorsunuz. Ama akıl defterinizi de yine evde olmayan biri siz bulamayasınız diye saklıyor.

İşin en acıklı yanı da yazıp çizdiklerinizle ilgili... Uğraşıp didinip çok güzel olduğuna inandığınız bir konu buluyorsunuz. Saatlerce uğraştıktan sonra yazının ya da karikatürün sonuna doğru ‘‘Tuu, ben bunu daha önce çizmiştim ya da yazmıştım!..’’ diye ağlamaya başlıyorsunuz ve yırtıp atıyorsunuz. Köşe yazarı olsanız işiniz kolay... Aynı konuyu yüz kere hatta bazen aynı sözcüklerle evirip çevirip yazıverirsiniz. Ama adınızın mizahçıya çıkması gibi bir felakete uğramışsanız bir espriyi, bir nükteyi sadece bir kere yapmaya hakkınız vardır.

Geçen akşam aklıma bizim Kerem'in umutsuz aşk hikayesi takıldı. Ben, bu öyküyü mutlaka yazmışımdır dedim. Düşündüm, taşındım, yarım paket sigara içtim, yazıp yazmadığımı hatırlayamadım. Bu yazıların sayısı bini buluyor neredeyse... Gel de hatırla... Ya yazmamışsam? Güzelim öykü güme mi gitsin yani...

Aman canım, yazmışsam da yazmamışsam da yine yazacağım işte... Uysa da uymasa da hesabı... Yazmışsam bunaklığıma verin. Gerçi bu yaşam patakütesi içinde sizin belleğinizin de benimkinden hallice olduğunu sanmıyorum.

*

Bizim Kerem, Aşık Kerem misali bir aşık oldu ki ağzından çıkan bir alevi eksik. Gerçi kızın adı Aslı değil de Tülin, ama olsun... Oğlan yemekten içmekten kesildi, soldu kurudu. Ülser ağrısı çeker gibi iniltili sesler çıkarmaya, gözlerini duvara daldırıp trene bakar gibi düz duvara bakmaya, üç sigarayı aynı anda içmeye başladı.

Ağzına bira koymayan delikanlı bizim gazetenin kopuk takımına takılıp meyhane meyhane dolaşır oldu.

Kerem, o yıllarda bizim gazetenin spor sayfasına yakışmayacak kadar efendi bir spor yazarıydı. Saygıda, sevgide kimseye kusur etmez herkes tarafından sevilirdi. Az maaş alır fakat temiz ve şık giyinirdi. Boylu boslu sayılmazdı ama esmer yüzünü aydınlatan açık ela gözleriyle yakışıklı bir Adana delikanlısıydı. Babası ölünce anacığını Adana'dan getirmişti. Ana - oğulun Fatih'te bir kira evinde alçakgönüllü bir yaşamları vardı.

‘‘Altan, oğlan göz göre göre elden gidiyor.’’

‘‘Ne yapabiliriz ki?’’

‘‘Kızla konuşalım.’’

‘‘Bak Oğuz, bana gel yürüyerek Sivas'a gidelim de giderim. Şurada 10 kişi var, bize posta koyuyor. Dövüşelim de, gık çıkarmadan dayağımı yerim. Ama beni aşk meşk işlerine bulaştırma, yeminliyim!’’

Altan da yan çizince Kerem'in derdi üstüme kaldı. Eh serde her çorbaya maydonozluk var. Kerem'i dert edindim bende neşe ne arar.

‘‘Git lan, kıza açık açık söyle... Belki senin yangınından haberi bile yoktur.’’

‘‘Sen benim ölümümü istiyorsun abi.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Avrupa'da kolejler bitirmiş bir içim su, koca Kadiroğlu Holding'in tek kızı... Benim burnuma güler. Ben de kendimi gazetenin terasından aşağıya atarım.’’

‘‘Daha yüksek bir yer bul! Bizim gazete üç katlı, salaklığı bırak oğlum, arslan gibi delikanlısın. Ekmeğini taştan çıkarıyorsun. Kızım olsa senden iyisini bulamam. Bir dene yahu!..’’

‘‘Deneyemem ölürüm.’’

‘‘Sen bu kızla nerede karşılaştın?’’

‘‘Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü'nde... Tenis maçları sırasında tanışıp konuştuk. Hatta gülüştük bile... Hafta sonları kolej arkadaşlarıyla TED'de buluşup çay içiyorlar. Ben de her hafta sonu gidip onlara uzaktan bakıyorum.’’

‘‘Yarın sinekkaydı tıraş ol. Bu sıcakta bu takım elbiseyi de sırtından çıkar, tişört filan giy. Sırım gibi adalelerin ortaya çıksın. Yarın TED'e gidiyoruz.’’

Gazetede bir ara Nezih Demirkent'e rastladım. Burnundan soluyordu.

‘‘Sayfaya haftalardır Fenerbahçe haberi girmiyor. Bu Kerem'i işten atacağım sonunda!’’ diye homurdanıyordu.

‘‘Ben sana en baba Fener karikatürleri çizerim. Ama oğlana birkaç hafta dokunma.’’

‘‘Haber atlıyoruz, niye dokunmayayım?’’

‘‘Çünkü aşık.’’

Gazeteciliğin duayenlerinden Nezih'i Babıali'de sert ve acımasız bilirler. Ama yanlıştır. Rahmet olsun duygulu bir arkadaşımdı.

‘‘Bir hafta!..’’

‘‘Aşk bu be Nezih!’’

‘‘Pekiyi, iki hafta!’’

*

TED'deki leydiler masasına hemen sarktık. Bizim Kerem'in de çay niyetine yuvarladığı kanyaklardan ötürü çenesi düştü. Esprinin bini bir para... Gencecik çiçek gibi kızlar ağzımızın içine bakıyorlar. Ev külfetinden korkmasam neredeyse ben bile morukluğumla iş tutacağım... Bir ara Tülin'i kıstırdım. ‘‘Bu oğlanın hali ne olacak benim güzel kızım?’’

‘‘Pısırıklığı bırakırsa bizim aileye damat olacak. Onun ela gözlerine bakarken ateşim yükseliyor, kendimi cennette gibi hissediyorum Oğuz Bey...’’

‘‘Baban verir mi?’’

‘‘İlk gençliğimdeki Fransız kloşarı Marsel rezilliğinden sonra göbek bile atar. Siz gelip isteyin hele...’’

‘‘Kadiroğlu Holding'in sahibi koca Sinan Bey, bir çulsuza razı olur mu?’’

‘‘Üste üç şirket bile bağışlar. O da rahmetli anacığımdan sonra şarkıcı Suzan'la evlenebilmek için benim evden gitmemi gözlüyor. Üstelik Suzan Hanım'dan da bir oğlu oldu.’’

*

Bilirsiniz, nişanı kız tarafı yapar. Amanın nişan dedimse sayın ki İngiltere Kraliçesi'nin taç giyme töreni... Bizden iki bakan, en kalın zenginlerimizin ailecek hazır ve nazır efradı, Fransa'dan Tülin'in birkaç profesörü ve patron dahil bizim gazetenin tam takımı...

Patlayan flaşlar altında Kerem'le Tülin Hilton'un balo salonunun sahnesine geldiler. Yüzükleri baba Sinan Bey takacak.

Sinan Bey yüzükleri taktı. Tam yüzüklerin arasındaki kırmızı kurdeleyi makasla keserken gözü bizim herifin kravatına takıldı.

‘‘Bu kravat sarı lacivert.’’

‘‘Evet efendim, takımımın renkleri...’’

‘‘Biz Fener'e daha geçen yıl üç tane basmıştık!’’

‘‘Siz kim?’’

‘‘Biz Gassaray!..’’

‘‘Hadi be, siz bu yıl yediğiniz dört tanenin acısını daha apış aranızdan çıkaramadınız!’’

‘‘7-2'yi unuttun mu Adana kırosu?.. Tarih öğren tarih!..’’

‘‘Hattir lan senin Fatih'e kaç kere çimleri yoldurduk. Turgay da yakında civciv çıkaracak. Çünkü folluk oldu.’’

Birden o iki kibar adam gitti. Yerine ağızlarından köpükler saçıp birbirine küfürler yağdıran iki kenar mahalle külhanı geldi.

‘‘Ulan senin gibi kıytırık Fenerli'ye kız veren çarpılır be!..’’

‘‘Senin gibi Gassaray yumuşağının kızını alan kim lan!..’’

Ortalık bir dakikada karışmış, nişan salonu da adeta ikiye bölünmüştü...

Fener'e ve Galatasaray'a küfürler gırla gidiyordu. Birden aklıma Şekspir'in Romeo ile Jülyet'indeki Kapuletler'le Montegüler'in hırlaşması düştü. O sırada Tülin,

‘‘Ben Beşiktaşlı'yım!..’’ diye bir avaza bağırıyordu. Ama o patırtı içinde sesi duyulmuyordu.
Yazının Devamını Oku

Sahici bir masal

6 Temmuz 2003
Can kardeşim Altan Erbulak'la yıllarca hep aynı odalarda çalışmıştık. Bazen, ayrı gazetelerde çizsek bile yine birbirimizin odasına gidip çalışırdık. Arada bir bizim odaya Mıstık da düşerdi. Ama gelirken eli boş gelmez, hediye olarak uyuz bir sokak kedisini kapıp getirirdi. Ama Altan'ın huyu daha fenaydı. O, kedi değil sokakta bulduğu perişan birini acıyıp getirirdi. Gençtik, daha törpülenmemiş merhametlerimiz vardı. Yok canımızla garibanları yedirir, içirir bazen giydirir öyle yollardık. Bu insani davranışlarımızdan ötürü bitlendiğimiz çok olmuştur.

Diş takırdatan bir kış günü Altan yine birini getirdi. Biri dediğime bakmayın, yarımını getirdi. Altan, pek servi boylu sayılmazdı ama adam Altan'ın da yarısı kadardı.

O kış kıyamette sırtında üstünü kar kaplamış bir ceket, ayaklarında leş kokulu patlak asker postallarıyla Şarlo'nun daha perişanı bir adamdı. Dişleri takırdıyordu. Çirkin ama sevimli bir yüzü, boncuk gibi mavi gözleri vardı. Odadaki sobayı görünce büyülenmiş gibi yürüyüp soba borusuna sarıldı, coss diye bir ses çıktı.

‘‘Bunu bulabilmek için herhalde çok aradın.’’

‘‘Ellerini koynuna sokmuş sokak ortasında dikilmiş öylece duruyordu. Önce kardan adam sandım. Ama kardan adamlar titremez diye düşünüp biraz ısınsın diye getirdim.’’

‘‘Kısmetli herifmiş bugün bize odun verdiler.’’

O yıllarda, gazeteler eski ahşap konaklarda çıkardı. Müessese müdürümüz rahmetli Nuri Türen, patırtımızdan ve azgınlığımızdan illallah dediği için bizi konağın kullanılmayan arka bölümüne atmıştı. İşimizi bir an önce bitirip de defolup gidelim diye bazen odun bile vermezdi. Biz de yangın baltalarının saplarını veya merdivenleri aşağıdan başlayıp yukarı doğru söküp yakardık. Arka kapıdan çıkmak için merdiven kalmadığından kendimizi sarkıtıp alt kata öyle atlardık.

Biz, çalışmaya dalmışken odayı bir horultu kapladı. Adam sobanın dibine kıvrılmış uyuyordu. Üstünden başından dumanlar çıkıyordu ve bu dumanlar talimden dönmüş asker çorabı gibi kokuyordu. Hişt, höst dedik itip dürttük ama herifi uyandıramadık. Akşam oldu, işimiz bitti büfeci Petro'ya gidip ekmek, peynir, sucuk, gazoz filan aldık. Adamın yanıbaşına bıraktık. Sonra da kapıyı çekip çıktık.

‘‘Yarın biraz eski giyecek getirmeli.’’

‘‘Herhalde sen getireceksin. Ben gömlek getirsem içine düşüp kaybolur da günlerce ararız.’’

‘‘Ben çamaşır, pantolon filan getiririm. Sen de eski bir ceket getir. Palto niyetine giyer garip.’’

Ertesi gün, gazeteye geldiğimizde herhalde yanlış odaya girdik diye önce odadan çıktık ama yine döndük. Bizim mezbelelik gitmiş yerine steril bir hastane odası konmuştu. Arasından zor geçtiğimiz gazete, kitap, dergi yığınları, káğıtlar, boyalar kenara intizamla istiflenmiş, ıvır zıvır dolu masalar pırıl pırıl olmuş, yer tahtaları ovulmuş, hatta kirden dışarıyı göstermeyen camlar bile silinmişti.

Biz, şaşkın şavalak odanın ortasında dikilirken kapıdan sırtında koca bir çuvalla bizimki girdi.

‘‘Ne yaptın lan buraya?’’

‘‘Sabaha kadar temizledim abey. Ekmeklen peynirin hakkını ödemek ilazım deel mi?’’

‘‘O sırtındaki ne?’’

‘‘Oduun.’’

‘‘Odunu nereden buldun?’’

‘‘Oduncudaan.’’

‘‘Parayı nereden buldun?’’

‘‘Burada koca bir bakır tokaç vardı ya. Onu eskiciye sattım abey.’’
Ben,

‘‘Lan seni şimdi...’’ diye başlayıp herifin ümüğüne doğru bir hamle yaparken Altan beni göğüsledi.

‘‘Boşver yahu, hiç olmazsa bir işe yaradı.’’

Herifin bakır tokaç dediği gümüş kaplama bir heykelcikti ve uluslararası bir yarışmada Altan'ın kazandığı bir ödüldü.

Odamız pırıl pırıldı ama aradığımız kitapları, dergileri, resim káğıtlarımızı hatta çini mürekkeplerimizi bile bulamıyorduk. Biz de yenilerini almak zorunda kaldık.

Zülfü, anaç bir merhametle bizi fena halde sahiplenmişti. Adeta bir paşa hayatı yaşıyorduk. Çay ocağı konağın taa öbür tarafında olduğu için gidip çay söylemeye üşenirdik. Zülfü, bir demlik ve çaydanlık alarak bizim çay hasretimizi giderdi. Artık parayı nereden bulduğunu da sormuyorduk. Bir sürü ıvır zıvırımız eksilmiş oda tenhalaşmıştı ama aldıran kim? Demli çayın keyfini çıkarıyorduk.

Zülfü biraz tuhafçana bir adamdı.

‘‘Zülfü şu beşliği al, bana köfte ekmekle bir bira getir.’’ Az sonra,

‘‘Bu getirdiğin ne be?’’

‘‘Beyaz peynir, zeytin, ekmekle ayran... Sana o köftecinin köfteleri dokunuyo abey. Zati miden gaz yapıyo...’’

Bir keresinde Altan onu meyve aldırmaya gönderdi. Zülfü, akşama doğru nefes nefese elinde torbalarla geldi.

‘‘Bütün gün neredeydin lan?’’

‘‘Buradaki manav sizi kazıklıyo abey... 5 kuruşluk mandalinayı 15'e satıyo. Ben de Eminönü'ndeki pazar yerine gittim. Aynı paraya hem mandalina, hem portakal, hem de döngel aldım. Döngel sevmezseniz gidip değiştireyim. Benim canım çekmişti de...’’

Zülfü, nereden bulduysa bir ara bir kömürlü ütü edindi. Biz çalışırken pantolonlarımızı çıkartıp ütülüyordu. Biz de iki dirhem bir çekirdek dolaşmaya başladık. Yalnız biz donçak çalışırken müessese müdürü ya da patronumuz Ahmet Emin Yalman'ın odamızı ziyaret etmeleri biraz tuhaf kaçtı. Zülfü, önce bir yer yatağı edindi. Sonra ona bir somya ile dolap aldık. Sofanın bir kısmını perdeyle kapatıp kendine yatak odası yaptı. Onu maaşa da bağladık.

Her şey güzeldi de, ben çizerken tepeme dikilmesine illet oluyordum. Ben, yazıp çizerken seyredilmek şöyle dursun odada sinek uçsa dağılırım. Üstelik dikilmekle kalmıyor,

‘‘Abey, bu çizdiğin herif niye gülüyoo?’’

‘‘Karşısındaki adam komik bir laf ediyor da ondan.’’

‘‘Bu komik lafı niye ediyo?’’

‘‘Okurlar gülsün diye.’’

‘‘Bu herif, bu kadar gülerse okurlar gülmez ki... Bu, şapşal şapşal bakarsa elalem daha bi güler’’
gibisinden ukalalık da ediyordu. Altan'la kişiliklerimiz çok farklıydı. O, seyredilmekten hoşlanırdı. Hatta, seyredilirken daha güzel bile çizerdi. Sanırım bu yüzden tiyatrocu oldu.

*

Bir gün Altan, öğleye kadar Zülfü'yü arandı bulamadı.

‘‘Nereye gitti bu oğlan?’’

‘‘Ensesine bir şaplak çektim. O da basıp gitti.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Sayesinde hanımla ayrılıyoruz. Beni gammazlamış.’’

‘‘Zülfü öyle bir halt karıştırmaz.’’

‘‘Karıştırmış işte... Benim hanıma,
'Buraya daha sık uğra. Çünkü senin herife bir sürü kız ziyarete gelip duruyor' demiş.’’

‘‘Fena mı, evliliğinizi korumak istemiş.’’

Altan'la belki yaşamımızdaki ilk ve son kavgamızı o gün yaptık. İki gün konuşmadık. Ama sonra Zülfü'süz yaşamın acı gerçeği ile yüz yüze geldik. Üstelik herifi fena halde özlüyorduk. Dokunsanız ağlayacak hale geldik. Hele ben, sinek kadar adama vurduğum için suçluluk duygusundan kendimi rakılara vermiştim. Gece gündüz Zülfü'yü aradık sorduk ama hiçbir yerde bulamadık. Zülfü gitti gider.

*

Uzun yıllar sonra Altan'la yine aynı odada çalışıyorduk. Ben Gırgır'ı yönetiyordum, o da Gırgır'da karikatür çiziyordu. Odaya Zülfü girdi. Maviş cıvıl gözleri olmasa tanıyamayacaktık.

Zülfü, şık mı şık iki dirhem bir çekirdek giyinmişti. Sanki boyu bile uzamıştı. Biz dur tut diyemeden atılıp ellerimizi öptü.

‘‘Köfte alayım mı abeyler?’’

‘‘Sen bunca yıldır ne cehennemdeydin?’’

‘‘Almanya'daydım.’’

‘‘Almanya'da ne halt ediyordun?’’
Zülfü,

‘‘Karikatür çiziyordum.’’ deyip koltuğundaki kitabı önümüze koydu. Kuşe káğıda basılmış nefis bir karikatür albümü...

‘‘Yoksa bunları sen mi çizdin?’’

‘‘Sayenizde abeylerim.’’
Karikatürler bize yabancı gelmiyordu ama usta işiydi.

Ben yetmişime geliyorum ne Hasan Kaçan'a, ne Mehmet Çağcağ'a, ne Gürcan'a ne Zülfü'ye ne de öteki Anadolu delikanlılarına akıl sır erdiremiyorum. Cafer Zorlu da Mahmutpaşa'da hırdavatçıydı ve çizmeye otuzundan sonra başlamıştı. Bir köylü çocuğu olan Sivas'lı Yakup Karahan da şu anda Hollanda'da bir mizah dergisi çıkarıyor ve yanında Hollandalı karikatürcüleri çalıştırıyor. Bunu bana lütfen birisi izah etsin. Yoksa merakım koynumda gideceğim.
Yazının Devamını Oku

Zıplayan tarih

29 Haziran 2003
Geçenlerde dedemden dinlediğim bir mahpushane öyküsü aklıma geliverdi. Pehlivan dedem kolay kızmazdı. Ama kızınca da tutabilene aşkolsun. Bu nedenle anneanneciğimin mahpushane ziyaretleri çokçadır. Son anımsadığıma göre genç ve şımarık bir müddeummiyi yani savcıyı ve de arkadaşlarını dövmüştü. Avukat olan babam dedemi hapisten zor çıkarmıştı. Dedem eve mahpushane hatırası olarak bir bit ordusuyla dönmüştü. Galiba uyuz da kapmıştı.

Çocuk yaşımda dinlediğim için öykünün inceliklerinin pek farkına varamamışım. Şimdi anımsayınca beni fena çarptı. Sizlerle paylaşmak istedim. Dedemden dinlediğim gibi anlatacağım.

*

Devir Abdülhamit devriydi. Edirne Mahpushanesi'nde 4 kişiydik. Balkan Savaşı'na katılsınlar diye mahpushaneleri boşaltmışlardı. Biz savaş sonrasının ilk mahpuslarıydık. İki efendiden delikanlı vardı. Biri evkafta biri vilayette katipmiş. Hafiyeler, bunları Cöntürk diye gammazlamışlar. Çünkü biri Fransızca biliyormuş. Öteki de cumaları camiye gitmiyormuş. Hatta oruç bile tutmuyormuş tövbe tövbe... (Dedem o zamanın lisesi olan idadi mezunuydu. Sarı Hafız namlı bir pehlivandı. Her ramazan oruç tutup ve Kuran'ı aslından okuyup hatim indirirdi. Ramazan ayından geri kalan 11 ayda da içerdi.) Mahpuslardan biri hırsızdı. Zorluk yılları, açlık yıllarıydı. İşe tavuk çalmakla başlamış, sonra işi büyütüp inek, at çalmaya vardırmıştı. Yıllar boyu yakalanmamıştı ve hepimizden zengindi. Uzun mahpushane gecelerinde uzun muhabbetler olur. Mahpushane yoldaşlığı yolculuk arkadaşlığı gibidir. En candan dostuna bile açıklamadığın sırları gece yarısı koğuş arkadaşına deyiverirsin. Çünkü, çıkınca birbirinizi artık görmeyeceksinizdir. Bir gece Muhsin'e sordum:

‘‘Kaç yıldır hırsızlık yapıyorsun?’’

‘‘Vallaa, ayını yılını unuttum Hafız... Yirmi beşimde miydim neydim? Hacıların çil horozunu kapıp sattımdı. Şincik ellisine vardımsa sen hesap ediver.’’

‘‘Bunca yıl, mahpushane seni adam etmedi mi?’’

‘‘Te be, benim bu ilk mahpusluğumdur. Daha önce hiç dam yüzü görmedimdi.’’

‘‘Onca yıl yakalanmamayı nasıl becerdin?’’

‘‘Abe Sarı Hafız, sen okumuş yazmış adamsın. Ama yine cahil kalmışsın. Bir hırsız niye çalar?.. Satmak için bittabii... Çaldığım koca davarı oturup yiyecek değilim ya! İşte mesleğin ince yanı nah burası; kime satacaksın?.. Tabiy ki seni yakalayacak olana satacaksın. Yani, zabıta amirine, hatta hakime satacaksın. Onlar altın yumurtlayan tavuğunu keser mi?’’

‘‘Öyleyse niye buradasın?’’

‘‘Salaklığımdan!.. Sarayiçli Hüsmen Ağa'nın ahu gözlü bir merkebi vardı. Eşek dersem sanma ki zelil bir karakaçan. Say ki miralayın bindiği bir küheylan!.. Merkebe atladığım gibi satmak için karakolun yolunu tuttum. Hakime olmazsa kolluğa en az üç altına satacağım. Kollukçular
'Ohoo Muhsin kızan, biz de seni bekliyorduk, hoş geldin sefalar getirdin' diyerek beni buraya tıktılar. Meğersem Sarayiçli Hüsmen'in gudubet kızıyla bizim kadı bozması hakim nişan takmışlar. Biz köylük yerde barındığımızdan Edirne'de olup bitenden haberimiz yok. Ben hırsızlıktan değil, bir nişan yüzüğü uğruna buraya düştüm Hafız.’’

Bir gün koğuşu kolluk bastı. Her bir köşeyi yıkayıp yundular. Bizi de önlerine katıp hamama götürdüler. Biz, bu saltanat nereden icap etti diye tefekküre dalmışken koğuşa Kolağası Yüzbaşı Deli Ferhat Bey'i getirdiler. Deli Ferhat Bey'i hiç görmemiştik ama namını duymuştuk. Mahkeme, pazaryeri, evkaf filan dinlemez, kırbacıyla bir dalıp dağıtır her bir yerleri yola yordama sokup nizam ve intizamı sağlarmış. Osmanlı'nın son savaşlarının tümüne katılmış. Madalyalarının hepsini bir kerede takamazmış. Çünkü ufak tefek kara kuru bir subaydı. Göğsü onca madalyayı takacak kadar geniş değildi. Ama bu sefer kafasını sert kayaya çarpmıştı. Hafiyelik edip İstanbul'da saraya haber uçurduğu ve Edirneli genç Osmanlıları gammazladığı için müftüyü önüne katıp yer misin yemez misin diyerek Edirne Çarşısı'nı dolandırmıştı sanırım. O sırada yeni kurulan gizli İttihat-ı Terakki Cemiyeti'nin üyesiydi.

Koğuşa girince sanki emir verilmiş gibi hepimiz hazırola geçtik. O da kıtasını teftiş eden bir zabit doğallığıyla ‘‘Rahat!’’ deyip bir ranzaya oturdu. Herhalde yapımdan ötürü beni gözüne kesmiş olacak ki yanına çağırdı.

‘‘Senin suçun ne?’’

‘‘Ben, bir Rum fırıncıyla iki oğlunu dövdüm.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Müslümanlara ekmek vermiyorlardı. Verdiklerinin içinden de çivi, çorap filan çıkıyordu.’’

‘‘Bu çocuklar kim?’’

‘‘Onlar Cöntürk.’’

‘‘Öyleyse bu gece kazmaya başlayacağız.’’

‘‘Nereyi?’’

‘‘Salak Hafız, tabii burayı... Dört, beş metre tünel açarsak duvarın dışına çıkarız. Sonrası selamet. Osmanlı çökmüş, bizi artık kim tutar?’’

Biz de kazmaya başladık. Kazıdan çıkan toprakları gömleğimize, koynumuza doldurup kollukçular bizi volta için bahçeye çıkarınca yere döküp üstünde tepiniyorduk. Kazıyı kaşıkla, yemek sahanıyla yapıyorduk. Bu yüzden karış karış ilerleyebiliyorduk. Cöntürk delikanlıların attığı nutuklardan ötürü beni de bir hürriyet ateşi sarmıştı. Sabah namazımı kılar kılmaz kazmaya başlıyordum. Hırsız Muhsin yan çizdiği için herifin güneş yanığı ensesine bir iki şaplak çekmek zorunda kalmıştım. Cöntürk'lerin kaleme alışmış ellerinin kazıya pek faydası olmuyordu. Ama 8 ay sonra duvarın dibine gelmiştik. Deli Ferhat, zabitan elbiselerini fora edip bitkin düşene dek kazıyordu. Onu yarı baygın sırtlayıp delikten ben çıkarıyordum. Bir gece yarısı topraktan çıkıp mübarek ayı görmüştüm. Demek ki duvarın dışına varmıştık. Kıçın kıçın bir koşu emekleyerek Ferhat yüzbaşıma muştuyu verdim. Ertesi sabah namazından sonra da kaçmayı düzenledik. Biz sabah namazını kılarken koğuşu yine kolluk bastı. Mahpushane müdürü elinde bir telgraf kağıdı,

‘‘Artık serbestsiniz. Aff-ı Şahane çıktı. Padişah Efendimiz hepinizi affetti’’ dedi. Biz hepimiz müdürün emrini ikiletmeden toplanmaya başladık. Ama Deli Ferhat,

‘‘Beni affedecek padişah daha Valide Sultan'dan doğmadı. Çıkmıyorum be!’’ diye gümbürdedi. Aylardır kazdığımız tünele mi yanalım, Ferhat Ağa'mızın kalmak istediğine mi yanalım? O şaşkınlıkla,

‘‘Biz de çıkmıyoruz’’ dedik.

Deli Ferhat,

‘‘Siz çıkın!’’ diye emretti. Biz de kös kös çıktık.

‘‘Ee, Deli Ferhat ne oldu atababa?’’ (Biz dedemize atababa derdik)

‘‘Sonra Kolağası Ferhat Bey'i bir gece tünelden çıkarken zaptiyelerin vurduğunu duyduk. Rivayete göre Hırsız Muhsin, bizim tüneli gammazlamış. Muhsin'i de Cöntürk İsmail vurmuş.’’

Nasıl yapyakın bir tarihten gelip de Örevizyonu kazanıp, yarı final oynayıp, Yaşar Kemal'imizin romanlarını yedi düvele okuttuğumuzdan haberiniz var mı? (Bin kerre özür dilerim) Ben gibi bir Osmanlı pelvan torununun Kembriç, Viyana Hukuk, Brüksel Üniversiteleri'nde konferans verebileceğini hayal edebilir misiniz? (Utandığım için gerisini söyleyemiyorum.)

Allah rızası için tünel kazmayı bırakmayın!


DUYURU


BİZ, İHTİYAR BOKSÖRLER KULÜBÜ yavrularımızı tekmeli, tepişmeli ve tehlikeli sporlardan korumak için bir yaz kursu düzenledik.

Hiç yumruk yemeden, saçı bile bozulmadan boks öğretiyoruz.

Boks yavrunuza hem beden hem ruh kontrolü sağlar.

Kursumuz 12 yaşından büyük kız ve erkek delikanlılara açıktır. (2 Avrupa Şampiyonu kız boksörümüz, makyajları bozulmadan Macaristan'dan yurda döndüler. Haberiniz var mı?)

Dersleri, Türkiye Şampiyonu ve milli olmuş efsane boksörlerimiz verecektir. (Vural İnan, Vedat Karakurum, Tacettin İçsel vb.)

Kurslar, en gelişmiş sağlık ortamlarında ve bilimsel ve de şenlikli yapılacaktır.

Veee en önemlisi,

BEDAVADIR!..

Ne yazık ki kurslarımız şimdilik sadece İstanbul'un iki yakası ile sınırlıdır. Dileyen bizi arasın.

Hasan Çolakoğlu (Sosyolog ve Milli Boksör): 0.212 544 32 07

ve ben (İst. Yıldızlar 2.'si ve Karikatürcü): 0.212 275 33 76
Yazının Devamını Oku

Hastayım, yazı mazı yok!

22 Haziran 2003
<B>‘‘Huysuz İhtiyar, rahatsız olduğu için bu haftaki yazısını yazamamıştır’’</B> diye yazıya başladım ve burada bitirmek niyetindeydim. Gerçekten en az 5 yerimden hastayım. Alçaklar teker teker gelmiyorlar ki... Beşi birden çullanıyorlar. Geçen sabah uyandım ama kalkamadım. Bel ve leğen kemiklerimdeki sancı yüzünden kalkmak bir yana, kımıldayamıyorum bile. Siz hiç sırtüstü dönmüş bir hamamböceği gördünüz mü? Debelenip durur ama bir türlü dönemez. İşte benim halim de böyle. Üstelik debelenmek şöyle dursun, burnumu bile kaşıyamıyorum. Kımıldayınca sancı azıyor. İşte bu durumda ne olur?.. Tabii, günde 3-4 paket sigaradan mütevellit 7.15 öksürüğü nöbetim tutar. Her köh köh edişte belime çiviyle delik delip kurşun akıtıyorlar.

‘‘Durun, işkenceyi kesin!.. Hepsini itiraf edeceğim... Evet onları ben öldürdüm. Kapalıçarşı'yı ben yaktım. Komşum Osman Bey'in bahçesinden dutları ben çaldım!..’’ diye iniliyorum. Ama asıl rezillik ondan sonra başlıyor. Benim ara sıra kekeme olan bağırsaklarım öyle şiddetli öksürüğe gelemez. Öksürmenin freni yok ki durdurasın. ‘‘Köhh!.. Köhh!..’’leri becerebildiğin kadar kibarca ve sarsmadan ‘‘Üh.. Ühh..’’lere çevirmeye çabalıyorum. Sonunda başucumdaki mendili dişlerimin arasına sokup ısırıyorum. Hem öksürüğe hem bel ağrısına az da olsa faydası oluyor. Ama bağırsaklarımdaki trafiğe mendil kár etmiyor. Adamlar yola çıkmış bir kere... Altımdaki ortopedik İngiltere'den ithal yatağa ödediğim milyonlar aklıma geliyor. Can havli ve para havliyle sağ omzumun üstüne dönüyorum. Yine iniltiler arasında devrilip kendimi dört ayak üstü yere bırakıyorum. Allah'tan yatağın hep kenarında yatarım. Böylece ağzımda mendil, inleye emekleye tuvalete doğru yola çıkıyorum. Sancıdan doğrulamadığım için yatak odasının kapısını bir banka kasasını açar gibi ustalıkla açıyorum ve koridora çıkıyorum. Hay çıkmaz olaydım, Elif'le burun buruna geldim. Aslında burun dize geldim. Elif, 20 yıldır benim çerimi, çöpümü, döküntümü temizleyip paklayan, evimizi yaşanır hale getiren bir emekçidir. Babasız kalmış 3 evladını dişiyle tırnağıyla büyütmüş, okutmuş ve adam etmiştir. Bizim aileden biridir yani. Benim zıpırlık ve tuhaflıklarıma şerbetlidir. Ama bu kez gerçekten şaşırdı. Ben de Elif'e ilk kez aşağıdan yukarıya doğru bakıyordum. Meğerse bizim Elif Bacı amma heybetli bir kadınmış.

‘‘Ne oldu aabey, yere bir şey mi düşürdün?’’

‘‘Daha değil, ama düşürmek üzereyim. Sen sorgu-suali bırak. Kenefe koş ışıklarını yak, kapısını da açık bırak. Sonra da gidip kendini mutfağa kilitle!..’’
derken tuttu beni bir gülme ki öksürükten tehlikeli!..

Yazı, hastane tabelasına dönmesin diye bilek şişmelerimi, gutlarımı, çarpıntılarımı, mide asitlerimi, Vagatonomi filan anlatmayacağım. Bu yaştan sonra da kızamık geçirip kabakulak olacak halim yok ya... Bu yaş dedim de aklıma geldi; bu yaş hangi yaş?

Siz bu yazıyı okurken ben yetmişe iki hapşırık kalmış olacağım. Yani bugün benim yaş günüm. Sanıyorum Çetin Altan'ın da yaşgünü. Bütün antikalar bugün mü doğuyor nedir?

Adama yaşgününde 68'e girdin diyorlar. Devlet bile kafakağıdıma bakıp 68'e girdin diyor. Ama kimse benim fikrimi sormuyor. ‘‘Girmek ister misiniz, ya da hangi yaşa girmek istersiniz?’’ gibisinden insana nezaketen sorarlar be!.. Belki 30 belki de 90 yaşıma girmek istiyorum.

Benim karikatür okurlarımın büyük çoğunluğu nedense hep erkekti. Biz hep erkek erkeğe ve sap sapa muhabbet kurardık. Altmışından sonra bu Huysuz İhtiyar yazılarına başlayınca okurlarımın cinsiyeti değişti.

‘‘Size bayılıyoruz... Ah ne güzel yazıyorsunuz... Kadınların duygularını sizin gibi anlayan yok...’’ gibisinden baş döndürücü iltifatlar mı istersiniz? Yoksa sokak ortasında Tarkan gibi çevrilip şapır şupur öpülmekler mi? Beğen beğendiğini... Üstelik bu hanımların yaşı kaç olursa olsun hepsi de bir içim su... Önceleri hoşuma sonra ağırıma gitmeye başladı... Demek ki beni dişleri dökülmüş bir çomar gibi ısırmaktan aciz ve tehlikeli barajını aşmış bir erkek yerine koyuyorlardı ki, dedelerini mıncıklar gibi oramı buramı burup mıncıklayıp gönül rahatlığıyla öpüyorlardı. Ben de hem kadere hem bu fıstık hanımlara isyan edip ‘‘20 yıl, 30 yıl önce nerelerdeydiniz be!..’’ diye naralar atmaya başladım.

* * *

Dün gece baston yardımıyla Eczacıbaşı'nın eğitim ve kültür hayrına yaptığı müzayedeye katılmak zorunda kaldım. Satılacak olan eserler biz karikatürcülerin seramikten heykelleriydi. Yarım trilyona yakın para toplanınca küçük, büyük bilumum dillerimi yuttum. Bence müzayedeyi yöneten Rafi Portakal, Selahattin Beyazıt'ı ve İnan Kıraç'ı batırdı. O yaştan sonra memuriyet, yöneticilik filan gibi bir iş aramaya başlarlarsa şaşmam. Rafi, öyle şeytan tüylü bir delikanlı ki, üçer beşer milyar arttırıyor, sonra da adamın gözüne bakıp,

‘‘Bu size yakıştı, diil mi Selahattin Bey, yoksa bunu bir Fenerli'ye mi kaptırmak istersiniz?’’ diye soruyor. Selahattin Beyazıt da GS'nin eski başkanı... Gaza gelip de 5 milyar daha arttırmamak mümkün değil. Bu delikanlı adamın azı dişinin dolgusunu müzayedeye çıkarır da dolguyu bir Mersedes fiyatına yine sahibine satar. Dayanamayıp,

‘‘Allah rızası için bir gün beni de sat Rafi!.. Belki üç beş kuruş ederim ve parayı kırışırız’’ dedim.

* * *

Anlatmak istediğim, Rafi'nin hüneri değildi. Ama sarhoş kafayla lafın ucunu zaptedemedim. Sarhoşluk vallahi içkiden değil. Avuçla ağrı kesici ilaç alınca adam zurna gibi oluyor. Bir büyük kaç para eder?..

İşte, dün gece ortamın en güzel yaşında servi endamlı bir hanım beni yine mıncıkladı. Ben de ünlü,

‘‘20 yıl önce nerelerdeydin?’’ naramı salladım. Hanım,

‘‘Şikáyetçi misin?’’ diye sordu.

‘‘Tabii, şikáyetim şekvam var! İnsan 20 yıl rötar yapar mı?’’

Kuğu boyunlu hanım, bebesini azarlayan bir anne gibi parmağını burnuma doğru salladı.

‘‘Şikáyet etme şükret, bunu da bulamayanlar var!’’ Aldı mı beni depremsel bir gülme... Bir ara yağmur yağıyor sanıp gözlüğümü sildim. Meğer gülmekten gözlerim yaşarmış.

* * *

Zaten bu hafta Mevlam bana ‘‘Gül ya kulum!’’ demiş. Ben de ağzımı bir tür toplayamıyorum.

Televizyonda haberleri izliyorum. Sıcaklarla birlikte Antep'te damdan düşmeler de başlamış. Antep dediğin kentin yarısı Paris, yarısı Şam... İnsanlar bin yıllardır Güneydoğu'da gecenin o cehennem sıcağına katlanamaz damda yatarlar. Çok da iyi ederler. Ama bin yıllardır niye patır patır düşerler anlayan beri gelsin. Ekranda oflayan, feryat eden dam kurbanlarını gördükçe hem içim acır, hem bir gülme tuttururum. Evin ağası son model otomatik Honda kullanır. Kıç cebinde telefonu da vardır. Evdeki çamaşır, bulaşık makineleri zaten tam otomatik ve elektronik beyinlidir. Ama evinin damına bin yıllardır korkuluk yapmaz. Niye yapmaz, hikmetinden sual olunmaz.

Ama en tehlikeli gülmeyi Başbakan'ımızın Malezya gezisinde yaşadım. Sayın Başbakan'ımızın Allah'ın sıcağında yorganlara sarınarak dolaşan sayın eşi duygulu, rikkatli, merhametli bir hanım olduğu için kimsesiz yavrular yurdunu da ziyaret etmiş. Dinci kanallarda izliyorum, bebeleri kucağına alıp öpüyor. Sonra da onlara ‘‘Hav ar yu?’’ diyor. Nasılsın diye İngilizce sorduğu bebe bir-iki yaşında. Bırak İngilizce'yi daha kendi dili olan Malezyaca'yı bile konuşamıyor. Bu arada TV anlatıcısı da Sayın Erdoğanlar'ın İngilizce'yi ilerlettiğini duyuruyor. İnsan bir buçuk yaşındaki Malezyalı çocukla niye İngilizce konuşmaya çabalar acaba?

İşte o gülme krizi sırasındaa.... Neyse gerisini anlatmayayım.

Uzun sözün kısası hastalık nedeniyle bu hafta dükkánımız kapalıdır. Yazı mazı yok, kusura bakmayın.
Yazının Devamını Oku