‘‘Babamın küçük bir bakkal dükkánı vardı. Dükkán küçüktü ama yarısı boştu. Babam, mal alıp dükkána koyacak sermayeyi bir türlü denkleştiremezdi. Sermayenin yarısı müşterilerdeydi.
Babamın yüzü tutmaz, konu komşuya hesap açar sonra da toplayamazdı. Eski Üsküdar'ın fakir bir mahallesinde otururduk. Zaten, zengin mahallesi de pek yoktu. Ben, okul çıkışı dükkána gelir, babama yardım ederdim. Okul ödevlerimi bile bakkál tezgáhında yapardım. Babam geç evlendiği için benden çok yaşlıydı. Zar zor geçinirdik. Kahvaltımızı müşterilere satamayacağımız peynir kırıklarıyla ve satılmamış bayat ekmeklerle yapardık. Babam eve helva kırıntıları ya da kurumuş pestil getirdiği zaman bayram ederdik.
Ortaokulu bitirdiğim yıl babam vefat etti. Dükkánı çekip çevirmek evin tek oğlu olduğumdan bana kaldı. Ben de ilk iş olarak veresiyeyi kestim. Komşularımızın çoğu bize küstü. En çok küsenler de en çok borcu olanlardı. Dükkánı işletmeye başladığım zaman ilginç bir durumun farkına vardım. Memur ve işçi aileleri ay başlarında pek görünmüyor, ayın ortasından sonra benden alışveriş yapıyorlardı. Yani insanlar parası olunca çarşıya inip büyük dükkánlardan ya da marketlerden alışveriş yapıyorlardı.
İlk işim Arap Yaşar Abi'ye 4 şişe rakı götürmek oldu. Arap Yaşar, o zamanlar Üsküdar'ın tek tabelacısıydı. Dördü peşin dördü taksitle 8 şişe küçük rakıya bana kocaman bir tabela yazdı. Arsenal Market!.. O sıralarda İngiliz Arsenal Takımı çok ünlüydü. Ben de gavurca bir isim koyarsam dükkán sınıf atlar diye düşünmüştüm. Sonra da dükkánı bir güzel boyadım.
Sabahları saat 4'te Çakır'ın sandalını ariyet alıp Salacak'ta balığa çıkmaya başladım. Mahalle halkı lengerde oynayan taze balıkları görünce dayanamıyordu. Tuttuğum balıklar öğleyi bulmadan satılıyordu.
Okuldan arkadaşım Recep'in babası matbaacıydı. Bir gece Recep'lere gittim. 2 kilo pirinç, 4 kilo kurufasulye ve taksitle 10 lüfer karşılığında 200 tane üstü kırmızı Arsenal Market yazılı kesekağıdı ısmarladım. O zamanlar torba, poşet filan yoktu. Her şey açık satılırdı. Pirinç, fasulye, nohut ne buldumsa tartıyla kiloluk, yarım kiloluk amblemli kesekağıtlarıma doldurdum. Açık isteyene daha ucuz, kapalı isteyene daha pahalı satmaya başladım. Bir haftada bütün kesekağıtlarım tükendi. Müşterilerim artık aybaşında da alışverişe gelir oldu. Mahalle halkı sayemde sınıf atlamıştı. Tabii, o yıl okulu bıraktım.
* * *
Çarşı içinde içerlek bir dükkán vardı. Ermeni yaşlı bir hanım işletiyordu. Basma, makara, düğme filan satıyordu. Birkaç gün bizim dükkánı ablama bırakıp Alptekin Pastahanesi'ne gidip oturdum. Karşıdaki dükkána girip çıkanı saymaya başladım. Günde ortalama 8-10 kişicik geliyordu. Ama benim o dükkánda aklım kalmıştı. Arsalardan topladığım koca bir buket çiçekle Ermeni Hanım'ın kapısına dayandım. Allah'ın emri Peygamber'in kavliyle dükkánını satın almak istediğimi söyledim. O da satıp yaşamının son yıllarını Ada'daki evinde geçirmek istiyormuş. Ama dükkán kör bir noktada olduğu için talibi çıkmıyormuş. Ermeni Hanım sıkı pazarlıkçıydı. Sonunda anlaştık. Anlaştık ama bende değil dükkánı, kapısını bile alacak para yoktu.
Dükkán rüyalarıma giriyordu. Güzel kızlara ipekli kumaşlar, gecelikler, kombinezonlar satıyordum. O sırada çarşıda Yapı ve Kredi Bankası yeni bir şube açmıştı. Üç gün kapısında bekleyip sonunda müdürle görüşebildim. Adamdan kredi istedim. Yaşımı sordu. 16 deyince güldü ve 2 yıl sonra gelmemi söyledi. Oysa Ermeni Hanım yaşıma aldırmamış bana inanmıştı. Ağlamamak için dudaklarımı dişleyip eve döndüm.
Ertesi gün ‘‘Kredi istiyorum!’’ diye koca bir pankart yazıp bankanın karşısındaki kaldırıma gidip oturdum. Gelen geçen başıma toplanmaya başladı. Bir ara karakola bile götürdüler. Ama kredi istemek suç değildi ki. Üçüncü gün evi ve alacağım dükkánı ipotek edip annemin adına krediyi aldım. Dükkánı kapatıp Arap Yaşar Abi'yle her gün bir büyük rakı, yarım kilo pastırma ve helva karşılığında dükkánı yeniden boyayıp dekore ettik. Krediden artan parayla Bursa'ya gidip modası geçmiş ucuz empirme ve ipekli kumaş aldım. O zamanlar daha manken filan bilinmiyor. İki güzel Rum kızını tezgáhtar olarak işe aldım. Kız Sanat Enstitüsü'ne gidip Bursa'dan getirdiğim kumaşlardan onlara üçer kat elbise diktirdim. Arada bir de dükkánın önüne çıkıp durmalarını söyledim. Vitrine de kocaman ‘‘İşte yeni Paris modası’’ diye yazılar yazdırdım. Tabii, bununla da kalmadım, uyduruk bir fotoğraf makinesi edinip elbiselik kumaş alan müşterilerimizin şip-şak resimlerini çekip bedava vermeye başladım. Komşum Foto Kenan Abi, biraz bozulduysa da resimleri basmaya devam etti. Rahmetli ne tatlı adamdı.
Dükkána müzik de koymuştum. 45'lik plak çalıyorduk. Benim manifatura dükkánı çarşının şenliği olmuştu. Krediyi vadesinden önce ödedim. Yeni aldığım krediyle de ilk trikotaj atölyemi açtım.’’
Cevat Reis, lafın burasında soluklandı. Rakısından okkalı bir yudum alıp üstüne limon sıkıp ezdiği kırmızı biberli tahin helvasıyla rakıyı yedekledi. Koskoca Profesör Cevat Bey'e hepimiz Cevat Reis derdik. Sandalının yamacına yine bir çilingir sofrası kurmuştuk ve yine aynı öyküyü nefes nefese heyecanla dinliyorduk.
‘‘İngiliz kumaşını anlat Cevat Reis.’’
‘‘Ohho, o dokuma ve konfeksiyon fabrikalarımı açtıktan çok sonraydı. Askerliğimi yaparken erlerin pantolonlarının diz ve kıç yerlerinden çabuk epridiğini farketmiştim. Türk insanı yere oturmayı sever ve namaz kılar. Orduya diz ve oturak yeri özel dokunmuş kumaş teklif ettim ve ihaleye girenlerden yüzde 20 daha ucuz fiyat verdim. İhaleyi kazanıp İngilizlerle ortak tam 4 dokuma fabrikası açtım. Sonra da İngiltere'ye araştırma için gittim. Kembriç Üniversitesi'nde profesörlerle iplik elyafı üstüne deney yaparken ‘‘Ben niye burada okuyamadım’’ diye içim cız etti. Türkiye'ye dönünce hem işlerimle uğraştım hem de açıktan liseyi bitirdim ve üniversiteye başladım. İşletme Fakültesi'nde okurken ilk 5 yıldızlı turistik otelimi açtım. Özal turizme büyük önem veriyordu ve yatırımcılara kolaylık gösteriyordu. Turizm şirketinin başına çekirdekten turizmci Teoman Ermete'yi getirdim. Diğer işleri yönetim kurulları zaten tıkır tıkır yürütüyordu. Doktoramı Kembriç Üniversitesi'nde yaptım. Onlara büyük bir laboratuvar kurup armağan edince Kembriç'te okutman olarak işe başladım.
Tabii, bu arada İngiltere'deki şirketi de ortakların hisselerini düşürüp büyüttüm. Teknoloji öylesine gelişmişti ki telefon, faks ve bilgisayarla bir odadan bütün şirketlerimi yönetebiliyordum.
Artık Türkiye'den iplik ithal edip İngiltere'de kimyasal işlemlerden geçirtip ve dokuttuktan sonra İngiliz kumaşı olarak yalnız Türkiye'ye değil, bütün dünyaya pazarlıyordum. Bu arada Kembriç Üniversitesi'nde profesör de olmuştum. Tabii, seyrek ders vermeme rağmen bu profesörlükte King's Kolej'in restorasyonunu inşaat şirketime bedava yaptırmamın da payı olduğunu itiraf ediyorum. King's Kolej çok yüzyıllık koca bir şatoydu.
Bir gün 5. tatil köyümün açılışını Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel yaparken yüreğimde bir sıkıntı, gırtlağımda bir yumru hissettim. Büyük işler yapmış, büyük başarılar kazanmıştım. El attığım her işin hakkından gelmiştim. Ama bunları yapmak istemiş miydim acaba? Ben bunları mı yapmak istemiştim? Bunca başarıya rağmen niye sıkıntı ve bıkkınlık içindeydim? Biraz geç olmuştu ama ömrüm boyu ne yapmak istediğimi nihayet bulmuştum. Uzakta bir sandal, güneşli suların içinde nazlı nazlı sallanıyordu. Altmışımdan sonra BEN SANDAL YAPMAK İSTİYORDUM!’’
Cevat Reis, üç yıldır Salacak'ta elleriyle sandal yapıyordu. En güzel ağaçları alıyor, ölçüyor, biçiyor, elindeki plana göre titizlikle çatıp çakıyordu. Sandalı denize indireceğimiz gün hepimiz oradaydık. Beyaz, turuncu ve mavi renkli gelin gibi sandalı hisaa edip alkışlar arasında kaydırağının üstünden denize koyverdik. Arsenal adlı çiçeklerle süslü sandal suyun üzerinde gelgitle biraz oynadı, sonra da yavaş yavaş battı.