Oğuz Aral

Ya vezir olacaksın ya rezil!..

15 Haziran 2003
Hafta başında bizim yönetimden telefon geldi. ‘‘Bu hafta büyük sınav haftası... Hürriyet ekte köşesi olanların yazılarını sınav üstüne yazmalarını düşündük.’’

‘‘Aman, pek güzel düşünmüşsünüz. Eskiden de bayram günleri bütün köşe yazarları yazılarını hep bayram üstüne yazarlardı. Çocukken nasıl el öpmeye gittiklerini, nasıl mendile düğümlenmiş 10 kuruş bayram harçlıklarını alıp bayram yerine koştuklarını ve pamuk helvası alıp kayık salıncakta nasıl kolan vurduklarını anlatırlardı... Yani, al birini vur ötekine... Gazetelerde okunacak köşe kalmazdı.’’

‘‘Bizim yazarlarımız usta yazarlardır. Fok balıklarının cinsel hayatı üstüne bile yazsalar okunurlar!’’
Ben de ‘‘bizim yazarlarımız’’ takımından sayıldığım için emir kokulu bile olsa bu iltifata nasıl itiraz edebilirdim?

52 yıllık basın yaşamımda yönetim bir şey isterse yapılması gerektiğini nihayet öğrenmiştim. Hele yönetim, hanımlardan kuruluysa istekleri bir ‘‘kader’’ gibi kaçınılmaz olarak yerine getirilmeliydi. Yüzüme en dayanılmaz masum ve acıklı ifademi takındım. Boynumu göğsüme doğru büktüm. Alt dudağımı da ağlamaya hazır bebeler gibi sarkıttım. Kazık kadar herif de olsanız bu yürek paralayıcı pozlara hiçbir ana yüreği dayanamazdı.

‘‘Yalnız yazı yine geç kalmasın Oğuz Bey!..’’

Demek ki Neyyire Özkan ve Emel Armutçu taş yürekli birer anneydiler ya da bu acıklı hallerim telefondan görünmüyordu.

* * *

Babam gencecik ölmüştü. Anneciğim 29 yaşında 3 çocukla baba evine sığınmıştı. Bir çocuğu kurtarmanın tek yolu devletin bir okuluna yatılı olarak sokmaktı. Beni Kuleli Askeri Lisesi'ne göndermeyi düşündüler. Bu düşünce bana da cazip geldi. O yıllarda subaylarımız körüklü parlak çizmeler giyerlerdi. Yürürken de cırrt cırrt öttürürlerdi. Hatta kışın palto giymez, çok fiyakalı mavi bir pelerinle örtünürlerdi. Bir delikanlı subay yoldan geçerken genç kızlar sinekler gibi camlara yapışırlardı. Başvuranı çok olduğu için Kuleli'nin sınavları sırat köprüsünden bale yaparak geçmekten beterdi. Birinci, ikinci filan olamadım ama yüzlerce kişinin içinde onuncu da olmadım. Çok parlak bir not aldım. Matemli evimizde şenlik vardı. Ama beni Kuleli'ye almadılar. Çünkü boyum ve enim devletin koyduğu standart ölçülerin bir hayli altında çıktı.

Bilgi sınavını becermiştim ama sağlık sınavını geçememiştim. Beni cüce sanmışlardı. Çünkü, doğum tarihime bakmamışlardı. Ben ilkokula 3. sınıftan başladımdı. Sınıf arkadaşlarımdan hep 2 yaş küçüktüm. Bu nedenle subay olamadım.

Geçen yıl Cumhurbaşkanı'mızın bir kabul gününde Avni hayranı, zarif ve esprili ve de çok yıldızlı bir generalimizle muhabbete durduk. Ben bu sınav anımı anlattım. O da ‘‘Demek ki sen bizim kara ordusunun sizin basın ordusuna bir hediyesisin. Kıymetimizi bilin’’ dedi. Sevimli generalin boyu benim çeneme zor geliyordu.

Yahu, ben bunları daha önce yazmış mıydım acep?.. İçimde öyle bir duygu var. İhtiyarlık güzel meslek ama, ah bunaklık olmasa!..

* * *

Üçgenlerin iç açı toplamları bütün okullarda 180 derecedir ya... Acep ukalalar için öyle midir? Yıllardan bir yıl günlerden bir gün matematik sınavı var. Bana da üçgenli bir soru geldi ve kıyamet koptu. Çünkü soru düzlem geometrisine göre... Ama dünyada düzlem yok ve her yer yuvarlak. Hele benim gibi baş ukalalar için yuvarlaktan da yuvarlak!.. Yani dünyanın üzerine çizdiğimiz bir üçgenin iç açıları toplamı hiçbir zaman 180 derece etmiyor, daha fazla çıkıyor. Ben de üçgenin iç açıları toplamını 270 derece olarak hesapladım ve sonuç tabii yanlış çıktı. Ama hamdolsun aynı ukalalığımı 70'ime doğru da sürdürdüğüm için size açıklamak isterim. İşte dünya... Kutuptan ekvatora bir dik inerseniz 90 derece açı yapar. Yine aynı kutup noktasından 90 derece bir açı alıp ekvatora bir dik indirirseniz o çizgi de ekvatorla 90 derecede kesişir. Üç adet 90 derece etti mi sana 270 derece!.. Üçgen de dünya üzerinde çizilmiş bir üçgen!.. Çizimle nah şöyle:

Öğretmenim de bana,

‘‘Aferin, uzay geometrisinden geçtin. Ama Öklid geometrisinden kaldın!’’ deyip o yıl beni matematikten bütünlemeye bırakmıştı. Ukala hoca ne olacak!..

* * *

Aslında yaşamın her zamanı herkes için bir sınav!.. Doktorlar için her hasta, her ameliyat bir sınav. İşadamı için yatırım sınav... Her aşk bir sınav... ‘‘Ya onu mutlu edemezsem’’in yürek töpürtüsünü hangi okul sınavında yaşayabilirsiniz? Bir boksör, bir futbolcu ya da benim platonik aşkım Süreyya Ayhan için her koşu bir sınav!.. Köşe yazarıdaşım Pakize Suda için sahneye çıktığı her gece bir sınav... Onu izlemeye gelenlerin keyif ve mutluluk beklentilerini ya karşılayamazsa?..

Sınavcılardaki ‘‘Ya kazanamazsam, beni sevenlerin, benden başarı bekleyenlerin düş kırıklığına nasıl katlanırım?’’ korkusu nasıl bir zülum!..

BÜTÜN SINAVLAR VAHŞİDİR!..

Yaşam boyu seni Kollezyum'da yırtıcı ve adam eti yeme konusunda tecrübeli arslanların önüne atarlar. Bazen arslanı yenersin ama yaşamı yenemeyebilirsin. Çünkü, bütün sınavlar SAÇMADIR!..

* * *

Benim hocalık yıllarım öğrencilik yıllarımı bir hayli geçti. Eh, hocaysan ne öğretip ne öğretemediğini anlamak için sınav yapacaksın. Böylece, yaptığım sınavlar girdiğim sınavları katladı. Tüyü yeni bitmiş Gırgır'ın taze karikatürcüsü Hasan Kaçan'ın Türkçesi bir felaketti. Arkadaşlarıyla konuşurken ‘‘Annıyon mu agaa?’’ gibisinden sesler çıkarıyordu. Güzel çizip daha güzel espri bulduğu için o gencecik yaşta Gırgır Dergisi'nin yönetim kurulundaydı. Hasan'a bir kısım Kayserili, bir kısım Kasımpaşalı bir tercüman bulamadığımız için Türkçe öğretmeye karar verdim. İlk ev ödevi olarak da Kemal Tahir'in Devlet Ana romanını okumasını söyledim. Bir hafta sonraki toplantımızda Hasan'ın ev ödevini yapmadığı anlaşıldı. Ben de acımasız bir hoca olarak gelecek hafta Devlet Ana'yı okumazsa maaşından can yakıcı bir ceza keseceğimi Hasan'a Kasımpaşaca anlattım. Sınav haftası gelince Hasan Kaçan'a Şövalye dölö Manş ile Osman'ın anası arasında neler geçtiğini sordum. O da bir on dakika anlattı. Anlattıkları romandan daha heyecanlıydı. Ama dölö Manş'la Devlet Ana karşı karşıya hiç gelmemişlerdi. Zaten romanda o isimde bir herif yoktu. Böylece Hasan'ın Don Kişot'u da okumadığı anlaşıldı. Ben de maaşının dörtte biri kadar bir cezayı hart diye kestim.

İşte sınıfta kalıp babasının aylık kazancı kadar ceza ödeyen Hasan Kaçan, şimdi o akıcı Türkçe'siyle televizyondaki ‘‘Ekmek Teknesi’’ dizisinin kocca senaryosunu yazıyor, bülbüller gibi Türkçe şakıyor. Zaman zaman ben de heyecan içinde izliyorum. Ben size bütün sınavlar saçmadır demedim mi?

* * *

Bizim Mecidiyeköy'de şirin bir ekmek fırını vardır. Sevimli ve esprili iki delikanlı işletir. Dün fırına gittim.

‘‘Bana bak Ragıp, üçgenlerin içaçı toplamları 180 derece, Yavuz Sultan Selim de 1517'de Hilafeti Gansu Gavri'den aldı. Ayrıca diz iz a bred’’ dedim. O da ‘‘Tamam abi, sınavı kazandın, al sana bir bred’’ dedi.

‘‘Ben ekmek istemiyorum ki!’’

‘‘Ya ne istiyorsun?’’

‘‘Aferin istiyorum. Ama sınavı geçemezsem de aferin istiyorum.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Sen sınav cehennemine girip çıkmayı kolay mı belledin?’’

Not: Ben de bu ısmarlama yazı sınavından geçtim mi acaba?
Yazının Devamını Oku

Viva ukalalık!..

8 Haziran 2003
Sıcaklardan mıdır nedir son günlerde üstümü başımı bir ukalalık bastı. Ukalalık ettikçe kendimi daha genç hissediyorum. Ukalalık daha çok genç adam işi çünkü. Ukala sözcüğü, Arapça akıl (akl) sözcüğünden geliyor. Bilgiçlik taslayan, her konuda mutlaka fikir sahibi olan maydanozlara deniyor. İngilizce karşılığı tam yok ama mecazen smart, vayz gay filan diyorlar. Tam Türkçe karşılığı olarak ‘‘köşe yazarı’’ ya da ‘‘Sabancı’’ terimini de kullanabiliriz. İşte bu yazdıklarım ukalalıktır.

KİM EZİLSE BİTER ACABA?

Allah gani gani rahmet eylesin, önemli bir gazetecimiz güpegündüz yaya geçidinde otobüs altında kalıp yaşamını yitirince medyamız aniden trafik terörünü yeniden keşfetti. Sayfa sayfa trafik yazıları ve TV'lerde trafik oturumları gırla gitmeye başladı. Ulaştırma Bakanlığı'ndan, Trafik Müdürlüğü'nden, Belediye'den hesap sormalar mı istersin, şoförlerin kaçta kaçı ruh hastası üstüne araştırmalar mı?.. Seç seç al... (Bu kampanya bir hafta sürer.)

Oysa trafik teröründe ölenlerin ve yaralananların sayısı depremlerdeki kaybımızı defalarca katlar. Yanlış hatırlamıyorsam Başbakan'ımız Erdoğan'ın oğlu bile arabasıyla yılların ses sanatçısı Sevim Tanürek Hanım'ı ezip öldürmüştü. (Ve tabii ceza almamıştı. Zaten ülkemizde suç ve ceza ilişkisi şinanaynom!)

İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar asker, kadın, çocuk demeden 22 milyon Rus'u öldürmüşlerdi. Sovyetler Birliği'nde şehit vermemiş tek aile kalmamıştı. Yakında Türkiye'de de bu trafik katliamına kurban vermeyen tek aile kalmayacak sanırım. Türkler deprem felaketine kader diyor. Ama yaya geçidinde paspal bir otobüs altında can vermek de kader mi be!.. Markalı kader olur mu? Murat marka, BMW marka, Mersedes marka kader olur mu? Sen otoyollara, asfaltlara milyarlarca dolar yatırım yap. Ama o araçları kullanacak, o yollarda gezecek insanına beş kuruş yatırım yapma ve öğretme... Çünkü, ötekilerden para kazanıyorsun. İnsana yatırımın kısa vadede avantası yok ve bizde zaten onlardan çok var.

Neyse, ünlü biri tekrar trafik kazasına kurban gidene kadar trafik ukalalığımıza son verelim.

TÜRKÇE Mİ, TURKISH Mİ YOKSA TURKCHE Mİ?

Biraz önce Mercedes yerine Mersedes yazdım, wise guy yerine de vayz gay... Siz de farkındasınız sanırım, yabancı sözcükleri yıllardır o dilde yazıldığı gibi değil, inatla Türkçe okunduğu gibi yazıyorum. Zaten Osmanlı'dan miras aldığımız Arapça, Farsça, Fransızca ve Türkçe karışımı dilimiz 2.Dünya Savaşı'ndan sonraki Marşal Planı sayesinde tam bir aşureye döndü. Türk Basını yeni efendilerin dili olan İngilizce'yi keşfetti. İngilizce konusunda ne denli allame olduğunu yedi cihana göstermek için yıllarca ÇÖRÇİL diye yazdığı İngiliz Başbakanı'nın adını CHURCHILL diye yazmaya başladı. Kral Corc George, Henri Henry, Elizabet Elizabeth oldu. Ama Newyork'u Washington'u yazamadı.

Çünkü ellerindeki hurufatta o zamanlar ‘‘W’’ harfi yoktu. Yerine ‘‘V’’ harfiyle yetindik. Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu canım. İşte o gün bugündür hiçbir yabancı kişinin, şehrin, nesnenin adını doğru söyleyemiyoruz. Nüvyork'a Nevyork, Vaşıngtın'a Vaşington, Örnst Hemingvey'e Ernest Hemingvey, Cek Landın'a Jack London deyip duruyoruz. İşin en keşkül yanı da Fransızca'yı, Almanca'yı, Rusça'yı da İngilizce okumaya başladık. Betofın'a Bethoven, Şarl'a ve Karl'a Çarls, Mari'ye Meri demeye başladık. Besteci Çaykovski'nin adı da bizde oldu mu sana Tchaikovsky!.. Frenkler, onu kendi milleti Çaykovski okusun diye kendi gramerlerine göre yazmışlar. Çünkü onlar Kiril Alfabesi kullanmıyorlar. Sen, niye onlardan bir adın yazılışını kopya ediyorsun da adam gibi Çaykovski yazmıyorsun entelciğim? Bu isim çorbasının en komik kısmı da bizim spor yazar-söylerlerine nasip oldu. Besnatçik mi, Betnastçuk mu nasıl desek acaba?.. Daha dün televizyonda maç anlatırken bir sürü sunucu ‘‘Cey Cey Okoçhaa!..’’ diye naralanıp duruyordu. Cey İngilizce J harfinin söylenişi. Afrikalı Arabın adı belki Jerom belki de Jikoko'dur. Nereden bilelim? J harfi adının kısaltılmışı...

Ama adam İngiliz değil ki ‘‘Cey’’ olsun. İngilizce yazıp söylemek için ıkınacağına sor öğren be kardeşim. Hiçbir yabancı dil bilmediği halde İngilizce yırtınan spor sayfacısı, yazarı ve söylerinin oranı yüzde 80'i geçer. Oysa kendi spor tarihlerine bakmayı akıl etseler biz okurların yaşamı ne kolay olacak... Spor yazarlarının ağababaları hiç ukalalık yapmadılar. Goal keepar'a kaleci, freekick'e frikik, shoot'a şut, goal'a gol, center halfback'e santrhaf, center forward'a santrfor deyiverdiler ve yazıverdiler.

Böylece hepimizin dili döndü ve rahat ettik. Yakında gazetelerimizde Kalegi Rushtu, Becir Goshcun, Turkan Shoray, Haccı Dhevrim filan yazarlarsa sakın şaşırmayın. (Hişşt, Hakkı Devrim'ciğim madem dilciliğe soyundun bu laflarımın bir kısmı da sanadır.)

BİZ YÜZDE KAÇIZ?

Din işportacı esnafı parti kurup siyasete soyunduktan sonra birdenbire,

‘‘Türkiye'nin yüzde 99'u Müslümandır!’’ diye bir slogan peydah oldu. Bu esnaf, ne zaman ve nerede ağzını açsa, ‘‘Yüzde 99'u Müslüman olan bu ülkedeee...’’ diye nutuk atıyor. Bir taraftan ‘‘Yüzde 99 Müslüman...’’ diye yırtınıyor. Bir taraftan beni Müslüman’dan saymıyor. Sanırım ben yüzde 1 kısmına giriyorum. Çünkü ben içki ve sigara kullanırım. Çünkü, ben günde 5 vakit namaz kılmam ve oruç da tutmam. Çünkü ben inancımla arama hacı, hoca, şeyh, şıh takımını sokmam. Çünkü ben dinimizin Arapça öğretilmesine karşıyım. Çünkü ben, Hac'ca gidip Osmanlı artığı ve İngiliz Amerikan yalakası Suudiler'e her yıl milyarlarca dolar söğüşlenmemize de karşıyım. O parayı hayra harcarım. Üstelik benim eşim ve kızım kafalarına tas gibi bez parçalarını da geçirmezler. Çünkü Müslüman erkeklerin saç kılı görünce azacaklarına da inanmazlar.

Yani ‘‘En el hak!’’ diyen şairi, Kubilay'ı, Van'da oruç tutmayan üniversite öğrencisini öldürecek kadar ve Sıvas Madımak Oteli’nde şair, yazar, karikatürcü aydınları yakacak kadar kin ve nefret dolu bu din amigolarına göre ben gavurum. Hatta gavur değil kafirim!..

Acaba ülkemizde benim gibi düşünen ve yaşayan kaç kişi var?.. Biz kaç kişiyiz? Bir milyon mu, yirmi milyon mu? Alevi, Bektaşi ve laikleri de sayarsak 50 milyon mu? Belki de daha fazla... Hani nerede kaldı senin zort zort öttüğün, ‘‘Çoğunluk bizden haa!..’’ diye aba altından sopa gösterdiğin yüzde 99 çoğunluk?.. Müslüman'ı sen mi tayin ediyorsun? Üstelik Osmanlı'nın mirasçısıyım diye övünmekte ve kendine kök aramaktasın. Osmanlı halkının yüzde kaçı Müslüman’dı haberin var mı?.. Rumlar'ı, Ermeniler'i, Yahudiler'i zorlatıp kaçırıp şimdi yüzde 99 Müslümanız demek ayıp değil mi? Osmanlı, mülklerine konmak için ne zaman Rumlar'ı Atina'ya tehditle kaçırmış?.. Beyoğlu'nu tarikatlar nasıl bastı?.. Bu rezillikleri yapmadığı için Koca Fatih de sana göre kafir miydi? Tövbe tövbe ya Rabbim... Bu ukalalık adamı kötü kötü söyletiyor.

*

Sahilde olta sallayan çocuğa,

‘‘Böyle isravrit tutamazsın’’ dedim.

‘‘Niye?’’

‘‘Çünkü çapariyi suyun üstünde sıyırtacaksın ki tüylere istavrit gelsin.’’

‘‘Bu çapari değil zoka... Ucundaki de tüy değil yem. Üstelik istavrit de tutmuyorum.’’

Oğlan koca bir balığı çekerken,

‘‘Sizin kuşak zaten balıkçılıktan ne anlar?’’ diye homurdanıp bir taksi çevirdim.

Göstergeye bakıp şoföre,

‘‘Benzinin bitmiş evladım’’ diye uyardım.

O da,

‘‘Bu araba benzinle değil, gazla çalışıyor beybaba’’ dedi. Viva ukalalık!..
Yazının Devamını Oku

Garip bir Tanrı misafiri

1 Haziran 2003
Televizyondaki filme daldırmıştım. Vakit geceyarısını geçeli epeyce olmuştu. Son bir sigara daha içeyim de aklımda kalmasın.‘‘Rüyamın tatlı bir yerinde kalkıp sahur sigaramı içmekten belki kurtulurum’’ diye düşünürken cam tıngırdadı. Yine sığırcıklardır diye boşverdim. Ama devam eden ses sığırcık tıngırtısına benzemiyordu. Kalkıp pencereye gittim, camdan buruşuk ve koca kafalı bir herif bana bakıyordu. Gözlüğümü çıkarıp sildim ve tekrar taktım. Kafa hálá camdaydı.

‘‘Aptal herif, sabaha kadar korku filmi seyredersen olacağı budur işte!’’ diye homurdanıp salon kapısına doğru yürüdüm. Camda hiç kimse olamazdı. Çünkü ben 7. katta oturuyordum. Yerden en az 20 metre yüksekteydim. Apartmanın yüzünde tutunacak yer olmadığı için 7 katı Nasuh Mahruki bile tırmanamazdı. Ama kafamın içinde ince bir ses,

‘‘Pencereyi açsana sırık herif, açlıktan ölmek üzereyim!’’ diye çınladı. Buruşuk herife baktım dudakları oynuyordu.

‘‘Ne istiyorsun be?’’

‘‘Biraz yiyecek istiyorum, şarjım bitiyor.’’

‘‘Buraya nasıl çıktın?’’

‘‘Biraz zıpladım. Sizin yerçekiminiz bizimkine göre çok az.’’

Gecenin köründe Tanrı misafiri sokakta bırakılmaz deyip camı açtım ve herifi içeri aldım. İlkokul çocuğundan biraz irice, tüysüz, sap boyunlu biriydi. Bir koşu gidip masa lambasının ampülünü çıkardı ve ben, dur tut diyene kadar ince parmaklarını lambanın duyuna soktu. Odanın ve mutfağın elektrikleri bir anda gitti geldi ve kocakafa derin bir ‘‘Ohh!’’ çekip yalanarak koltuğa oturdu.

‘‘Sende fazla pil var mı?’’

‘‘Var ama ne yapacaksın?’’

‘‘Üstlük olarak yiyeceğim.’’

‘‘Ziftin pekini ye!.. Bir pil kaç para biliyor musun?’’

‘‘Hep para para... Bir aydır buradayım ve para lafından gına geldi. Değiş tokuş aracı olarak hálá para adında ilkel bir káğıt parçası kullanıyorsunuz. Sen bana pil ver ben seni mutlu edeyim ödeşiriz.’’

‘‘Ben zaten mutluyum. Senin vereceğini ne yapayım?’’

‘‘Mutluluk bankasına yatırırsın. Kederli bir gününde bankadan çekip kullanırsın.’’

Kocakafa, ağzını açtı, çan, zil, çatalın tabağa sürtme sesleriyle kedi miyavlamaları duyuldu. Yetmiyormuş gibi herif tavanda başaşağı topaç gibi dönmeye başladı. Herhalde mutlu olayım diye şarkı söyleyip dans ediyordu.

‘‘Aman, çok mutlu oldum. Tamam in artık başım döndü. Al sana pil’’ deyip televizyon kumandasındaki pilleri çıkarıp verdim. Afiyetle yedi. Sonra da hüzünlenip koca gözlerini Salacak'ın ışıklarına dikti.

‘‘Sizin yüzünüzden sınıfta kalacağım.’’

‘‘Ay moruk, yoksa sen öğrenci misin?’’

‘‘Ben daha 15 Mor Güneş yaşındayım. Yani sizin zaman ölçünüze göre 120 yıl filan eder.’’

‘‘Höst, sen nerelisin ve kaç yıl okuyorsunuz?’’

‘‘Ben Simo gezegenindenim ve bizim galakside öğrenim 300 yıldır. Tabii, sizin yıl hesabına göre. Onca bilgiyi başka nasıl öğrenebilirsin ki?... Sizi hiç anlayamadım.’’

‘‘Üniversiteyi bitirmek için bile bize 15 yıl yeter. Aslında hayata atılmak için 5 yıl, 8 yıl bile yeter.’’

‘‘İşte onun için sizi anlayamıyorum ya... 5 yıl okuyana bile ehliyet veriyorsunuz. Sonra da otomobil, kamyon dediğiniz teneke kutular içinde birbirinizi öldürüyorsunuz.’’

‘‘Niye sınıfta kalacaksın?’’

‘‘Beni buraya Uzay Medeniyetleri dersinin sömestr sonu ödevi için gönderdiler. Tam bir aydır ülkenizi öğrenmeye çalışıyorum. Ama hiçbir şey anlayamadım. Öğretmenime hologram kasetimi boş olarak vereceğim.’’

‘‘Örneğin neyi anlayamadın?’’

‘‘Türklerin kulakları neden bu kadar çok ağrıyor?’’

‘‘Bunu da nereden çıkardın?’’

‘‘Caddede, lokantada, otobüste herkes kulağını tutuyor. Demek ki kulağı ağrıyor.’’

‘‘Hayır efendim, onlar cep telefonlarıyla konuşuyorlar. Ellerinde küçük birer telefon var.’’

‘‘Niye konuşuyorlar?’’

‘‘Belki önemli bir işleri vardır.’’

‘‘Sizin kahve dediğiniz yerlerde bütün gün oturup, ha babam telefonla konuşan işsizlerin ne işi olabilir?’’

‘‘Tabii, sen 500 yıl da okusan anlayamazsın. Bizde işsizlik en önemli iştir. Türklerin çoğu hayata işsiz olarak atılır. İşsiz olarak 10-15 çocuk ve ev sahibi olur. İşsiz olarak da vefat eder.’’

‘‘Niye her yerde siyah-beyaz bayraklar asılı?’’

‘‘Çünkü Beşiktaş'ın bayramı var.’’

‘‘Demek bayramlarda bayrak asıyorsunuz?’’

‘‘Evet.’’

‘‘Geçenlerde 19 Mayıs'ta bayram vardı. Ulusal kahramanınız Atatürk Samsun'a çıkıp sizin Kurtuluş Savaşı'nızı başlatmışmış. O bayramda niye kimse bayrak asmıyor?’’

‘‘Ne bileyim yahu, belki bayrakları yoktur.’’

‘‘Milli bayrakları bile yoksa kulüp bayrakları nasıl var? Hem ben bu top oyunlarına birkaç kere gittim. Bu çocuklar ve onların hocası herhalde sizin paranızdan çok kazanıyor.’’

‘‘Üüf, tomarla!’’

‘‘Onlar koşuyor, oynuyor, çalışıyor, çalıştırıyor. Ama ötekiler ne yapıyor?’’

‘‘Hangi ötekiler?’’

‘‘Hani televizyonlarda, gazetelerde top vıdı vıdısı yapan yüzlerce kişi... Onlar futbolculardan niye daha fazla kazanıyor?’’

‘‘Demek ki millet futbolu değil, vıdıbolu seviyor.’’

‘‘Sizin erkekler niye öbür erkeklere kötü davranıyor?’’

‘‘Hangi erkeklere?’’

‘‘Hani kadın gibi yürüyen, kadın gibi cilveli konuşan erkeklere...’’

‘‘Haa homoseksüellere... Kadınları aşağıladıkları için bir erkeğin kadınsı olması erkekliklerine dokunuyor herhalde. Onun için aşağılayıp ibne filan diye hakaret ediyorlar.’’

‘‘Madem o kadar kızıyorlar, kadınsı erkeklerin şarkı söyledikleri barları, gazinoları niye dolduruyorlar? Niye gerdan kırıp, göbek atıp oynuyorlar ve onlara niye dünyanın parasını ödüyorlar?’’

‘‘Ne bileyim yahu git o heriflere sor.’’

‘‘Sordum,
'Hattir, lan ibne' deyip beni kovaladılar.’’

O sırada, sabah ezanı okunmaya başladı. Benim kocakafa kulaklarını dikti.

‘‘Bu şarkıyı hep duyuyorum ama adamın ne dediğini bir türlü anlamıyorum.’’

‘‘Arapça ezan okuyor.’’

‘‘Beni buraya gönderirlerken herkes Türk'tür diye sadece Türkçe öğretmişlerdi. Demek siz Arapça da biliyormuşsunuz.’’

‘‘Yoo bilmeyiz.’’

‘‘Bilmiyorsanız ezanı niye Arapça okuyorsunuz?’’

‘‘Bu dini bir namaz çağrısıdır. Dinimiz İslam olduğu için biz dualarımızı da Arapça yaparız.’’

‘‘Din nedir?’’

‘‘Tövbe tövbee... Din, insanları kötülük yapmaktan koruyan, Allah korkusuyla günah işlemekten meneden, kötü gününde Allah'a sığınıp huzur veren öğütler zinciridir.’’

‘‘Yani bir ahlak öğretisidir.’’

‘‘Tamam, öğretidir.’’

‘‘O zaman bilmediğiniz bir dilde dininizi nasıl öğreniyorsunuz?’’

*

Sabah kan-ter içinde uyandım. Amma garip bir rüyaydı. Yoksa değil miydi?.. Bir koşu salona geçip kumanda aletinin pillerine baktım. Yerli yerindeydiler. Pencere de kapalıydı. Bir daha sabahlara kadar abuk subuk filmler seyretmemeye karar verdim.

Rüya görmüştüm ama bu ay niye 200 milyon lira elektrik faturası geldi?

Yazının Devamını Oku

Maskeli Çocuklar Haftası

25 Mayıs 2003
Tinerci çocuklar... Pis bezlerle arabalara saldırıp cam silme dilenciliğine sıvanan çocuklar... Yankesici-hırsız sokak çeteleri... Sapık katil kurbanı çocuklar... Para karşılığı ırzına geçilen sokak çocukları... Öz anası-babası tarafından bedeninde sigara söndürülen, dayakla kafatası çatlatılan bebek çocuklar... Depremde üstlerine devlet yatakhanesi çöken çocuklar... Tıklım tıkaç devlet hastanelerinde yatak sırası bulamayıp ölümü bekleyen çocuklar... Çocuklarımız!..

Vee, tombul dudaklarıyla ‘‘Korkmayın doğurabildiğiniz kadar doğurun. Siz bakamazsanız, getirin ben bakarım!..’’ diyen bir başbakan... Başbakanımız!..

*

Günlük güneşlik bir pazar gününde yüreğinizi karartmak için yazmadım bunları...

Tam tersine yaprak kokulu, keyifli bir pazar nefesi alıp içiniz şenlensin, umutsuzluğun yağlı karası papatya renklerine dönüşsün istedim. Çünkü, ülkemizde hálá direnen ve mucize yaratan insanlar var.

*

Lösemi, kısaca tanımlarsak bir kan kanseridir ve öldürücüdür. Gençlerde ve çocuklarda daha çok görülür. Ama çağımızda sürekli ilaç tedavisi ve sürekli bakımla bu beladan kurtulmak mümkündür.

HER ŞEY BİR TELEVİZYONLA BAŞLADI

Lösemili Çocuklar Vakfı Başkanı Hematolog Dr. Üstün Ezer bir SSK doktoru.

‘‘Löseminin ilaç tedavisi, yani kemoterapi çok ağırdır. Hasta kendini çok kötü hisseder. Verdiğimiz ilaç kanser hücrelerini öldürür ama vücuda faydalı hücreleri de öldürür. Vücut dışarıdan gelecek en küçük mikroba karşı dirençsizdir. Bu nedenle SSK hastanesinde çocukları steril bir odaya topluyorduk. Maskenin ana nedeni budur. O kalabalıkta ve ilacın da etkisiyle hepsi çok mutsuzdu. Yavrular biraz eğlenebilsin, derdini unutsun diye yönetimden bir televizyon alınmasını istedik. Yüzbinlerce makam arabası, bir o kadar da lüks lojmanı ve dinlenme tesisleri olan devletimiz o sıralarda meğer harcamalarından kısıntı yapma kararı almışmış... Böylece, kısıntı da bizim lösemili yavruların televizyonuna rastladı. Herhalde bizim alınmayan televizyon sayesinde o yılki hükümet bütçesi de kurtuldu. Biz de o hızla bir vakıf kurduk. Önce sosyal yardım yaptık. Ama öyle belalı bir hastalık ki tedavisi üç yıl sürüyor. Yalnız ilaçla iş bitmiyor. Çocuğun yiyeceği, giyeceği ve yaşadığı ortam da önemli. Onu yaşama bağlı tutmak en önemli... 10 ay içinde hastanemizi yaptık.’’

Dr. Üstün Ezer öyle alçakgönüllü bir delikanlı ki, ‘‘Hastanemizi yaptık’’ derken, sanki ‘‘Káğıttan kayık yaptık’’ der gibi önemsemeden konuşuyor. Oysa Ankara'ya gidip hastaneyi gördüm. Hasta yatakları, laboratuvarların filan dışında oyun odaları ve bahçesi, sinema salonu, öğrenim odaları var. Ayrıca bebek hastaların anneleri de hastanede banyolu ve konforlu odalarda kalıyor. En modern cihazlarla donatılmış bir de ameliyathane var.

Yüzlerce çocuk ilik nakli için sıra beklerken, Sağlık Bakanlığı standartları uygun değil diye ameliyat izni vermemiş. Standartlara uymayan ameliyathane değil de merdivenler. Olması gerekenden 10 santim daha küçükmüş. En çok da hastanedeki bir alay dikiş makinesi beni şaşırttı. Hasta annelerine dikiş-nakış öğretiyorlarmış. Çünkü hastaların büyük çoğunluğu köy kökenli çok fakir ailelerden geliyor. Dikiş dikerek belki 3-5 kuruş kazanabilirler diye düşünmüş LÖSEV Yönetim Kurulu.

‘‘Hastane dışında başka yardımlarınız da oluyor mu?’’

‘‘800'ü aşkın lösemili çocuğumuz için ilaçtan oyuncağa, kömürden gıdaya her türlü yardım malzemesini kargo ile evlerine yolluyoruz.

225 yavrumuza her ay 75-100 milyon lira sağlık ve okul bursu veriyoruz.

Ayrıca bizim bir de okulumuz var. Hasta çocukların derslerinden geri kalmamalarını sağlamaya çalışıyoruz.

Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan lösemili çocuklara da erişiyoruz.’’

‘‘Herhalde hayırsever zenginlerimizden bir hayli yardım alıyorsunuzdur.’’

Doktor Üstün Ezer, yine başını öne eğip acı acı güldü:

‘‘Vakfı kurarken biz de öyle ummuştuk. Ama anlı şanlı büyük zenginlerimizden hiçbir yardım görmedik. Bizim yardımseverlerimiz öğrenciler; esnaf, mütevazı tüccar, dükkán sahibi, ordu mensubu gibi orta sınıf halkımızdır. Bugüne kadar büyük bağış olarak Dr. Enver Ören'den 100 bin dolar, Kalebodur'dan da hastanemizin fayanslarını aldık. Ses sanatçısı Muazzez Ersoy Hanım da evini bağışladı. Gerisi akmasa da damlıyor.’’

‘‘Ya devlet yardımı?’’

‘‘Devletten yardım almıyoruz. Ama üste veriyoruz. Her ay KDV, muhtasar, vergi filan adı altında 20 milyara yakın cezalandırılıyoruz adeta.’’

‘‘Hastalardan hiç geliriniz yok mu?’’

‘‘Hastalarımızın tamamına yakını yoksuldur. Size çarpıcı bir örnek vermek isterim. Kızcağızın biri tecavüze uğramış ve bir çocuğu olmuş. Ailesi de namusumuzu kirletti diye kızı sokağa atmış. Doğan yavru da lösemi hastasıydı. Bizim bütün hizmetlerimiz parasızdır.’’

‘‘Tamam tamam... Gerisi kalsın, ağlamak üzereyim.’’

‘‘İşte bizim idealimiz yalnız tedavi değil, mutlu ve şenlikli bir yaşam sağlayabilmek. Bu nedenle dünyada ilk defa ULUSLARARASI LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR HAFTASI düzenledik. Bizimkilerle birlikte 15 ülkenin çocuklarını ağırlayıp gezdireceğiz. Şenliğimiz dünyada büyük ilgi gördü.’’

‘‘Bir maske takıp gelsem beni de çocuklarınızla oynatır mısınız?’’

‘‘Kapımız ve gönlümüz herkese açıktır.’’

Milyonlarca insanın sadece yakındığı ülkemizde direnen ve başaranları görünce insanın pazar pazar içi ışıyor değil mi?

LÖSEV: (0.312) 447 06 60
Yazının Devamını Oku

Zengin kime derler?

18 Mayıs 2003
Ben, gülleri sulayıp yapraklarındaki salyangozları temizlemeye çalışırken Benek de bacaklarımı yalamaya çalışıyordu. Arada bir aşka gelip şefkatle dişlediği de oluyordu. Bunlar höstten çüşten anlamayan itlerdi. Yanlarında şortla gezmeye gelmiyordu. Çıplak bacak meraklısıydılar. Şunu bir tepeyim de sıska bacaklarımı rahat bıraksın diye bir iki tekme savurayım dedim. Önce terliğim komşunun bahçesine gitti. Sonra da elimdeki hortumu unuttuğum için suratım dahil sırılsıklam oldum. Benek oyun oynuyoruz sanıp büsbütün azdı. Öfkemden iti de ıslatmak aklıma gelmediğinden batatiz-suvancılar muharebeleri için hazırladığım kalın masa bacağını almaya koştum.

‘‘Bak bu bacağı benim bacaklarımdan daha çok seveceksin!’’ diye naralanıp tam itin peşine düşmüştüm ki 4 kağnı endamında simsiyah bir Lendrovır cip evin önünde durdu. İçinden lacivert elbisesi, lacivert kravatlı ve lacivert subay şapkalı bir herif indi. Bir arazi arabasından üniformalı bir şoför inince de o öfke arasında beni bir gülme tuttu.

‘‘Sizi almaya geldim efendim.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Çünkü Sadık Bey çağırıyor.’’

‘‘Sadık Bey de kim?’’

Şoför sanki Fatih Sultan Mehmet'i tanımamışım gibi yüzüme hayretle baktı.

‘‘Sadık Beyefendi, 'Ne olursa olsun onu al getir!' diye emretti.’’

‘‘Manavdan karpuz mu alıyorsun be! Her kim ise o dangalak beyine söyle gelmiyormuş de.’’

Şoför bir hamle etti ama sonra durdu. Gözü beni kesmişti ama elimde salladığım masa bacağını kesmemişti. Bastı gitti.

Öğleye doğru kerahat vakti için piyazlık fasulyeyi haşlarken evin önünde zart diye bir araba daha durdu. Bu seferki öbüründen de uzundu ve Mersedes bilmem kaçtı. Sanıyorum benim küçük evin cephesi kadardı. Arabadan bu kez kaptan şapkalı toparlak bir herif çıktı.

‘‘Nerdesin be?.. Seni bulana kadar göbeğim çatladı!’’ diye bağıra çağıra benim minik evin minik bahçesine daldı. Göz unutuyor da kulak unutmuyor. Rokfeller Sadık'ı çatlak sesinden tanıdım. Biz ona alay olsun diye Rokfeller derdik. Yani Amerika'nın en zengin adamının adıyla çağırırdık. Aynı gazetede çalışan gençlerdik. Hepimizin hayalleri vardı. Ben, dergi ve gazete çıkarmak isterdim. Altan Erbulak film yıldızı, Bedri Kazanova olmak isterdi. Tabii hepimiz para kazanmayı da düşlerdik. Ama Sadık'ın tek hayali vardı. O da zengin olmak... Sadece zengin olmak!.. Hepimizden az kazanırdı ama hepimizden daha çok parası vardı. Yemez, içmez, giyinmez para biriktirirdi. Ayın ikinci haftasından itibaren ufak bir faizle bize borç para verip hayatımızı kurtarırdı.

Sarılıp sarmaştık. Belki 40 yıldır birbirimizi görmemiştik. Aldığı yeni 30 kilonun, benden daha kel olmasının, pırıltılı porselen dişlerinin dışında Sadık'ta fazla bir değişiklik yoktu. Mavi gözleri hálá aç aç parlıyordu.

‘‘Senin ne haltlar ettiğini gazetelerden, dergilerden filan izledim. Ama sen ne yaptın diye sor bakalım.’’

‘‘Ne yaptın?’’

‘‘Zengin oldum. Buraya da 40 yıl sonra seni yatıma götürmek için geldim.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Yıllarca benimle alay ettiniz. Fakirliğimle alay ettiniz.’’

‘‘Hayır, fakirliğinle alay etmedik. Zaten hepimiz fakirdik. Senin zenginlik tutarağınla biraz dalga geçtik.’’

‘‘O zaman gel de zenginlik nasıl olurmuş gör. O yılan dilini de kulağına sok.’’

Bu seferki şoför herhalde ikizdi. Ama tek bedende doğmuştu. İtirazın faydası yoktu. Fasulyenin altını kapattım. İtlerin mamalarını verdim. Yola koyulduk.

Yat dediği prematüre bir gemiydi.

Bir gemi yolcusuna yakın da mürettebatı vardı. Sadık haşatım çıkana kadar bana yatını gezdirdi. Sonunda arka güvertedeki keçi derisi şezlonglara yayıldık.

‘‘Çok balık tutuyor musun?’’

‘‘Ne balığı?’’

‘‘İstavrit, lüfer, palamut filan... Böyle yatı olunca adam açılır kılıç balığı bile tutar.’’

‘‘Benim yat yüksektir, balık tutulmaz.’’

‘‘Cahil cahil sallama... Gariban millet Galata Köprüsü'nden bile çapariyle balık tutuyor.’’

‘‘Balıkları satın almak dururken niye uğraşayım be?.. Gel öğle yemeği için yemek salonuna geçelim.’’
Yemek salonunda 12 kişilik maun bir masa vardı. Arta kalan yerde de rahat çift kale maç yapılırdı.

Bir Fransız aşçı gelip ne yiyeceğimi sordu.

‘‘Bu herif Türkçe biliyor mu?’’

‘‘Hálá öğrenemedi hıyar.’’

‘‘O zaman nece konuşuyorsunuz?’’

‘‘Sen de pek cahilmişsin, tabii aşçının tercümanı var.’’

Aşçıya karides flambe ısmarladım. Ama flambesini Armanyak'la yapmasını söyledim. Adamcağızın gözleri ışıdı, biraz yüz versem az daha beni öpecekti. Herif Fransa'yı ve aşçılığı özlemişti sanırım. Rokfeller Sadık motoru gönderip kendine sahildeki kebapçıdan ezmeli acılı Adana kebabı getirtti. Bu ara salonun her yerindeki en son model dijital hoparlörlerden ‘‘Dağda da davar güderim... Emine'me selam ederim...’’ diye bir türkü sesi geliyordu. Sadık,

‘‘Bu yatın tam 6 tane yatak odası var’’ dedi.

‘‘Zor olmuyor mu?’’

‘‘Ne zor olmuyor mu?’’

‘‘Bir gecede taksitle tam 6 yatak değiştirmek...’’

‘‘Üstelik 6 tane de banyosu var. Üstelik tam tekmil...’’

‘‘Herhalde çok kirlisin.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Temizlenmek için bir banyo yetmiyor. Altısını da sırayla dolaşıyorsun. Sen en iyisi hamama git.’’

‘‘Hamam yaptırmak istedim ama bu yatı yapan İngiliz gávur firmasının aklı yatmadı.’’

Sadık, sonra bana salondaki tablolarını gösterdi.

‘‘Bak bu meşhur Fransız ressamı Matiz'in tablosu.’’

‘‘Bu Matis değil. Modilyani. Üstelik adam İtalyan'dı. Matis şu kırmızılı olanı.’’

‘‘Hay Allah hep karıştırıyorum. Ama bu Miro'yu İspanya'dan aldım.’’

‘‘Miro ama sahte. Miro'yu taklit etmek çok kolaydır. Sanatı boşver, aşk hayatın nasıl gidiyor?’’

Sadık bir düğmeye bastı. İçeriye birbirinden huri, selvi boylu, sütun bacaklı 3 kız girdi.

‘‘Hangisine áşıksın?’’

‘‘Zengin adamı biri keser mi yahu? Üçüne de áşığım. Nataşacıklarım benim!’’
Kızlar Rusça kıkırdaştılar.

‘‘Anladım sen gerçekten zengin olmuşsun Sadık. Seninle alay ettiğimiz için özür dilerim. Şimdi bana 100 milyar verir misin?’’

‘‘Yüzde onla veririm ama sen geriye ödeyemezsin ki.’’

‘‘Zaten ödemeyeceğim. Ben o parayı Lösemili Çocuklar Vakfı için istemiştim.’’

‘‘Bıktım bu hayır kurumlarından be... Adamı muz gibi soyuyorlar.’’

‘‘Çok haklısın Rokfeller'ciğim... Zaten parayı paylaşmak zenginler için değil fakirler içindir. Ama sen zaten zengin olamamışsın.’’

‘‘Nasıl olamamışım be?.. Benim gávur dergilerinde bile dünyadaki 200 zengin arasında adım çıkıyor. Tam 10 tane tatil köyüm, uçak şirketim, 15 tekstil ve deri fabrikam....’’

Sadık 10 dakikaya yakın saydı döktü.

‘‘Zenginlik nedir diye hiç düşündün mü?’’

‘‘Sen zaten gençken de pek akıllı değildin. Zenginlik demek, çok parası olmak demektir enayi.’’

‘‘Zenginlik çok ya da az olan paranı paylaşmaktır. Çapariyle istavrit tutup tavada pişirip iki duble rakıyla götürmektir. Aşık olup aptal mektuplar yazmaktır. Armanyak'la Kurvazye konyağını birbirinden ayırabilmektir. Zenginlik, Çaykovski'yle Çekiç Ali'nin bozlaklarının beraberce tadına varabilmektir. Müşfik Kenter'le Peter O'Tul'un oyunlarını kıyaslayabilmektir. Bir şiiri yürek çırpıntısıyla okuyabilmektir. Modilyani'deki Afrika etkisiyle Van Gogh'taki Japon etkisinin tadına varabilmektir. Zenginlik minik bahçendeki gülleri sularken Bekir'in itlerini tepiklemektir enayi... Bak şimdi cebimde 60 milyon lira var. Otuzunu sana veriyorum.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Çünkü çok fakirsin ihtiyacın var. Bu 30 milyonla git iki kitap al.’’

‘‘Sen hasedinden benimle dalga geçiyorsun ama milyonlarca vatandaşımız zengin olmak için kıçını yırtıyor!’’

‘‘Aklı olan diktirir, gerisi yırtık kalır. Haydi bana izin ver gideyim.’’

‘‘Dur seni benim Mersedes'le göndereyim.’’

‘‘O yarma şoförü zahmete sokmayalım. Ben kendim giderim’’
deyip yatın sancak tarafından çivileme denize atladım. Sahil zaten yakındı. Kurbağalama yüzerken ardımdan şapşavalak bakan Sadık'a seslendim;

‘‘Yat aldıktan sonra yüzme öğrendin mii?’’
Yazının Devamını Oku

Ne olacak bu Fener'in hali?

11 Mayıs 2003
Yıllar önce sevdiğim bir dostum vardı. Doğru dürüst bir adamdı. O yıllarda ortalık toz-dumandı. Sağcı ya da solcu olmak öldürülme nedeniydi. Aynı zamanda öldürme nedeniydi de... Asker geldi iktidara oturdu. Yaşına, kurusuna bakmadan adam toplamaya başladı. Topladıklarını çok ağır cezalara çarptırdı. Ne hikmetse bizimkinin adı azılı solcuya çıkmıştı. Solculuğu da iki kitap yazmaktan ve birkaç konuşma parlatmaktan öteye geçmemişti. Aslında gerçek bir yurtseverdi. Ama canını kurtarmak için ağlaya, höyküre yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.

Yıllar sonra Berlin'de kaldığım evde bir araya geldik sarıldık, sarmaştık. Kılığı kıyafeti bir acayipti. Kafasında külaha benzer bir kukuleta, üstünde ayak bileklerine dek inen turuncu bir entari vardı. Üstüne de allı güllü bir hırka giymişti. Fu-Man-Çu gibi sarkık bıyık bırakmıştı. İkide bir avuç içlerini göğüs hizasında birleştirip belden 90 derece eğiliyordu. O beyefendi adam gitmiş yerine panayır soytarısı gibi biri gelmişti. Hal hatır sordum.

‘‘Ih bin gut... Vi geyts?’’

‘‘Şöön... Ama niye Türkçe konuşmuyorsun?’’

‘‘İh bin niht Türken. İh bin Doyç.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Çünkü beni Türk vatandaşlığından attılar. Ben de evlenip Alman oldum.’’

‘‘Kılığın pek Alman kılığına benzemiyor ama.’’

‘‘Bu benim dinsel kılığım’’
dedi ve sonra elini hırkasının cebine sokup bir çıngırak çıkardı. Hani, kaybolmasınlar diye koyunların boyunlarına astıkları çıngıraklardan. Sonra çıngırağını hepimizin tepesinde tıngırdatıp Hintçe dualar okudu. Hintçe olduğunu anlamam Hintçe bildiğimden değil, lafların Raj Kapor'un ünlü Avaramu şarkısındaki sözcüklere benzemesindendi.

‘‘Demek tabiyetinden sonra dinini de değiştirdin?’’

‘‘Evet öyle oldu. Budizm'i kişiliğime daha yakın buldum. İnsana özüne dönmeyi öğretiyor. Daha huzurlu ve barışçı bir din.’’

Çok üzüldüm, ama belli etmedim. Ülkem namuslu bir aydınını ben de sevdiğim bir arkadaşımı kaybetmiştik. Gecenin bir saatinde,

‘‘Telefonunu kullanabilir miyim? Türkiye'den annemi arayacağım. Kaç para tutarsa öderim.’’

‘‘Alman'lığın álemi yok!.. Canın ne kadar isterse o kadar konuş. Demek anne sevgisi unutulmuyor.’’

‘‘Her hafta sonu mutlaka konuşuyoruz.’’

Arkadaşım telefonu çevirdi.

‘‘Anneciğim iyi akşamlar... Kaç kaç?’’

‘‘......’’

‘‘Kim attı?’’

‘‘......’’

‘‘Kaç yıldır şu Aykut'un adını bir türlü ezberleyemedin be anne!..’’

‘‘......’’

‘‘Tabii ikide bir değişecekler. Yeni oyuncular transfer ediyoruz da ondan. Galatasaray maçı ne oldu?’’

‘‘......’’

‘‘Ohh, beter olsunlar!.. Nee, hakem şu anda bir golümüzü vermedi mi?.. Bu memleket adam olmaz be! Ben seni 15 dakika sonra yine ararım. Avfviderzeyn mama!’’
Sonra telefonu kapatıp bize döndü. ‘‘Fenerbahçe'm 1-0 önde... Galatasaray'a da atlamışlar!.. Ya garidüş mehuu!..’’

*

Bu anlattığım olayı biraz abarttım ama özü aynen doğrudur. Demek ki milliyet, din gidebiliyor ama Fenerbahçe'lilik baki kalıyor. O arkadaşım, bir Fenerli Budist Alman olarak hálá Berlin'de yaşıyor. Krizler, savaşlar, depremler oluyor. Ama kısa bir süre sonra unutuluyor. İnsanların konuştukları konular değişiyor. Ama yıllardır değişmeyen bir tek konumuz var: ‘‘Ne olacak bu Fenerbahçe'nin hali?..’’ Belki siz de benim gibi Fenerbahçe'li değilsiniz. Hatta futboldan hoşlanmıyor bile olabilirsiniz. Ama ülkeyi depremden fazla sarsan ‘‘Ne olacak bu Fener'in hali?’’nden kurtulamazsınız. Arkadaşlarla Fener'siz iki çift laf edemez olduk. En güler yüzlü dostlarımın suratından düşen bin parça... Ciddi bildiğim köşe yazarları bile Türkiye-Amerika ilişkileri üstüne fikir yürütürken yazılarının altına ‘‘Ne olacak bu Fenerbahçe'nin hali?’’ diye not düşmeden duramıyorlar. Bizim müseccel Fenerli Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök'ü bile aylardır gördüğüm yok. ‘‘Kahrından eve kapandı’’ rivayetleri dolaşıyor gazetede. Adım gibi biliyorum; son aylarda karı-koca kavgaları bile artmıştır.

*

Bu nedenle bu hafta ben, sizlere Fenerbahçe'nin halinin ne olacağını anlatmaya karar verdim. ‘‘Sen ne anlarsın bu futbol sanatından?’’ diye düşünen olursa fena halde yanılır. Çünkü bizim gazetenin en eski spor yazarı ve çizeri benim. Can Bartu Fener'in basketbol genç takımında oynarken ben 45 yıl önce Yeni Sabah'ta, Vatan'da, Milliyet'te spor yazarlığı ve çizerliği yapıyordum. Adam azlığından milli maçlarda sahaya inip fotoğraf çektiğim bile olmuştur.

Şimdi gelelim Fener'in hallerine...

Şu anda Avrupa'nın en yaman futbol takımı Real Madrid değil mi?.. Teknik direktörü dahil bütün Real Madrid takımını Fener'e transfer edin.

İki sezona kalmaz, adamlar Fener'de yine bu hallere gelirler. Niyesini, nedenini tam anlatmaya kalkarsam Yaşar Kemal'in kitaplarından kalın tutar. Kısaca anlatmaya çalışayım:

Fenerbahçe Kulübü cumhuriyet değil, padişahlıktır. Seveni çok olduğundan eskiden politikacılar bu padişahlığa el atardı. Demokrat Parti seçimleri kazanınca Fener ümmeti, Halk Partili olmaktan vazgeçip Demokrat oluverdi ve Agah Erozan, Faruk Ilgaz gibi başkanlar edindi. Ama yıllar sonra politik güç, şampiyon olmaya yetmeyip işin ucu paraya dayanınca işadamları Fener Padişahı olmaya başladı. Bu işadamları ülkenin ilk kuşak zenginleri olduğundan bilimsellikten habersiz ağalardı. Osmanlı zamanında pehlivan besleyen ağalar gibi futbolcu beslemeye başladılar. Parayı bastırınca devşirme ve besleme topçularla şampiyon olacaklarını sandılar. Ama para gol atmaya yetmedi. Onlar da alacaklarına karşı kulübün kasasına haciz koyup kurtarabildikleri kadarını geri aldılar. Ama asıl parayı koccaman Fener'in başkanı olarak devlet işinden ve ihalesinden kazandılar. Bakanlarla, başbakanlarla aynı locaya oturup maç seyretmek ve muhabbet etmek kolay mı? Ali Şen, dediklerime en iyi örnektir. Türkiye'ye ne durumda geldi ve şimdi ne durumda?.. Onun için gidiyor gidiyor bir türlü gidemeyip tekrar geliyor. Onca insan, ‘‘Ali Şen başkan Fenerbahçe şampiyon!’’ diye acaba bedavaya mı bağırdı diye hep merak ederim.

*

Fener'in taraftarı da ayrı bir alem oldu. Eskiden Bostancı'dan Beykoz'a kadar Asya yakasının orta halli ve onurlu halkı Fener'i tutardı. Gecekondulaşmayla İstanbul'u mesken tutan ama kendini ‘‘yaban’’ hisseden köylülerimizin milyonlarcası bu kimlik bunalımından kurtulmak için fücceten Fenerli oldular. Fenerli olmak İstanbullu olmaktan kolaydı.

Hayatında hiç top tepmemiş, hiç maça gitmemiş acaba kaç milyon Fener taraftarı vardır? Bu tip Fenerliler, Fenerli oldukları için kendilerini kulüpten alacaklı hissederler. Yaşamdaki ezikliklerini ancak şampiyonluk giderebilir. Ama şampiyonluk bir türlü gelmeyince kulübe, devlete sonra da yaşama kahrederler. Arabesk başlar. Artık Fenerli olmayan herkes onların düşmanıdır ve dönerci bıçağına layıktır. Tabii, bu taraftar çeşidi sadece Fenerbahçe'ye özgü değildir. Ama Fener'de Milli Takım kaptanı Rüştü'yü tekme tokat dövecek kadar boldur. Onlar için bilimsellik ve sabır sözcükleri Çince'dir. Bir de hücre gibi üreyen ‘‘Eski Fenerliler, taze Fenerliler, gevrek Fenerliler, Osman Grubu, Hüsmen Grubu’’ gibi sayısına bereket grupçuklar vardır. Bunların derdi paylaşım kavgasıdır ve kendi buldukları ağaları padişah seçtirmektir. Kongre zamanı çiçek açarlar.

*

Bir de spor gazeteciliği diye anılan ve Fener'i bu hallere getiren etkin bir meslek vardır. Bu gazetecilik türünün sporla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bunlar, sadece futbol basını ve yayınıdır. Futbol, spor değil sadece tenis gibi bir top oyunudur. Atlet koşar, yüzücü yüzer ama sahadan topu kaldırırsanız futbolcular sadece bale yapabilir.

Bu yazarlar Milli Takım antrenörlerine işlerini öğretirler. Fener'in orta sahasına, arka sahasına, kenar sahasına kaç oyuncuyu ve kimleri almak gerektiğini bildirirler. Geçenlerde merak edip saydım, Fener yazarlarının gerekli gördüğü futbolcuları alırlarsa, Fenerbahçe Takımı'nın sahaya 30-40 oyuncuyla çıkması gerek. İçlerinde sevdiğim, iyi niyetine inandığım yıllanmış arkadaşlarım da var. Onları tenzih ederim. Ama reyting uğruna yapılan uyduruk kayıkçı kavgalarına adamın midesi dayanmıyor.

*

En son konuşulacak Fenerliler de hocalar ve topçular... Yüzlercesi geldi gitti. Hatta kovuldu. Bunların hepsi mi kötüydü yahu?.. Eğer kötüydülerse bunca kötü teknik direktörü ve futbolcuyu arayıp bulabilmek Fener'in ayrı bir marifeti ve dünya rekoru sayılır.

*

Diyeceklerimin onda birini diyemeden sayfa bitti. Arı kovanına çomak sokup zaten mebzul olan düşman sayımı çoğalttığımı biliyorum. Fenerli okurlarımın büyük bir kısmının bana küseceğini de biliyorum. Ama yine de adamın gazetecilik damarı kabardıysa, sözünü söylemeden edemez.

Yüzlerce milyon doların döndüğü futbolun bir tepük oyunu olmayıp bir bilim dalı olduğunu kabul etmedikçe,

Bu taze ranta üşüşen sineklerin yolunu kesmedikçe,

Fener Kulübü işletmesinin bir bakkal dükkánı işletmesinden daha önemli olduğunu kabul etmedikçe torunlarım da büyüyünce birbirine ‘‘Ne olacak bu Fener'in hali?’’ diye soracaklar sanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Türk sporunun belleği Orhan Ayhan

4 Mayıs 2003
<B>‘‘1942 yılında Tokat Depremi olmuştu. Kazım Orbay Paşa, deprem bölgesini tetkik için gezerken üstü başı perişan ama gözlerinin içi gülen cin gibi bir çocuğu hayvan güderken gördü. Çocuğun sevimliliği Paşa'yı etkilemişti. Yanındakilere,<br><br></B> ‘Bu yavruyu askeri okula yazdırın!’ diye emir verdi. Fakat, Ali'nin eni ve boyu okulun standartlarının çok altındaydı. Kavruk bir çocuktu. Ali'yi sanat okuluna yazdırdılar. Ama haylazlığı yüzünden iki yıl aynı sınıfta çakınca okuldan ayrıldı. Çünkü, Türkiye Başpahlivanı Tekirdağlı Hüseyin'in oğlu arkadaşıydı ve ha bire okuldan kaçıp güreş seyrine gidiyorlardı. Ali'nin 2 elbisesi vardı. Birini satıp İstanbul'a geldi ve Gureba Hastanesi'ne marangoz çırağı olarak girdi. Bir gün, 100 kiloluk yağız bir delikanlı olan hastane aşçısıyla iddia üzerine güreş tuttu ve 40 kiloluk sıska bedeniyle aşçıyı bir dakikada şilte gibi yere yaydı. Bir güreş tutkunu olan hastane doktoru Muhterem Gökmen'in de ısrarıyla güreş sporuna başladı.

Olimpiyat ikincisi Halit Balamir'i yenince milli takıma seçildi ve Avrupa, dünya şampiyonlukları serisine başladı. Ali Yücel, artık bir efsaneydi. Serbestte ve grekoromende dünyada yenmediği güreşçi kalmamıştı. Ulusal başarılara susamış Türk halkı Ali Yücel'i baştacı etmişti. Fakat bir gün adı aptalca bir hırsızlık skandalına karıştı ve ömür boyu boykot yedi. 10 yıl sonra masum olduğu anlaşıldı. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel Ali Yücel'i 1960 yılında affetti. Ama en parlak devrinde güreşsiz geçirdiği 10 yıl kendisinden çok şeyler götürmüştü. O da güreşi bıraktı.’’

Orhan Ayhan, bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan gözlerini bizim pencereden görünen denize daldırmış düzgün Türkçesiyle anlatıyordu. Biraz sonra gidip Sinan Şamil Sam'ın maçını anlatacağı için maalesef sadece çay içebiliyordu. Oysa ne mezeler vardı...

‘‘Yıllar önce bir gün, Beşiktaş'ın abide futbolcularından Şeref Görkey'le röportaj yapıyordum. Hani ünlü Voleci Şeref... Tam 99 golü voleyle atmıştı ve bu bir dünya rekoruydu. Guinness Rekorlar Kitabı'na da geçmişti. Kendisine bu rekorla ilgili soru sorduğum zaman beni adeta azarlamıştı.

'Baba Hakkı, Şükrü Gülesin gibi topu ayağına lokum misali oturtan arkadaşların varsa o voleleri sen de atarsın!..'

Voleci Şeref'in bir tutarağı daha vardı. Beşiktaş'ın golcüsü olduğu halde 'Erkek adam penaltıdan gol atmaz!' deyip penaltıları başkalarına attırırdı. Yani penaltıdan gol atmayı kendine yediremezdi.’’

Orhan, tam bir ‘‘Bir dokun bin ah işit!..’’ duygusu içindeydi. Sporsever geçinen bir toplumun bunca bellek özürlü ve kadir kıymet bilmez oluşunu hálá hazmedemiyordu.

‘‘Biliyor musun ilk Avrupa üçüncümüz Halit Ergönül, antrenmanlarına Aksaray'dan Galatasaray'a koşarak ve leblebi yiyerek giderdi.’’

‘‘Bilmez miyim, Halit benim hocamdı.’’

‘‘Çünkü tramvaya binecek ve yemek yiyecek parası yoktu.’’

‘‘Zaten hiç olmadı. Ölümüne yakın cebindeki son meteliği de çalıştırdığı kulübe ring yaptırmak için harcadı.’’

‘‘Bir kapıcı çocuğuydu. 16 yaşında Türkiye 51 kilo boks şampiyonu oldu. 18 yaşında da Avrupa üçüncüsü. Ama öyle bir hakem haksızlığına uğramıştı ki, Amerika'ya giden Avrupa karmasına 1. olan Macar'ı, 2. olan İngiliz'i değil, Halit'i seçtiler. Sonra dönüp profesyonel oldu. Fakat tam ünlenip de ailesinin nafakasını çıkaracakken tüberküloza yakalandı. Yani verem olup boksu bıraktı.’’

‘‘Destanın gerisini de izninle sana ben anlatayım. Sonra şoförlük yaptı ve hastalığı yenince yıllar sonra ringlere hoca olarak döndü. Boks İhtisas Kulübü'nde benim hocamdı. Ama içine boks kurdu girmişti bir kere. 37 yaşında tekrar amatör boksa döndü ve tekrar Türkiye Şampiyonu oldu. Üstelik apandisit ameliyatı geçireli 2 hafta filan olmuştu. Finalde rahmetli İsmet Atıcı'ya bir sağ vurdu. İsmet'i düşerken yakalayıp ayakta tuttu ve dövüşür gibi yaptı. Köşesindeydim. 'Oğlanın düşmesine niye izin vermedin?' diye sordum. 'O daha genç ve geleceği parlak. Benim gibi bir ihtiyara nakavt olursa boks hayatı yara alır' demişti.’’

*

Orhan Ayhan'ı tanıdığım yıllarda 20'sine değmiş değmemiş filiz gibi bir delikanlıydı. Tercüman'da spor gazetecisiydi ve tabii her parlak genç gibi şımarıktı. Şımarık gençler, öteki şımarık gençlerden pek hoşlanmazlar. Ben de Orhan'dan pek hoşlanmazdım açıkçası... Ama sadece futbolun batağına devekuşu misali kafasını gömen diğer spor yazarları gibi davranmayıp boks, basketbol, güreş, voleybol gibi sporların da var olduğunu okuruna hatırlattığı için, tertemiz ve aksansız bir İstanbul Türkçesi’yle en zor milli maçları anlatmayı becerdiği için ve de en önemlisi yıllardır televizyonda hemen unutup bir köşeye ittiğimiz ‘‘Destan Sporcularımızı’’ anımsattığı için hoşnutsuzluğum saygı ve sevgiye dönüştü.

*

‘‘Babam bir zamanların ünlü Vefa Kulübü'nün başkanıydı. Vefa o yılların Trabzonspor'u gibiydi. 3 büyüklere kök söktürürdü. Ben de futbol, basketbol oynayarak büyüdüm ve okudum. Babam ve arkadaşlarından ötürü evde spor soluyarak yetiştim. Yöneticilik dahil spor gazeteciliğinin her dalında 45 yıla yakın çalıştım. Sadece Tercüman gazetesinde 30 yılım geçti. 40 yıldır da spor karşılaşmalarını radyo ve televizyonlardan izleyiciye aktarıyorum.’’

‘‘Maç sunuculuğu nasıl bir meslek?’’

‘‘Halit Kıvanç Ağabey'in ve benim çağımda mutsuz bir meslekti. 1964 yılında İtalya'da milli takımımızın 7-0 yenilgisini anlatmak ya da 1975'te Fenerbahçe'nin Benfica'dan 7 gol yemesini yurda duyurmak nasıl bir azaptır bilir misin?.. 2-1 ya da 3-1 yenilip yurda döndüğümüz zaman hiç olmazsa gümrükçülere bakacak yüzümüz olurdu. 'Şerefli mağlubiyet' sözü de buradan kaynaklanmıştır. Ayıptır söylemesi ama Avrupa'yı sallayan, dünya üçüncüsü olmuş bir milli takımın maçlarını anlatma şansını bulabilmiş genç arkadaşlarımı bazen gıpta ile dinliyorum, bazen kıskançlık duyuyorum.’’

‘‘Yenileri beğeniyor musun?’’

‘‘Beğeniyorum ama, ciyak ciyak bağırmalarına gerek yok. Maç sunucusu Cuma Pazarı'nda patates satan bir tezgáhtar değildir. O enerjilerini maçtan önce ders çalışarak hiç olmazsa yabancı oyuncuların adını doğru telaffuz ederek harcayabilirler. Çekoslovak oyuncunun adını İngilizce söylemek komik oluyor.’’

‘‘Adın Fenerli'ye çıkmıştı.’’

‘‘Hayır ben doğma büyüme Vefa'lıyım. Ünlü bir futbol takımının şanı şöhreti arkasına saklanıp gazetecilik ya da televizyonculuk yapmayı zül addederim. Fener yazarı, Galatasaray yazarı ne demek?... Nasıl bir saçmalık?.. Dünyanın neresinde var?.. Siz hiç Real Madrid yazarı, Arsenal yazarı diye bir meslek duydunuz mu?.. Futbol sahipsiz bir Halil İbrahim sofrası... Yeyin efendiler yeyin... Aksırınca, tıksırıncaya kadar yeyin... Öyle bir lezzetli sofra ki futbolcu ve hakem emeklilerine amenna dedik, ama birtakım işadamları bile üste para verip futbol bilgesi olarak televizyonlarda konser veriyorlar artık!..’’

‘‘Eskileri anmak, anımsatmak için bunca çaba neden?’’

‘‘Hafızayı nisyan ile malül yani bellek özürlü bir toplumumuz var. Biz, buralara nasıl ve kimler sayesinde gelebildik diye düşünen yok. Çınar bile olsan kökün yoksa bir gün devrilir gidersin. Onca televizyon kanalımız var. Üstelik spordan reyting yapıp nemalanıyorlar. Ama yine de TRT kadirşinas çıkıp bize eski değerlerimizi anımsatmak olanağı veriyor. 'Orhan Ayhan'la Spor Yorum' programı tam 600 diziye ulaştı. Bu bir rekordur.’’

‘‘O kadar anılması gereken sporcumuz var mıymış?’’

‘‘Sen ne diyorsun Oğuz'cuğum, onları bitirmeye ömrüm vefa etmeyecek.’’

Orhan, tıfıl bir delikanlıyken şımarıktı. Bakıyorum, altmış beşinde hálá şımarık gibi... Ama şımarmaya artık hakkı var sanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Yap bir babalık!

27 Nisan 2003
Sevimli Tom Hanks'i sevmeyebilirsiniz. Hatta bizim Cem Yılmaz'ı bile sevmeyebilirsiniz. Ama Tuncay'ı sevmemek mümkün değildir. Güleç, hareketli, zeki ve saygılı bir delikanlıdır. Yani bana göre delikanlı sayılır. Yoksa otuzunu devireli çok oldu. Demek ki şeytan dediğimiz, tavuk gibi bol tüylü bir mahlukmuş ve tüylerinin yarısını bizim Tuncay yolmuş, ‘‘Adamda şeytan tüyü var’’ derler ya, işte öyle şeytan tüyü bir delikanlıdır.

Bazen arabasıyla gelir beni dışarı çıkarır. Sevdiğim meyhanelerden birine götürür. Tesadüfen o meyhanelerde hep onun arkadaşlarına rastlarız. Hemen masalar birleştirilir. Kocaman bir sofra kurulur. Beni baş köşeye oturturlar. O masanın adı artık ‘‘Oğuz Baba’’nın masasıdır. Garsonlar bile sanki öğretilmiş gibi,

‘‘Oğuz Baba'nın masasına 4 piyaz, 6 ızgara köfte, 3 şiş çeek!.. Oğuz Baba'nın masasına iki de büyük aaç... Tekirdağ olsuun’’ diye ocağa seslenirler.

Ben aslında mahcup biriyimdir. Böyle pöhpöhlenmekten rahatsız olurum. Berbere bahşiş verirken bile ensemi ter basar. Hele ‘‘abi’’likten ‘‘baba’’lığa terfi ettirilmek yaşım gereği canımı sıkar. Ama size baba deyip saygı gösteriyorlarsa siz de gelenek ve göreneklerimizin gereği babalığınızı göstermelisiniz. Yani 18 kişilik masanın hesabını ödemelisiniz. Hatta çocuklara vestiyer parası bile verdirmemelisiniz.

*

Bir gün Tuncay yine alı al, moru mor geldi.

‘‘Hayrola, bir terslik mi oldu, bu halin ne?’’

‘‘Bu halim işten atılmış adam hali Oğuz Baba!’’

‘‘Niye attılar?’’

‘‘Çekemezlerin gammazlığı yüzünden.’’

‘‘Yoksa bir halt mı ettin?’’

‘‘Sen bunca yıllık evladını tanımıyor musun Oğuz Baba'cığım. Bende yamuk yoktur. Ama yap bir babalık, beni tekrar işe almalarını söyle.’’

‘‘Benim sözümle seni işe alırlar mı yahu?’’

‘‘Alırlar babacığım. Sen, sadece bizim değil bütün basının da babasısın artık. Bizim yazı işleri müdürüne iki cümle döşen yeter. Yap bir babalık be babacığım.’’

‘‘Sizin yazı işleri müdürü Selami değil mi?’’

‘‘Evet.’’

‘‘Hah işte, seni işe alacağı varsa bile ben söyleyince almaz. Yıllar önce muhabirken o herifi ben merdivenlerden atmıştım.’’

‘‘Daha iyi ya babacığım, artık hiç karşı gelemez.’’

Sonra da Tuncay,

‘‘Benim Oğuz Baba'mdan gayrı hayatta kimim var?.. Biz baba yüzü mü gördük?’’ diye ellerime sarılıp ağlamaya başladı.

Tuncay, gerçekten babadan yana biraz sorunluydu. Oğlan küçükken anası babası ayrılmışlardı. Tuncay'ı üvey babası okutmuştu. Ama adamcağız genç yaşta kalbine yenik düşmüştü. Bir zamanlar, bizim gazetede işe başlayınca sanırım beni babası tayin etmişti.

Tuncay, ‘‘Babam, yap bir babalık!’’ diye höykürünce ben de bir tuhaf oldum. Gözüm yaşardı. Burnumdan da yaş geldi. (Ama o yaş sizi ilgilendirmez. İhtiyarların burunları Bekir'in itleri gibi hep ıslak oluyor.)

*

Selami,

‘‘Herif, haftada üç gün işe lütfen geliyor. Dört gün ya hasta ya da bir yakını vefat ettiği için cenazede... Sayesinde her hafta en az beş haber atlıyoruz. Bilirsin sevimli çocuktur. Ben de seviyorum ama beni yayın müdürüne kaç kere rezil etti’’ diye başlayan bir sürü Tuncay öyküsü anlattı. Ama baba olmak ve baba kalmak kolay değil. O gazeteye benim ‘‘Utanmaz Adam’’ çizgi romanımın bedavadan yayınlama haklarını verip Tuncay'ı eski işine geri aldırdım. Selami, beni onu attığım merdivenlerin başına kadar geçirdi. Sonra da pis pis sırıttı. 20 yıllık Utanmaz Adam'lar bedavaya gitmişti.

*

‘‘Yap bir babalık Oğuz Baba...’’

‘‘Ne oldu yine?’’

‘‘Hiçbir şey olmadı. Aslında çok güzel bir iş olmak üzere... Ama senin babalığına bakar ve mübarek ellerinden öper. Çoluk çocuk sayende kiralık evlerde sürünmekten kurtulacağız. Ev alıyorum babaa!..’’

‘‘Aferin, hayırlısı olsun.’’

‘‘Tabii, sayende hayırlı olacak. Ben peşinini verdim. Üç yatak odası bir salon. Hem de denizi görüyor. Düşün babacığım, senin koltuğunu denizi gören balkona çıkarmışız. Hanım, en sevdiğin favaları, domates soslu patlıcan kızartmalarını önüne getirmiş. Benim küçük oğlan,
'Afiyet olsun dedeciğim' diye kulüp rakını doldurmuş. Tabii, burası aslında benim değil babamın evi...’’

‘‘Estağfurullah, sağlıcakla oturursunuz inşallah.’’

‘‘Sayende oturacağız Oğuz Baba...’’

‘‘Niye benim sayemde?’’

‘‘Sen de bir imza atacakmışsın.’’

‘‘Ne imzası?’’

‘‘Kefalet imzası... Kalan borç için gösterdiğim kefiller içinde mal sahibim seni seçti. Tabii, herif insandan anlıyor babacığım.’’

Böylece Tuncay'a Ulus'ta deniz gören, bir daire almış olduk. Yani almış oldum. Çünkü borcunun ancak ilk taksidini ödeyebildi.

*

Bir sabaha karşı zurna gibi damladı. Ben afyonumu patlatmak için yüzüme soğuk sular çarparken o,

‘‘Babam ben bittim, ben mahvoldum, ocağım söndü. Tabancanı ver hiç olmazsa baba evimde öleyim!’’ diye feryat-figan, salya-sümük höykürmekte...

‘‘Benim tabancam filan yok. Hatta sapanım bile yok. İlle de intihar etmek istiyorsan sana beş on uyku ilacı vereyim. Ama nedir bu hicranlar ve figanlar?’’

‘‘Süheyla beni evden attı.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Güya ben ona ihanet ediyormuşum.’’

‘‘Ediyor musun?’’

‘‘Yok be, bunca yıllık evladını tanımıyor musun babacığım?’’

‘‘Ulan, o kızı sana alabilmek için neler çektimdi.
'Yap bir babalık!' diye günlerce gelip ağladın. Hele, kızın babasını razı etmek için ne boyalara boyandım. Adam, dini bütün bir Müslüman'dı. Bakara suresini bile Arapça'sından ezberledimdi. Bakara en uzun süredir haberin var mı? Yalvar yakar araya şeyhler, şıhlar bile soktumdu. Kız da gül fidanı gibi bir kızdı. Boyun devrilsin Tuncay!..’’

‘‘Evet, bir eşşeklik ettim baba!’’

‘‘Çocuğunun anası, cetvel kadar dürüst, sümbül tanesi gibi nazenin Süheyla'ya kimbilir hangi Nataşa kılıklı karıyla ihanet ettin?’’

‘‘İhanet etmedim babacığım, sadece yakalandım.’’

‘‘Ne demek yani?’’

‘‘Şu demek ki ihanet yoktur, yakalanmak vardır. Yap bir babalık, bizi barıştır babacığım.’’

Bol çiçekli, çikolatalı ziyaretimizde oturduğum yer bile terledi ama sonunda Süheyla kızımı Tuncay'ın masumiyetine inandırdım.

*

Herhalde geceyarısını devireli birkaç saat geçmişti. Çünkü ben, en favori rüyalarımdan Robinson rüyamı görüyordum. Ucunu yonttuğum üç dişli ok haline getirdiğim zıpkın kamışımla balık avlıyor, ehlileştirdiğim keçimin yavrusuyla hoplayıp oynuyordum ki, kapının zili susmamacasına öttü.

Aykut, yanında sarartılmış saçlı, mini eteğinin altından uzayan güzel bacaklı, yeşil lens gözlü bir kızla içeri girdi.

‘‘Babalık böyle günde belli olur babam, yap bir babalık. Bu gece bizi misafir et.’’

‘‘Karşıda otel var.’’

‘‘Otel odaları romantik değil.’’

‘‘Bizim evde sadece bir yatak odası var.’’

‘‘Sen, salonda kanepede yatarsın. Yap bir babalık babacığım.’’

Hiç laf etmeden kitaplık ve marangoz odama döndüm. Bir zamanlar masa yapma sevdasıyla tornacıya çektirdiğim masa ayaklarından meşe olanını seçtim. Sonra da Aykut'a yer misin, yemez misin diye giriştim.

‘‘Dur bee, vurma bee, ne yapıyorsun bee?’’

‘‘Sen bana
'Yap bir babalık!' demedin mi? Ben de sana halisinden bir babalık yapıyorum oğlum!’’

Siz babalık yapmayı kolay mı bellediniz?
Yazının Devamını Oku