Geceyi yağmur altında ve ayazda geçirmiş bir kedi yavrusu gibi perperişan titrek adımlarla geldi. Masanın önündeki koltuğun bir ucuna poposunun yarısıyla ilişti.
Armut sapı gibi boynunu büküp gözlerini yere dikti. Benim de yüreğim yine unufak oldu. Birkaç zamandır görünmediği için herifi zaten merak ediyordum. Aklıma kötü kötü düşünceler geliyordu.
‘‘Yine ne oldu?’’
‘‘Gazeteden attılar.’’
‘‘Bir yerde 15 günden fazla çalışmayı beceremiyorsun be! Seni o gazeteye sokabilmek için ne diller dökmüş, ne taklalar atmıştım. Yine ne halt ettin?’’
‘‘Yazı İşleri Müdürü'ne küfür ettim.’’
‘‘Niye?’’
‘‘Çünkü, senin için çok ağır laflar söyledi.’’
‘‘Allah Allah, Cavit böyle bir şey yapmaz. Birbirimizi severiz. Aynı gazetelerde yıllarca çalışmıştık.’’
‘‘Bana inanmıyorsan Kenan'a, Tanju'ya filan sor. Onlar da oradaydı. Söylediklerini tekrarlamak istemiyorum.’’
‘‘Neyse sen şimdi şu yirmiliği al, sıcak bir çorba filan iç. Birkaç gün sonra yine uğra. Başka bir iş bakarız.’’
‘‘Ben birkaç güne çıkmam.’’
‘‘Hasta mısın?’’
‘‘Şimdilik değilim ama, iki gün içinde mutlaka zatürree olurum.’’
‘‘Nereden biliyorsun, falcılığa mı başladın?’’
‘‘Bunu bilmek için falcı olmak gerekmez.’’
Yine boynunu büktü, sesi titredi.
‘‘Üç gündür sokakta yatıyorum. Otele 2 aylık borcumu ödeyemediğim için herif beni sokağa attı. Sırtımda bir kazağım bile yok. Her şeyime el koydu alçaklar.’’
İçim yine cız etti. Bu çocuğun çilesi bitmiyordu bir türlü.
‘‘Biliyorsun bizim ev kalman için elverişli değil. Zaten kayınvalide de bizde. Ben, şimdi Yavuz'a telefon edeceğim. İşler düzelene kadar birkaç gün onda kalırsın.’’
Yine boynunu büküp ayaklarını sürüyerek gitti. İçimdeki acıma duygusunun yanında bir de öfke vardı. Bunca yıllık dostum Cavit, bana nasıl küfür ederdi. O öfkeyle işten erken çıkıp Cemiyet lokaline gittim. Kendi kendime homurdanarak bir ufak rakıyı bitirmişim. Benim kurmak gibi kötü bir huyum vardır. Bazen, kura kura pireyi deve yapıp kendimi azdırırım. Tam hesabı görüp kalkıyordum ki Cavit ve üç arkadaşı kapıdan girmez mi? Artık beni kim tutar?..
‘‘Ulan hımbıl, arkamdan ne döşeniyorsun?.. Beş paralık erkekliğin kaldıysa lafını yüzüme karşı söyle!’’
‘‘Sen benim için dönek, ajan, patron yalakası demeye utanmıyor musun be karikatürcü parçası!..’’
‘‘Lafı kıvırma özür dile Yanardöner Cavit!’’
‘‘Hattir lan sırık!’’
Günah benden gitmişti. Herif, özür dileyeceğine bir de babalanıyordu. Bir ufak rakının da verdiği pazu gücüyle Cavit'e bir tane patlattım. Herif, bir süre yere paralel uçtu. Sonra da bir masanın altında kayboldu. Zaten ufak tefek biriydi. Ama yanındakiler ufak tefek birileri değildi. Hele, Cavit'in spor servisinde maç eleştirisi yazan futbolcu eskisi yarmanın eli çok ağırdı. Alçak garsonlar, bizi aylar sonra ayırdılar. Zaten, artık ayırmasalar da olurdu. Üç herif beni yeterince çiğnemişlerdi.
* * *
Yavuz, ağzındaki patlıcan salatasını yuttuktan sonra,
‘‘Demek bu alnındaki yarık izi o dayaktan kalma’’ dedi.
‘‘Yalnız o iz değil, nah alt çenemdeki bu diş boşluğu da o günün hatırası.’’
Ressam Yavuz, klişeci Artin ve ben ılıman bir bahar akşamı salaş ama denize nazır bir meyhanede geçmişten laflıyorduk. İstanbul'un belki de en güzel yanı zengin maganda saldırısından canını kurtarabilmiş, alçakgönüllü deniz gören bir meyhanenin hálá bulunabilmesidir. İzmir'i de çok severim. Ama Kordonboyu'ndaki meyhaneler hem can yakar, hem de cep... Çoğu da sadece meyhane dekorudur.
‘‘Sen onu bana gönderince alıp eve getirdim. Benim Güner'i bilirsin, merhametin resmini yapsan bizim Güner'i çizeceksin. Sayesinde Merter'in sokak kedileri ve itleri şişmanlıktan başpehlivana döndüler. Güner, onun perişan halini görünce gözyaşlarını tutamadı. Alıp banyoya götürdü. Bebekler gibi yundu yıkadı. İçinde B vitaminleri eritilmiş kıtır ekmekli tarhana çorbaları pişirdi. Bilirsiniz herif iskelet gibiydi. Elleriyle portakal suları sıkıp incik kebapları yedirdi. Herif bir hafta içinde benim pijamalara sığmamaya başladı. Ne yalan söyleyeyim biraz bozulmadım değil. 30 yıldır evliyiz, ben daha böyle ihtimam görmedimdi. Ama daha çok evden elbiselerim, kitaplarım eksilmeye başlayınca bozulmaya başladım. Güner'in pazara gittiği bir günü kollayıp herifin ümüğüne bindim. Tırtıkladığı öteberimin hesabını sordum. Gözleri doldu, boynunu büktü, 'Oğluma para göndermek zorundayım. Bunca yiyip içtikten sonra senden üstüne bir de diş kirası isteyecek değildim ya' dedi.
‘Sen hiç evlenmedin ki oğlun nasıl oldu?’
Sesi titremeye gözleri dolmaya başladı.
‘Bir gençlik hatasıydı. Ama görsen mavi gözlü, sarı perçemli gürbüz bir delikanlı. Bayılacaksın. Tam da senin oğlanın yaşında... Üstelik sınıf birincisi.... Ama çocuk şeker hastası.’
Bilirsiniz, ben öyle çabuk duygulanan, sulu gözlü biri değilimdir. Ama adeta yüreğim yarıldı. Üstelik benim Kabataş Lisesi'nden de sınıf arkadaşımdı hergele. Gözyaşları içinde boynuna sarıldım. O günden sonra da günlük yevmiye vermeye başladım.’’
‘‘Sonra sizden nasıl ayrıldı?’’
‘‘O ayrılmadı, biz ayrıldık. Ona bir iki iş buldum. Kimini beğenmedi, kiminin parasını az buldu. Sonra da benim boyalarımla evde resim yapmaya başladı. Meğer çocukluktan beri ruhunun derinliklerinde ressam olmak yatıyormuş. Önce komşu kızlarının portrelerini çizdi. Sonra da alt kısımlarını hayal edip çıplak resimlerini yaptı. Bizim blok halkı ayaklandı. Özellikle Şule'nin babası Remzi Bey, av çiftesiyle kapıya dayanınca çok korktum. Adam başçavuş emeklisi ve beş vakit namazında... O resmin Şule'nin değil de Bruk Şilds'in fotoğrafından kopya edilmiş bir resim olduğunu ispatlayana kadar göbeğim çatladı.’’
‘‘Dur laf karıştı. Biz ayrıldık dedin değil mi?’’
‘‘Evet otuz yıl sonra Güner'le ayrıldık.’’
‘‘A benim salak oğlum, Güner gibi Osmanlı karı bırakılır mı?’’
‘‘Ben bırakmadım ki o beni bıraktı.’’
‘‘Niye yahu?’’
‘‘Bizimki oturmuş kırdığım cevizleri Güner'e bir bir anlatmış.’’
‘‘Yoksa, Süheyla'dan da söz etmiş mi?’’
‘‘Hem de bire bin katarak! Ama hıyar sonunda boyalardan, incik kebaplarından, sabahlara kadar videoda film seyretmelerden oldu. Güner babaevine gidince ben de evi kiraya verdim.’’
Artin gözlerini akşamüstü güneşinin menevişlediği sulara daldırmış hiç konuşmuyordu.
‘‘Herif, sokakta kalınca Artin perişan haline acıyıp onu işe almıştı. Öyle değil mi Artin?’’
‘‘Öyle... Haline o kadar acımıştım ki eve gidip iki lokma yemek yerken bile acı dolu yüzü, bükük boynu gözümün önüne geliyor, lokmalar boğazıma diziliyordu. Sonunda, benim klişe atölyesine ve matbaaya onu yönetici olarak aldım. Çok da sıkı çalışıyordu. Daha 3. ayda matbaanın işleri yüzde 40 artmıştı. İki büyük firmanın ambalaj işlerini almıştı.’’
‘‘Eee, sonra?’’
‘‘Sonra ben merhametimi sizin kadar pahalı ödemedim. Yani, dayak yemedim. Karımdan ayrılmadım. Sadece 3 ay yatıp çıktım.’’
Bir cetvel kadar dümdüz ve namuslu Artin'in yargıcın hapis kararını dinlerkenki şaşkın yüzü gözümde canlandı.
‘‘Benim haberim yokken müşterilerden gidip paraları toplamış. Adamlara da naylon faturalar kesmiş. Ben kutuların baskı ücretlerini isteyince iş meydana çıktıydı. Ben alacaklıyken naylon faturacı oldum. Bundan sonra biri 'Ben ölüyorum bir bardak su ver!' dese geçer giderim.’’
Tam o sırada Artin'in kalfası Yavvu (biz öyle derdik, adını hálá bilmiyorum) bir telaş içeri girdi.
‘‘Artin Usta, bizimki kalp krizi geçirmiş. Şimdi sağlığı iyiymiş. Ama Amerikan Hastanesi'nde rehin kalmış. Sizi çağırıyor.’’
Birbirimize sırıtarak baktık. Ağır ağır rakılarımızı bitirip hesabı ödedik. Yavuz,
‘‘Ben sinemaya gidiyorum’’ dedi.
Artin, ‘‘Bana müsaade... Bu gece konuklarım var’’ dedi. Ben de,
‘‘Bu gece Avni çizeceğim, hoşçakalın’’ dedim. Sonra hepimiz tesadüfen Amerikan Hastanesi'nde buluştuk.