Oğuz Aral

Biz yılbaşını erken kutladık

29 Aralık 2002
Hangi aklıevvelin aklıdır bilmiyorum, bu yılbaşı günü Hürriyet yine kocaman bir ek verecekmiş. Aslında aklıevveli bal gibi biliyorum. Çünkü bize bir angarya yüklendiği zaman bilin ki ardında Ertuğrul Özkök'ün parlak bir fikri yatmaktadır. Bu yılın yılbaşı eki mizah üstüne keyifli, şenlikli bir ek olacakmış. Geçen yılın ekinin tahribatını üzerimden hálá atabilmiş değilim. Hatırlarsanız, geçen yıl Hürriyet yazar ve çizer takımının en ucube fotoğraflarını basıp haklarındaki kimlik raporlarını birbirimize yazdırmışlardı. Yani bizi bize kırdırmak gibi bir şey... Bana da tabii Emin Çölaşan düşmüştü. Emin'i yazmayı gözleri yememişti. Huysuz İhtiyar yazarsa Emin, yaşlıya olan geleneksel saygısından ötürü maraza çıkarmaz diye düşünmüş olmalılar. Ama Ankara'daki son görüşmemizde bile maviş gözleri biraz kırgın bakıyordu Emin'in.

Asıl, benim o menhus ihtiyar fotoğrafım yayınlandığı zaman aylarca kulağıma çatır çutur sesleri gelmişti. Bu sesler, hanım okurlarımın kırılan hayallerinin sesleriydi sanırım. Sebati, ellerin kırılsın e mi!.. Bu yakışıklı adamı o kadar çirkin çekmeyi nasıl becerebildin?..

Tabii, mizah eki bizim ekbaşı Neyyire Özkan'a ihale edilmişti. Çoğunluğu fıstık gibi dilber kızlardan oluşan Neyyire'nin 10-12 kişilik bir ek takımı vardır. Haftada 3 ek hazırlıyorlar. Övünmek gibi olmasın ama, bizim ekler gazeteyim diye çıkan çok gazeteye beş basar.

Mizahçılarla uğraşıp yazıları çizileri toparlama işi de Emel Armutçu'ya düşmüştü. Oysa Emel'cik genç, güzel ve önünde parlak gazetecilik yılları olan bir kızımızdı. Kanser olmadıysa en azından ülser olmuştur.

Emel, bizi ortak fotoğraf çekimi için toparladı. Bir araya gelince yüreğimi bir sevinç bastı. Yıllardır göremediğim genç arkadaşlarım... Yapış tepiş beraber büyüdüğümüz moruk arkadaşlarım, o güne kadar tanışamadığım bir alay yazar ve çizer arkadaşla bir araya geldik.

Gani Müjde, ışıltılı gülüşünü hálá yitirmemişti. Gani bir güler, adamın gözü gönlü açılır. Gırgır'dayken Gani'nin espri bulma dışında ağır bir görevi daha vardı. Geceyi nasıl geçirmiş olursa olsun sabahları benim odama gelip sırıtacaktı. Ben de güne keyifli başlayacaktım.

Ama Gani, epeyce kilo almış. Evden dışarı çıkmıyormuş. Çünkü kızından ayrılamıyormuş. Gani'nin iki yaşında dünya cimcimesi bir kızı var yürek dayanmaz. Allah'tan oğlu olmadı, yoksa Gani tutup bir tarafını koparırdı.

Piyale Madra'yla tanışınca şaşırdım. Minik insan yüreğinin gizlisini, saklısını cart diye çizen, bazen de yakası açılmadık esprileri bulan karikatürcü, meğer hanım hanımcık bir kızmış. Bizim Meryem Ana kılıklı Ramize Erer'le iyi bir ikili olmuşlar. Saf, temiz ve melek yüzlerine bakıp aldandın mı yandın. Bunlar adamın rakısına arsenik koyarlar da keyifle içirirler.

Cumhuriyet'te karikatürlerini bayılarak izlediğim Musa Kart, aslında taze bir delikanlı. Dedesi, onca soyadının içinde bula bula Kart soyadını bulmuş. Kandemir Konduk'a yine bozuldum. Adam ihtiyarlamıyor yahu... Üstüne üstlük hálá yakışıklı... Semih Poroy'la bağlamalaşmak üzere sözleştik. O da bağlama çalar. Karikatürcülerdeki bu bağlama tutkusunu anlamıyorum. Mizahçı adam niye hicranlı sazlar çalar? Trompet çal, darbuka çal, hatta gücün kuvvetin yerindeyse o boyuna dolanmalı bando borularından çal!.. Onlardan zart zurt diye çıkan seslere bayılırım.

Kafasını şişmanlığa takıp hababam şişmanlar dünyasını çizen Gökhan Gürses zayıflamış. Tombulların yüz karası olmuş. Sinemacı babası Muharrem Gürses'le dostluğum vardı. Yakışır evlatlar yetiştirdi, gönendim.

Yazısı, çizgisiyle edebiyatın başına bela olan Metin Üstündağ, zaman zaman benden de iyi çizen Bahadır Baruter ve taptaze yaşında çılgın bir espri dünyası yaratabilen Selçuk Erdem, yani Penguen Mizah Dergisi takımıyla hasret giderdik. Mehmet Çağcağ'lı, Tuncay'lı Leman takımını gözlerim aradı. Bir rivayet Penguen'cilerle karşılaşmamak için gelmemişler. Penguen'ciler, yeni bir mizah dergisi çıkarmak için Leman'dan ayrılmışlardı. Onun için küsmüşler... O zaman benim tüm mizahçı dünyasına küs yaşamam gerek. Limon'cular da, Hıbır'cılar da kendi kanatlarıyla uçmak için bir sabah vakti Gırgır'dan tüymüşlerdi. Oysa yemin ederim ben sevinmiştim. Başkaldırıya ve özgürlüğe hep saygım vardır. Bir mizahçıya da başkaldırı yakışır. Gülay, beni yine öptü. Ne yalan söyleyeyim, genç kızlar tarafından öpülmeye bayılıyorum. Bir ara Ertuğrul Özkök tarafından da öpüldüm. Oysa ikimiz de herif herife öpüşmekten nefret ederiz. Şaşkınlıktan olmalı. Öpüşmenin şaşkınlığı geçince Ertuğrul Bey'i aradım, yılbaşı zamları konusunda edecek bir çift sözüm vardı. Ama Ertuğrul Bey'i kodunsa bul. Kendisi rakete ihtiyaç göstermeyen bir ping-pong topu gibidir. Bir ara eski takımdan Cihan Demirci, Birol Bayram, Nuri Kurtcebe'yle sohbete durduk. Nuri, Nazım Hikmet'in Kuvayı Milliye'sini çizgi roman gibi çizdi ve kanseri yendi. Onlarla ne kadar övündüğümü çocuklara hiç belli edemedim.

Bir ara moruklar masasında toplandık. Bedri Koraman'a,

‘‘Hálá kadınlardan korkuyor musun?’’ diye sordum.

‘‘Artık korkulacak bir şey kalmadı’’ dedi.

Haydaa, eski defterler açıldı... Bedri'yle sabaha karşı çizmekten bunalıp Milliyet'in mermer taşları üstünde yaptığımız güreşlerden söz ettik. Benim çırpı gibi sıska halimle kendisini arada bir yendiğimi itiraf etti. Semih Balcıoğlu altı okka ağır başlılığı ve yedi okka sevimliliğiyle eski patronlarımızı anlattı... Masanın üstünde bir tarih vardı. Ethem İzzet Benice, Ali Naci Karacan, Sedat Simavi, Nizamettin Nazif, Ahmet Emin Yalman hep masanın üstündelerdi. Ben de bayram gazeteleri çıkaran Nizamettin Nazif'in Şeker Bayramı'nda ancak Kurban Bayramı gazetesine çizdiklerimin ücretini verdiğini, Ali Naci'nin ağzımı bozdum diye beni savcılığa şikáyet ettiğini ve Yusuf Ziya Ortaç'ın Adnan Menderes'in örtülü ödeneğinden 50 bin lira alıp bana da günde 2 buçuk lira ödeyip son Akbaba'yı nasıl çıkardığımı anlattım. Bizim masaya takılan genç takımından Bülent Düzgit ve Emre Ulaş, Çince bir konferans dinliyormuşçasına muhabbeti ilgiyle dinlediler.

Önce beni Bedri baştan çıkardı. Viskiyi ağzını şapırdatıp, sigaraya öyle bir ihtirasla yumuluyordu ki can dayanmaz.

‘‘Sen açık kalp ameliyatı olmadın mı yahu?’’

‘‘Oldum.’’

‘‘Öyleyse bu içkilerle sigara neyin nesi?’’

‘‘Ben o ameliyatı boşuna mı oldum be!.. Bunları içebilmek için açık kalp ameliyatına katlandım.’’

Arkadaşlık böyle günde belli olur. Bedri'yi bir şişe viskiye karşı yalnız bırakacak değildim ya... İçmeye Hürriyet'in en sevdiğim bölümü olan barda sonra da bizim evde devam ettik. Neyyire, anaç bir edayla bizi arabasına alıp bize götürmek için yola çıktı. Ben, tam yanında oturan Bedri'nin bugüne dek gördüğü şoförlerin padişahı olduğunu anlatıyordum ki Neyyire bir kasise sertçe girip sol ön lastiği patlattı. Haydaa, lastik değiştirmek için döküldük yollara. Halimize acıyan babayiğit bir trafik polisi gelip lastiği değiştirdi. Biz de devletimize olan şükranlarımızdan söz ederek tekrar yola koyulduk.

Atilla Atalay, Hasan Kaçan ve Latif Demirci bizi benim evin kapısında beklerken ağaç olmuşlardı. İçeri girer girmez benim tam bir kangal sucuğumu katlettiler. Gecenin köründe evin yiğidi Hasan Kaçan biten içkilerin yerine yenilerini bulmak için kendini sokaklara attı... Ve buldu da.

Hepimiz bir keyif sarhoş olduk. Ama şiirli desenine her zaman hayran olduğum Ergün Gündüz bizden mek parmak daha fazla sarhoş oldu. Latif Demirci de onu bir baba şefkatiyle bağrına bastı. Söz ustamız Atilla, hiç konuşmadı, çünkü sızıp uyudu. Bedri benim karikatür kitaplarıma daldırdı. O kafayla ne gördü de ne anladı bilemem. Neyyire, hediye gelmiş benim Afyon kaymağımı şaraba meze yaptı. Gurmelikte yeni bir çığır açtı. Ben de onlara bir Bektaşi Cembir deyişi çalıp söyledim.

Vay efendim, vay sultanım çeşmim doldu yaş ilen

Ben sineme yareler açtım, bir kalemtıraş ilen

Kendim ettim kendim buldum dövüneyim taş ilen

Etme gardaş barışalım her kabahat bizdedir

Her kabahat bizde ise affeylemek sizdedir.

ŞENLİKLİ, KEYİFLİ NİCE NİCE YILLARA!..
Yazının Devamını Oku

Yılın öteberisi

22 Aralık 2002
<B>BAŞ yazı</B><br><br>Yeni yıla çeyrek kala bütün gazeteler büyük bir buluş olarak <B>‘‘Yılın olayları!’’, ‘‘Yılın adamları’’, ‘‘Yılın falanı ve filanı!’’</B> diye sayfalar dolduracaklar. Yegane gazeteniz Hüsnüniyet yine onlardan erken davranıp size <B>‘‘Yılın Öteberisi’’</B>ni sunuyor. Kıymetimizi bilin! YILIN MARKETİ

HÜRRİYET MARKET

Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkörük'ün yazılarında ve televizyon söyleşilerinde sık sık ‘‘Hürriyet Gazetesi'nin her fikirde ve her görüşte yazarları vardır. Hürriyet'te yok yoktur. Çünkü Hürriyet bir MARKET'tir!’’ demesi üzerine Migros, Gima, Karfursa gibi marketler arasında Hürriyet Market yılın marketi seçildi.

Elinde sepetiyle Hürriyet Market'i gezen Başyazarımız Bekir Şaşkın'ı doğa aşkı nedeniyle sebze reyonunda buldu. Patlıcan ve lahanalar arasında oturan Bekir Şaşkın, markette hálá bir köpek reyonu açılmadığı için çok üzgün. Karabiber ve isot çuvalları arasındaki Emin Çölduran yine öfkeliydi.

‘‘Yine İ.Melih'e mi bozuldun?’’

‘‘Yok yahu, reyonlara yine doğru dürüst yılbaşı zammı yapmıyorlar!’’

‘‘Niye?’’

‘‘Kasada oturanlara bir baksana abicim!’’



YILIN FUTBOLCUSU


KOKOVİÇ BULUNDU

Fenerbahçe Kulübü'nün malzemecisi Zühtü Kırıkkrampon, yeni yıl temizliği yaparken malzeme dolaplarının birinde 62 yaşında formalı bir adam buldu. Yaşlı adam,

‘‘Benj var mı bu haftaj oynamak?’’ diye sorduktan sonra üstündeki örümcek ağlarını temizleyip ısınma hareketlerine başladı.

Arkadaşımız Erman Zortoroğlu'nun yaptığı araştırmaya göre yaşlı adamın 40 yıl önce yabancı bir ülkeden transfer edildiği, sonra soyunma odasında unutulduğu, 16 yönetim, 68 antrenör tarafından hatırlanmadığı anlaşıldı.

Adı Kokoviç olan futbolcu,

‘‘Benj var Gassaray kalecisiski Turgay'a gol atmakj bu hafta!’’ dedi.

Teknik direktör Oğuz Çetin tarafından özel olarak çalıştırılmaya başlanan Kokoviç, ara sıra

‘‘Ali Sen baaskan Fenerbaase sampiyoo!’’ diye bağırmaktadır.


YILIN MEMEDALİ BEEY’İ


Geçtiğimiz Ramazan boyunca Çarkıfelek yarışmasına tam 3740 kez telefon ederek sonunda yarışmaya telefonla katılmayı başaran ve ekranda,

‘‘Çocuğumun biri askerde, biri hapistee... Kızım akıl özürlü, kocam işsiz!.. N'oolur yardım edin Memedali Beeey!.. Hişt Memedali Bey diyom kız!.. Yardım etsenee!’’ diye ünüleyen Cevriye Cıbıl, ne yazık ki yarışmayı kaybetmişti. Kendisiyle hastanede konuşan arkadaşımız Sedat Gergin'e,

‘‘Mefemeftalif bufulgıf!’’ diyerek ertesi ay 700 milyon lira telefon faturası gelince kocası tarafından dövülerek hastanelik edildiğini ve dişleri döküldüğü için fazla konuşamadığını anlattı.

Mehmet Ali Erbil için katlandığı fedakárlıklar için yılın ‘‘Memedalibeey'i’’ seçilen Cevriye Cıbıl'a başarısının ödülü olarak bir cep telefonu verildi.


YILIN EKONOMİSTİ


DÜNYA REKORU KIRDI!

Elinde çantasıyla günde 4 ayrı televizyon kanalına koşuşturup ekranda bilimsel ekonomi-politik ve ebegümecinin sosyo-psikolojik etkileri üzerine bilimsel analizler yapan Prof. Tahir Tazı, yılın profesörü seçildi. Yılda tam 1247 kez televizyona çıkan Tahir Tazı'nın bağlı olduğu üniversiteye gidip ne zaman ders verdiği merak ediliyor.


YILIN ROMANI


KALBİM KİLİTLİ KALDI ÇİLİNGİR YOK MU?


Kazım Narin'in yazdığı ‘‘Kalbim Kilitli Kaldı... Çilingir Yok mu?’’ adlı roman tüm eleştirmenler tarafından yılın romanı seçildi. Tam 95 baskı yapan kitap 250 bin satışa ulaştı. 27 gazete ve dergi ve de 18 televizyon kanalı Kazım Narin'le röportaj yaptı. Ünlü eleştirmen Doğan Cızlam roman hakkında şunları dedi:

‘‘Geleneksel temalardan yola çıkarak dışa vurumcu ve eklektik bir stilde kaleme alınan roman, günümüz post modern anlayışına yeni bir soluk getiriyor. Özellikle kombinezon ve 15 pound pabuçlu sahneler çok çarpıcı!’’

Ünlü eleştirmenin dediklerinden romanı okumadığı ve sadece röportajları gördüğü anlaşıldı. Çünkü Kazım Narin, romanında Civelek Köyü'nden gelip nasıl kebapçı dükkánı açtığını ve ciğer şiş yapmanın inceliklerini anlatıyor.

Resimde ilk kitabıyla ünlenen Kazım Narin'i röportaj kıyafetiyle görüyorsunuz. Yazar, röportaj için gittiği gazete ve televizyonlara poz vermek için karyolasını da götürüyor.


YILIN TÜRBANI


TÜRBAN NEREYE TAKILMALI


Meclis Başkanı Bülent Karıştırınç'ın verdiği resepsiyona türbanıyla katılan Hamdi Allahverdi, Başkan Karıştırınç tarafından fena halde azarlandı.

‘‘Türban buraya mı takılır be!.. Türban, açık görünmesin diye başa takılır.’’

‘‘Ben de öyle yaptım Sayın Başkan. Açık yerim görünmesin diye türbanı orama taktım.’’
diyen Hamdi ve türbanı görülüyor.


YILIN EKONOMİSTİ


YILDA 12 MİLYON KÁR ETTİ


Tutumluluğuyla tanınan işadamlarımızdan Sıtkı Elisıkı, 390 milyara yeni aldığı Mersedes otomobilinin çok benzin yaktığını görünce ‘‘Bu benzin parasına can dayanmaz be!’’ diyerek arabanın karbüratörünü söktürüp yerine tüpgaz sistemi koydurdu. Böylece 390 milyarlık Mersedes tüpgazla çalışıp Sıtkı Elisıkı'ya yılda 12 milyon kazandıracak.
Yazının Devamını Oku

Yılın öteberisi

22 Aralık 2002
BAŞ yazıYeni yıla çeyrek kala bütün gazeteler büyük bir buluş olarak ‘‘Yılın olayları!’’, ‘‘Yılın adamları’’, ‘‘Yılın falanı ve filanı!’’ diye sayfalar dolduracaklar. Yegane gazeteniz Hüsnüniyet yine onlardan erken davranıp size ‘‘Yılın Öteberisi’’ni sunuyor. Kıymetimizi bilin!YILIN MARKETİHÜRRİYET MARKETGenel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkörük'ün yazılarında ve televizyon söyleşilerinde sık sık ‘‘Hürriyet Gazetesi'nin her fikirde ve her görüşte yazarları vardır. Hürriyet'te yok yoktur. Çünkü Hürriyet bir MARKET'tir!’’ demesi üzerine Migros, Gima, Karfursa gibi marketler arasında Hürriyet Market yılın marketi seçildi.Elinde sepetiyle Hürriyet Market'i gezen Başyazarımız Bekir Şaşkın'ı doğa aşkı nedeniyle sebze reyonunda buldu. Patlıcan ve lahanalar arasında oturan Bekir Şaşkın, markette hálá bir köpek reyonu açılmadığı için çok üzgün. Karabiber ve isot çuvalları arasındaki Emin Çölduran yine öfkeliydi.‘‘Yine İ.Melih'e mi bozuldun?’’‘‘Yok yahu, reyonlara yine doğru dürüst yılbaşı zammı yapmıyorlar!’’‘‘Niye?’’‘‘Kasada oturanlara bir baksana abicim!’’YILIN FUTBOLCUSUKOKOVİÇ BULUNDUFenerbahçe Kulübü'nün malzemecisi Zühtü Kırıkkrampon, yeni yıl temizliği yaparken malzeme dolaplarının birinde 62 yaşında formalı bir adam buldu. Yaşlı adam,‘‘Benj var mı bu haftaj oynamak?’’ diye sorduktan sonra üstündeki örümcek ağlarını temizleyip ısınma hareketlerine başladı.Arkadaşımız Erman Zortoroğlu'nun yaptığı araştırmaya göre yaşlı adamın 40 yıl önce yabancı bir ülkeden transfer edildiği, sonra soyunma odasında unutulduğu, 16 yönetim, 68 antrenör tarafından hatırlanmadığı anlaşıldı.Adı Kokoviç olan futbolcu,‘‘Benj var Gassaray kalecisiski Turgay'a gol atmakj bu hafta!’’ dedi.Teknik direktör Oğuz Çetin tarafından özel olarak çalıştırılmaya başlanan Kokoviç, ara sıra‘‘Ali Sen baaskan Fenerbaase sampiyoo!’’ diye bağırmaktadır.YILIN MEMEDALİ BEEY’İGeçtiğimiz Ramazan boyunca Çarkıfelek yarışmasına tam 3740 kez telefon ederek sonunda yarışmaya telefonla katılmayı başaran ve ekranda,‘‘Çocuğumun biri askerde, biri hapistee... Kızım akıl özürlü, kocam işsiz!.. N'oolur yardım edin Memedali Beeey!.. Hişt Memedali Bey diyom kız!.. Yardım etsenee!’’ diye ünüleyen Cevriye Cıbıl, ne yazık ki yarışmayı kaybetmişti. Kendisiyle hastanede konuşan arkadaşımız Sedat Gergin'e,‘‘Mefemeftalif bufulgıf!’’ diyerek ertesi ay 700 milyon lira telefon faturası gelince kocası tarafından dövülerek hastanelik edildiğini ve dişleri döküldüğü için fazla konuşamadığını anlattı.Mehmet Ali Erbil için katlandığı fedakárlıklar için yılın ‘‘Memedalibeey'i’’ seçilen Cevriye Cıbıl'a başarısının ödülü olarak bir cep telefonu verildi.YILIN EKONOMİSTİDÜNYA REKORU KIRDI!Elinde çantasıyla günde 4 ayrı televizyon kanalına koşuşturup ekranda bilimsel ekonomi-politik ve ebegümecinin sosyo-psikolojik etkileri üzerine bilimsel analizler yapan Prof. Tahir Tazı, yılın profesörü seçildi. Yılda tam 1247 kez televizyona çıkan Tahir Tazı'nın bağlı olduğu üniversiteye gidip ne zaman ders verdiği merak ediliyor.YILIN ROMANIKALBİM KİLİTLİ KALDI ÇİLİNGİR YOK MU?Kazım Narin'in yazdığı ‘‘Kalbim Kilitli Kaldı... Çilingir Yok mu?’’ adlı roman tüm eleştirmenler tarafından yılın romanı seçildi. Tam 95 baskı yapan kitap 250 bin satışa ulaştı. 27 gazete ve dergi ve de 18 televizyon kanalı Kazım Narin'le röportaj yaptı. Ünlü eleştirmen Doğan Cızlam roman hakkında şunları dedi:‘‘Geleneksel temalardan yola çıkarak dışa vurumcu ve eklektik bir stilde kaleme alınan roman, günümüz post modern anlayışına yeni bir soluk getiriyor. Özellikle kombinezon ve 15 pound pabuçlu sahneler çok çarpıcı!’’Ünlü eleştirmenin dediklerinden romanı okumadığı ve sadece röportajları gördüğü anlaşıldı. Çünkü Kazım Narin, romanında Civelek Köyü'nden gelip nasıl kebapçı dükkánı açtığını ve ciğer şiş yapmanın inceliklerini anlatıyor.Resimde ilk kitabıyla ünlenen Kazım Narin'i röportaj kıyafetiyle görüyorsunuz. Yazar, röportaj için gittiği gazete ve televizyonlara poz vermek için karyolasını da götürüyor.YILIN TÜRBANITÜRBAN NEREYE TAKILMALIMeclis Başkanı Bülent Karıştırınç'ın verdiği resepsiyona türbanıyla katılan Hamdi Allahverdi, Başkan Karıştırınç tarafından fena halde azarlandı.‘‘Türban buraya mı takılır be!.. Türban, açık görünmesin diye başa takılır.’’‘‘Ben de öyle yaptım Sayın Başkan. Açık yerim görünmesin diye türbanı orama taktım.’’ diyen Hamdi ve türbanı görülüyor.YILIN EKONOMİSTİYILDA 12 MİLYON KÁR ETTİTutumluluğuyla tanınan işadamlarımızdan Sıtkı Elisıkı, 390 milyara yeni aldığı Mersedes otomobilinin çok benzin yaktığını görünce ‘‘Bu benzin parasına can dayanmaz be!’’ diyerek arabanın karbüratörünü söktürüp yerine tüpgaz sistemi koydurdu. Böylece 390 milyarlık Mersedes tüpgazla çalışıp Sıtkı Elisıkı'ya yılda 12 milyon kazandıracak.
Yazının Devamını Oku

Adam olacak çocuk tiyatro sevmesinden bellidir!

20 Aralık 2002
İlk sahneye çıktığımda 8 yaşlarındaydım. Yani, kısa pantolonluydum. ADALI adlı oyunda Adliye Müfettişi'ni oynuyordum. Sıska bedenime uyan ödünç bir uzun pantolon bulmak anacığıma dert olmuştu. Bir hayli uzun olan pantolonumun paçalarına basıp sahnede birkaç kez düşme tehlikesi atlatmıştım.

O yıllarda ilkokullar her yıl bir tiyatro gösterisi hazırlardı. Cumhuriyetimizin taze yıllarıydı. Okullardaki tiyatroların ve Halkevleri'nin yerini daha Kuran kursları, tekkeler ve örgüt evleri almayı becerememişti.

Bizi okulla da tiyatroya götürürlerdi. Şehir tiyatroları, çocuk oyunlarını salonu geniş olduğu için Eminönü Halkevi'nde oynardı. Mavi Kuş, Mavi Gözlük hálá unutamadığım oyunlardır. Oyunların çoğunu rahmetli Ferih Egemen hazırlardı. Cüce olduğu için çocuk rollerine de çıkardı. Sanatçı bir ağabeyimizdi.

Tiyatroda izlediğimiz dünya, biz çocuklara yaşadığımız dünyadan daha gerçekmiş gibi gelirdi. Hayvanlarla, çiçeklerle konuşur, bulutlara binip masallar ülkesinin küçük prensesiyle top oynardık. Böylece tiyatro sevgisi daha o yaşta yüreklerimizde yeşerirdi.

İstanbul Şehir Tiyatrosu Muhsin Ertuğrul Bey'in bu geleneğini hálá başarıyla sürdürüyor sağolsun... Tam 6 sahnesinde 6 değişik çocuk oyunu sunuyor.

Ümraniye Sahnesi'nde ise Haluk Işık'ın yazdığı Bahtiyar Engin'in yönettiği KURŞUN ASKERİN UTANCI oynuyor. KARA GÖZÜM, İKİ GÖZÜM Geleneksel Karagöz oyununu Tekin Özertem yazmış, Aslan Kacar sahneye koymuş.

GÜNEŞİN OĞLU: Fatih Reşat Nuri Sahnesi'nde. Betül Avunç yazmış, Hikmet Körmükçü yönetmiş.

DÜŞLER SİRKİ BAŞLIYOOR Gaziosmanpaşa Sahnesi'nde. Ümran İnceoğlu yazmış, Eftal Gürbudak sahneye koymuş.

Sabahattin Mutluer'in yazdığı, Levent Üzümcü'nün yönettiği DON KİŞOT PETMEN'E KARŞI Üsküdar Musahipzade Sahnesi'nde.

BENİM KÜÇÜK YILDIZIM

Bir kukla ustası olan Cengiz Özek oyunu Nesrin Giray'la beraber yazmış ve siyah tiyatro tekniğiyle sahneye koymuş. Oyunda rengarenk ve cıvıl cıvıl kuklalar havada uçuşuyor. Müzik var, dans var... Yani yok yok!.. Oyun, gökyüzünde kayan bir yıldızın peşine düşen küçük bir kızın şiirli öyküsünü anlatıyor.

Bir tiyatro öncüsü olan Cengiz Özek'in bu şenlikli oyununu yalnız küçük çocuklar değil, ben yaşa kadarki bütün çocuklar izlemeli.

Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde. Tel: 0.212 240 77 20
Yazının Devamını Oku

Gazete niye okunur?

15 Aralık 2002
Yıllardır meğer ne azaplar çekmişim de haberim olmamış. Günah bana... Hem de güpgünah bana!.. Onca yıldır kendime nasıl kıymışım? Tek bıçaklı, çift bıçaklı traş makineleriyle yüz derimi kazıyıp durmuşum. Traş fırçasını köpürtmek için sabunu ovalamaktan, pazu yaptım vallahi... Nedir bu zulüm yahu!..

Şimdi tüpten biraz jel fışkırtıp yüzüme sürüyorum. Suratım bir anda Noel Baba'nın beyaz sakalları misali köpükle doluyor. Sonra gelsin tam 3 bıçaklı traş makinesi...

Makine Yurosport'taki kayakçılar gibi yüzümde slalomlar yapıyor. Acaba bugün hangi marka traş losyunumu sürsem? Brut mu, For-men mi, yoksa Dezire mi? Neydi o lavanta kolonyası sürünmelerin ilkelliği canım?

Saçlarımı yıkarken zorluk çekiyorum. Zorluk saçlarımın gürlüğünden değil, şampuan bolluğundan geliyor. Kafama Cicoys sürsem Kelidor'un hatırı kalır. Üstelik B vitaminli ve kremli Tanten fena üzülür. Hepsini birbirine katıp kokteyl yapıyorum ve başımda bana sadık kalan son saçlarımı bir güzel yıkıyorum.

Sibel Can'ın reklamını yaptığı terliklerimi giyiyorum. Bir Sibel Can şarkısı tutturup bir Sibel Can göbeği ataraktan mutfağa yollanıyorum. Yavrucuklarım beni görünce keyifle tıngırdıyorlar. Yavrucuklarımdan Kelvud fritöze selam gönderip Teftal düdüklü tencereyi okşuyorum. Son-Brovun meyve sıkacağında kendime portakal suyu sıkıyorum.

Buzdolabına bakıp ‘‘Bunun yerine Darçelik nofrost soğutucu mu alsam?’’ diye düşündüm. ‘‘Eskisini getirin 100 milyona sayalım. Size yenisini verelim’’ deyip duruyorlar. Üstelik logolarını da değiştirmişler. Laf aramızda yeni logoyu hiç tutmadım. İlaç kutusu yazısına benziyor. Eski bir dolabım olsa hemen götürüp 100 milyona saydıracağım. Ama ben, bu Boç'u geçen ay aldım yahu.

Bir süre İSG pardesümü mü giysem, yoksa Gerimod deri ceketimi mi diye tereddütler içinde kaldım. Sonunda Murdo kabanımı giydim. Ama siz evden çıkmayı kolay mı sanıyorsunuz? Ayakkabısız sokağa çıkılır ama cep telefonsuz sokağa çıkılır mı? Ya, siz evde yokken Ayşegül Aldiç ya da Demi Mor ararsa?.. Yahut Deniz Akkaya tost masajı gönderirse!.. (Bu masaj, pasaj, pajaz, maşaz sözcüklerini birçok vatandaşımız gibi ben de karıştırır dururum. Acaba doğrusu mesaj olabilir mi?) Her ihtimale karşı yanıma Dürksel, Vaysel, Varya şirketlerinin Nokta, Burundink, Huni telefonlarını aldım.

Yıldız falımda ‘‘Bugün yolda sizi çok hoş bir sürpriz bekliyor’’ yazılıydı. O, çok hoş sürpriz acaba sarışın mıydı? Ama öteki yıldız falımda ‘‘Eski dostlarınızı ihmal ediyorsunuz. Size vefasız diyorlar’’ yazılıydı. Hayret bir şey, bu yıldız falcıları her şeyi nasıl bilebiliyorlardı yahu?

Hemen Yavuz'a telefon edip fıtığımın sağlığını sordum.

‘‘İki kere kesip diktiler. Ama yine patladı. Artık dikiş tutmuyoruz be moruk!’’ diye iç açıcı haberler verdi. Yalçın ise bana olan borcunu sordu. Demek ki bunca yıl sonra ödeyecekti. O, güvenilir bir arkadaştı zaten. Üstelik gelecek olan para da ilaç gibi gelecekti. Çünkü Karayip gezim için paraya ihtiyacım vardı.

‘‘Hepi topu 275 milyondu Yalçın'cığım.’’

‘‘Aaa, o kadarcık mıymış? Şunu yuvarlak hesap yapalım be moruk. Sen bana 25 milyon daha gönder, ama kuryeyle gönder. Romatizmalarım azdı. Evden çıkamıyorum.’’

*

İlk gittiğim gezi şirketini gözüm hiç tutmadı. Çünkü, bekleme salonundaki koltuklar Tepeleme Mobilya'dan değildi. Üstelik bankonun arkasındaki kız, Fal marka deodorant kokmuyordu. Ben Fal sürünen kızı gözünden tanırım.

Üçüncü şirketin kızı, Benbonton'dan giyindiği için şu anda Mayami'ye giden bir uçakta güneşi seyrediyorum. Belki içinizde uçakla Amerika'ya gitmemiş birkaç kişi olabilir diye anlatıyorum. Siz gidince güneş de sizinle beraber gidiyor. Kendi saatinize göre gecenin bir köründe Mayami'ye varıyorsunuz. Ama ortalık günlük güneşlik, vakit de öğlen vakti... Zamana karşı ‘‘Geçirdik... Geçirdik!..’’ diye sizde bir keyif, bir keyif!.. Bu keyifle uçakta tam 12 saat sigara içirtmedikleri için çektiğiniz zulümleri unutuyorsunuz.

Çok eski bir kovboy olduğum için yol arkadaşlarıma Amerika hakkında aydınlatıcı bilgiler verdim ve otelden çıkıp gemiye benzer bir binaya bindik ve de bina suyun üstünde yüzmeye başladı. Bina dedimse bizim çümtürük apartman sitelerini aklınıza düşürmeyin. Sabancı'nın kulelerinin enine hali gibi bir lenduha... Sadece ikinci katı bizim Akmerkez'e beş basar. İçinde yok yok! İlk gün biraz gezineyim derken kayboldum da anons yapıp bizim turist rehberini zor buldular. O da beni 3 asansöre bindirip 2 km. yol yürüttükten sonra kamarama zor götürdü.

Akşama smokinimi giyinip kasinoya, yani kumarhaneye indim. İleri görüşlü bir adam olduğum için yıllar önce smokinimi 2 beden büyük almıştım. Omuzları ve kol boyu biraz uzun geliyor ama göbek kısmı tam oturuyor.

Beni rulette kimsecikler yenemez!..

Önce siyaha 1 dolar koyuyorsun. Kaybedersen 2 dolar... Yine kaybedersen 4 dolar, yani hep bir misli. Sonunda nasıl olsa siyah geliyor ve kazanıyorsun. Böylece 64 dolar yatırıp 1 dolar kárın oluyor. O, 1 dolarla tekrar oyuna başlıyorsun. Rulet tarihinde sadece bir kere siyah, 18 kez üst üste gelebilmiş.

Sabaha karşı bitkin ve perişan ama 12 dolar kazıklamanın keyfiyle kasinodan ayrılırken çok usta olduğum poker oyununun makinesi gözüme ilişti. Böylece 12 doların üstüne 200 dolar daha kaybettim. Ama içemediğim viskiler bedavaydı hiç olmazsa.

Sonra San Huan'a, Porto Riko'ya, Vircin adalarına filan uğradık. Virjin Adaları'nı hayret ve hayranlıkla ‘‘Aaa!.. Uuu!’’ sesleri çıkararak gezen bizim turist milletine,

‘‘Siz burnunuzun dibindeki Büyükada'ya Heybeli'ye hiç gittiniz mi? Halki Palas'tan Kaşık Adası'na bakıp güneşin batışını hiç seyrettiniz mi?’’ diye bozuk attım.

Smokinimin yüzü suyu hürmetine akşam yemeğini kaptanın masasında yiyordum. Böylece Meri ile tanıştım. Meri, her daim teselliye muhtaçtı. Çünkü, Heri adlı maganda kocası bu mini etekli, uzun bacaklı, gök mavisi gözlü kızcağızı sürekli üzüyordu. Ben de Meri'yi her gece güvertede teselli ediyordum. Bir gece kızı benim kamaramda teselli etmeye kalktım. Ama ayı Heri, tesellinin tam ortalık yerinde kapımı omuzladı ve beni Meksika Körfezi'nde denize attı. Ben de,

‘‘Bana bir de can simidi at! Yoksa seni Başkan Buş'a şikáyet ederim!’’ diye haykırdımsa da gelen giden olmadı.

Meksika Körfezi'nin ılık sularında kulaç atarken kucağımdaki gazeteyi kapattım. Bugünkü gazete hayallerim sona ermişti. 300 bine 300 milyarlık hayaller... Sudan ucuz!.. Reklamlarını okuyun yeter. Şefkat dolu bin yıllık terliklerimi sürüyerek banyoya gittim. Kılları dökülüp tepeme dönmüş traş fırçamla traş sabunumu ovalamaya başladım.
Yazının Devamını Oku

Ah, bir salak olsaydım!

8 Aralık 2002
Şakir, bizim sınıfın en salağıydı. Hatta okulun en salağıydı. Tarih dersinde kopya istesek hazırladığı kopyaları karıştırıp coğrafya kopyası verirdi. Düz yolda yürürken düşmeyi becerir, kafasını geçtiği her kapının pervazına vurur, okul çıkışında caddeyi geçerken sık sık ezilme tehlikesi geçirir, ikide bir rapor alıp okula gelemezdi.

Yaşar Doğu, Celal Atik, Nasuh Akar'ların Olimpiyat zaferlerinden olsa gerek hepimizi bir güreş merakı basmıştı. Teneffüslerde itişe kakışa güreşip dururduk. Şakir de güreşmeye pek meraklıydı. Ama birini yenebildiğine hiç rastlamadım. İlkokula 3. sınıftan başladığım için sınıfın en küçüğüydüm. Üstelik bir hayli sıskaydım da... Benim ikim gibi olmasına rağmen Lapacı Şakir'i yatırıp dururdum.

Heyecanlanınca Şakir'in dili de tutulurdu. Konuşamaz, ‘‘hıgık, mıgık’’ bir şeyler kekelerdi. Bu arada gözleri börtler, suratını al basar, tepinmeye benzeyen garip hareketler yapardı. Okul numaralarımız peşpeşe olduğu için öğretmenler ikimizi beraber tahtaya kaldırırlardı. Şakir sorulan soruya inileyerek ‘‘humpuf!.. Mırg!..’’ diye yanıt vermek uğruna kıvranırken öğretmen, çektiği azabı durdurmak için aynı soruyu bana sorardı. Ben soruyu yanıtlarken Şakir de kafasını yukarıdan aşağıya doğru sallayarak cevabı onaylar, böylece cevabı bildiğini gösterirdi. Öğretmen ikimize de aynı notu verip sıramıza yollardı. Bazen soruları ben bildiğim halde Şakir'in daha yüksek not aldığı olurdu. Zaten Şakir'in bir adı da Ballı Şakir'di.

Okul bahçesinde top oynarken çok beceriksiz olmasına rağmen nedense acıyıp Şakir'i de oynatırdık. Örneğin Şakir'den daha iyi oynamalarına rağmen Doğan Hızlan'la Konur Ertop'u oynatmazdık. Adam yerine koymadığımız için maçta Şakir'i kimse tutmazdı. O da gidip kale önüne dikilirdi. Ama en çok golü de Ballı Şakir atardı. Top orasına burasına çarpar gol olurdu.

O zamanlar, orta öğretimde kızlar ve erkekler ayrı okullarda okurlardı. Burnumuzun altındaki tüyler, hafiften kıla dönüşmeye başladığı için hepimiz potansiyel birer Kazanova'ydık. Yaşanmamış yaz tatili maceralarımızı bütün öğrenim yılı boyunca birbirimize anlatırdık. Her anlatışta zamparalık öyküsü biraz daha gelişir bakıştığımız kız, konuştuğumuz kız olur, konuştuğumuz kız ise seviştiğimiz kıza dönüşürdü.

Bir tek Şakir'in sevda öyküleri yoktu. Öykü uydurmayı beceremediğinden mi, yoksa inanmayacağımızı bildiğinden mi susup sadece bizi dinlerdi. Gerçi hiçbirimiz, hiçbirimizin öyküsüne inanmazdık ama, anlatmadan da duramazdık.

Ama Meral'i yine salak Şakir tavlamıştı. Meral bizim okulun bahçesine bitişik bir evde otururdu. Keyfinden ya da hainliğinden sık sık cama çıkardı. Okul bahçesinden gelen naraları ve feryatları duymazdan gelir, hülyalı mavi gözlerini gökyüzüne dikip kırıtırdı. Meral'i rüyasında görmeyen öğrenci herhalde yok gibiydi.

Meral, yine bir gün pencere şovu yaparken biz Şakir'i gaza getirdik.

‘‘Kız sana bitik, kız sana yangın!.. Haydi Şakir göster kendini, okulun şerefini kurtar!’’ diye el verdik Şakir'i okul duvarının üstüne çıkardık. Şakir'i yine al bastı, ‘‘Humpf mumpf!’’ diye konuşmaya çalışıp acayip hareketler yapmaya başlayınca duvarın üstünden kayıp Meral'lerin bahçesine düştü. O sırada ders zili çaldı. Şakir'in bu aşk düşüşünün gerisini göremedik. Ama tahmin edebildik. Çünkü Meral'in bütün Cerrahpaşa'ya belasıyla nam salmış asabi bir ağabeyi vardı. Vee 2 gün sonra okula gelen Şakir'in mor sol gözünden ve topallayarak yürümesinden tahminlerimizin doğru çıktığını anladık. Ama Şakir'i Meral'le bir muhallebicide el ele, yanak yanağa muhabbet ederken görebileceğimizi tahmin edememiştik. Okul bitti, hepimiz bir tarafa dağıldık. Konur Ertop yaman bir edebiyat düşünürü oldu. Doğan Hızlan hiç büyümedi. Eskiden de böyle yaşlı başlı bir mütefekkirdi. Şimdi aynı gazetede icrayı lûbiyat ediyoruz. Oktay benimle Akademi'ye girdi. Orhan ordudan emekli oldu. Mustafa hepimizi güreşte yenerdi. Şampiyon bir güreşçi olabildi mi bilmiyorum. Orhan Kemal hayranı Erol ne oldu? İlhami, bir gün gazeteye beni ziyarete gelmişti. Ben bunak, can arkadaşımı anımsayamamıştım. Kırık bir tebessümle hoşçakal deyip gitmişti. Bir gece yarısı İlhami'nin kim olduğunu bulup yataktan fırlamıştım. Camı açıp,

‘‘İlhamiii, seninle bağ bahçe dolaşırdık... Subay kumaşından bozma bir ceketin vardı... Ne olur bir daha gel!’’ diye gece karanlığına doğru haykırmıştım.

Şakir'i gazetelerde ve televizyonlarda hep önemli bir adamın yanında aptal aptal sırıtırken gördüm. Yıllar sonra, bir gün bir tiyatro galasında canlısına rastladım. Sarılıp sarmaştık. Konuşurken bir ara elindeki kanapenin zeytinini nasıl becerdiyse yandaki güzel hanımın açık yakasından içeriye kaçırdı. Tabii, kaçırmakla kalmayıp elini açık yakadan içeriye daldırıp zeytini aramaya da başladı. Ben, güzel kadının gıdıklı kahkahalarını duyunca saklanacak yer aramaktan vazgeçtim.

Şakir, alkolle yüklüydü. ‘‘İllaa bize gideceğiz!’’ diye tutturup beni sürükleyerek bir arabaya bindirdi. Araba dedimse aklınıza öyle Reno, Ford, Honda gibi normal arabalar gelmesin. Camları koyu füme, içi deri ve ağaç kaplı bir salon salomanjeydi. Tahminime göre özel yaptırılmış bir Mersedes'ti.

Şakir'in evi ise Boğaz'a nazır bir saray yavrusuydu. Duvarlarda ünlü ressamların tabloları vardı. Hatta, bir Dali ve bir Miro'ya takıldım kaldım.

‘‘İspanya gezimizin anıları’’ dedi.

‘‘Benim hatırladığım, sen bir memur çocuğuydun. Bunlar nereden?’’

‘‘Aptallıktan.’’

Bu yanıttan hiçbir şey anlamadım, ama yine sordum.

‘‘Bu ev senin mi?’’

‘‘Tabii, ama bir de yazlığımı görmelisin. Bir Yunan adası satın aldım. Oraya bir yazlık yaptırdım. Özel helikopterimle arada bir kaçıyorum.’’

‘‘Bunca parayı nasıl kazandın lan?’’

‘‘Çünkü ben bir salağım.’’

‘‘Estağfurullah.’’

‘‘Estağfurullahı filan yok, benim mesleğim salaklık.’’

‘‘Nerede çalışıyorsun?’’

Şakir, adını veremeyeceğim çok ünlü bir holdingin genel müdür yardımcısı olduğunu söyledi. Şaştım kaldım. Farkında olmadan ‘‘Seni nasıl genel müdür yardımcısı yaptılar yahu?’’ diye mırıldanmışım.

‘‘Salak olduğum için enayi... Sen genel müdür olsan yanına zeki birini ister miydin? Ben bir halt edince babam zeki olan ağabeyimi döverdi. Zeki adam tehlikelidir ve beladır. Seni yerinden eder. Zeki olanlar hababam sorun çıkarırlar. Salaklık nimettir. Herkes salakları sever ve gözetir. Çünkü tehlikesizdirler. Ayrıca insanda merhamet uyandırırlar. Salaklara herkes acır. Salaklığım sayesinde üniversiteyi bana bitirttiler. Sonra da bu şirkete memur olarak girdim. Şef yardımcısı, müdür yardımcısı, derken genel müdür yardımcısı oldum. Sen zekiydin de ne oldun? Altmışını geçtin, hálá üç otuz para maaşa talim ediyorsun.’’

Bir ara, altın kakmalı fildişi bir satranç takımına gözüm ilişti. Şakir,

‘‘Oynayalım mı?’’ diye sordu.

‘‘Haydi be, sen tavlayı bile doğru dürüst oynayamazdın!’’

Oynadık, herif beni 18. hamlede mat etti. Hem de benim gibi bir ustayı!.. O sırada salona yeşil gözlü, ceylan sekişli, Şakir'den en az 30 yaş daha genç bir hanım girdi. Şakir'e merhamet ve sevgi dolu bakışlarla bakıp,

‘‘Ruhum, canım, bir tanem. Senin uyku saatin çoktan geçti. Gel seni yatırayım!’’ dedi ve Şakir'i alıp götürdü. Salon kapısından çıkarken Şakir, kafasını kapının pervazına çarptı. Ben de zeki zeki gülümsedim.
Yazının Devamını Oku

Çiçeği burnunda bir eleştirmen

6 Aralık 2002
Birkaç sayfa ötedeki komşum Ali Atıf Bir'in televizyon reklamlarıyla ilgili eleştirilerini keyifle okurum. Atıf Hoca da bu eleştiri işini çok sevmiş olacak ki hızını alamayıp geçen haftaki cuma ekinde kitap, film ve tiyatro eleştirilerine de başlayıvermiş. Ümit Ünal''ın ‘‘9’’ adlı filmini, Ozanser Uğurlu'nun ‘‘Kadınlar’’ adlı kitabını ve Ferhan Şensoy'un ‘‘Biri Bizi dikizliyor’’ oyununu tezgáhına yatırıp ince-kıyım doğramış. Yakında futbol, resim, yemek ya da moda üstüne yazacağı eleştirileri merakla bekliyorum.

Ben, binlerce metre çizgi film yaptım, birkaç yüz reklam filmi çektim. Lütfü Akad, Yılmaz Güney, Aydın Arakon gibi sinema ustalarına film öyküleri ve senaryolar yazdım. Hatta zıpırlık zamanlarımda 5-6 filmde bile oynadım. Ama film eleştirisi yapmak aklımdan geçmez.

En az 5-10 bin kitap okumuşumdur. 5-10 tane de yazmışımdır. Ama bir kitabı eleştirme gücünü kendimde göremem.

Fakat alçakgönüllülükle tiyatrodan bir miktar anladığımı söyleyebilirim. 1958 yılından beri tiyatrodan hiç kopmadım. Konservatuvarlarda 12 yıl öğretmenlik yaptım. 20'ye yakın oyun yazıp yönettim. Bunlardan Huysuz İhtiyar, Kuvayı Milliye, Bir Garip Orhan Veli yıllardır oynuyor.

Atıf Hoca'nın hocalığı hangi konuda bilmiyorum. Ama tiyatro hocası olmadığı kesin. En azından ‘‘gala’’ ile ‘‘prömiyer’’i karıştırmazdı. Ferhan Şensoy gala yapmaz. Gala sözcüğü bedava ekabir gecesi niyetine kullanılır. Prömiyer de bildiğiniz gibi ilk oyun demektir. İlk oyunda dil sürçer, tekler, keşküller... Dekorda kapılar açılmaz, duvar dekorunun oyuncuların üstüne yıkıldığı olur, takma sakallar düşer, elbiselerin teyelle tutturulmuş kenarlarının açılıp oyuncuyu cıbıl bıraktığı bile vardır.

Ama 20-30 provadan sonra seyirci karşısına çıkan oyunun tadı ve heyecanı bambaşkadır. Yine de ilk oyun, hoşgörü ve saygıyla karşılanır.

Atıf Hoca, Ferhan Şensoy'un sahnedeki görünümünü sağlıksız bulup üzülmüş. Demek ki Ferhan makyajını iyi yapmamış. Ama Ferhan Şensoy üstüne laf ufalarken 5 dakika düşünmek gerekir. Yıllar yılı soluksuz yazan, sahneleyen, oynayan ve bir tiyatroyu ayakta tutabilen dünyada acep kaç Molyer vardır? 52 yıllık gazetecilikten sonra ‘‘gazetecilik dili’’ üzerine de bir söz etmek isterim.

Atıf Hoca, sinema eleştirisine şu cümleyle başlamış:

‘‘Geçen hafta hem senaryosu Ümit Ünal tarafından yazılan hem de yine Ünal tarafından yönetilen 9'u izledim.’’

Belki de yazar, bir dil üslubu arıyordur. Ama gazete dili telgraf çeker gibi kısa ve net olmalıdır. Örnek:

‘‘Geçen hafta Ümit Ünal'ın senaryosunu yazıp yönettiği '9' filmini izledim.’’

Kusura bakma hocam, eleştirmenleri de eleştirirler arada bir.

BİR DON KİŞOT

Bir kere denediğim için bilirim, bir tiyatro kurup onu sürdürmek ve yönetmek normal bir insanın kendine yapacağı en büyük zulümdür. Ama tiyatrocular herhalde normal insan sınıfına girmedikleri için bin yıllardır inatla bu işi sürdürüyorlar.

İşte bunlardan biri de Hadi Çaman... Tiyatroya başlayalı 40, kendi tiyatrosunu kuralı da 20 yıl olmuş.

20. yılını kutlamak için Çaman'a gönderdiği mektupta Haldun Dormen,

‘‘...Senin nelerle karşı karşıya olduğunu kendi yaşamımdan biliyorum.’’ 'Tanrı yardımcın olsun' demekten başka ne söylenebilir ki?''

Yıldız Kenter ise,

‘‘...İnsanı insana sevdireceğim diye hababam yeldeğirmenleriyle boğuşan bir Don Kişot... Don Kişot'ları seviyorum, nice nice yıllara diyorum’’ diye yazmış. Ben de,

‘‘20 yıl haa, vay canına!.. 20 yıl Gırgır'ı çıkarmaktan daha zor bir iş’’ diyorum.

Hadi Çaman'ın Yeditepe Oyuncuları, her dönemin hit komedisi olan İ. Refik Ahmet Nuri'nin HİSSE-İ ŞAYİA'sını oynuyorlar.

Hisse-i Şayia, ayrılmış bir anne ile baba arasında bölüşülemeyen güzeller güzeli bir kız evladın perişanlığını anlatan bir Osmanlı güldürüsü. Oyunda Füsun Erbulak ve Suna Keskin de oynuyor.

Bir başka oyun, Hadi Çaman'ın tek başına oynadığı stand-up'a inat sitdown bir komedi. Yani tam bayramlık oyunlar. Tel: (0212) 224 14 39
Yazının Devamını Oku

Benim Kanlı Perşembem!

1 Aralık 2002
İşte, yine Kanlı Perşembe geldi. Perşembe'nin perşembeliğine bir diyeceğim yok. Ama kanlı oluşu benim yazı günüm olmasından ileri geliyor. Aslında yazmayı seviyorum. Yazmak, 50 yıl derdini sadece çizerek anlatmış biri için leylak kokulu taze bir nefes almak gibi... Dilsiz birinin 60 yaşından sonra birden dilinin çözülüvermesi gibi bir keyif. Ama yazma bir görev haline gelince belli bir günde, belli bir saatte yazı yetiştirmek keyiflikten çıkıyor. Yazı gecikince bizim eklerin esir müdürleri Neyyire ve Sanlı'nın sevimli ve sevecen ifadeli yüzlerinin yavaş yavaş nasıl değişeceği, köpek dişlerinin sivrilerek nasıl uzayacağı ve göz aklarının nasıl kırmızıya dönüşeceği hayalime düşüyor. Kronik kibarlıklarından ötürü takaza bile etmeyeceklerini biliyorum ama, yüreğimi yine çarpıntılar basıyor. Keşke hır çıkarsalar. Aslında bu çarpıntılar daha pazartesinden basıyor. Ama oyalayıp perşembeyi unutturmaya çalışıyorum kendime... Dizen, günleri yanlış dizmiş çarşambadan sonra cuma gelmeliydi ve ayda bir perşembe olmalıydı. O da 24 saat değil, 50-60 saat filan olmalıydı. Ağır yazdığım için zaman yetmiyor çünkü.

Ne yazacağımın ovunmasıyla pofurdayarak masadan kalktım. Koridorda volta atarken koridor sigaralığından bir sigara alıp yaktım. Evin her köşesinde sigaralıklarım ve küllüklerim vardır. Yatak odası dahil bütün odalarda, banyoda, mutfakta, koridorda, hatta tuvalette bile... İnsan, dolaşırken vakit kaybetmeden sigara yakmalı. Rakı yasak olduğu için mutfağa gidip kendime bir cin-tonik koydum. Aslında tonik milleti salak olduğu için,

‘‘Hişt tonik, içine cin koydum, yoksa bana inanmıyor musun?’’ diyorum. O da eviyeye dökülmek korkusuyla,

‘‘Aaa, tabii inanıyorum. Oh, ne güzel bir İngiliz Gordon cini’’ diyor. Böylece ben de cinsiz cin-tonik içmiş oluyorum. Kallavi bir fırt çekip aklıma yazı konularının doluşmasını bekliyorum. Ama gelen giden olmuyor.

Hava da öyle bir günlük güneşlik ki... Temmuzdan rötarlı bir güneş, evin her odasına cinsel tacizde bulunuyor. Ev zaten Vakko'nun vitrini gibi... Her tarafı camekán...

Güneş adamın ahlakını bozuyor, baştan çıkarıyor. Kafamı sallayıp hayalleri ne kadar kovalamaya çalışsam da fikrime Rus kızları düşüyor. Güneşle Rus kızlarının ne ilgisi mi var? Güneşi görünce sizin aklınıza Antalya gelmiyor mu? Kiriş'te ya da Belek'te bir tatil köyünün billur gibi havuzu... Orhan Veli'ye, ‘‘Böyle yatılmaz ki...’’ dedirtecek sere serpe güneşlenen Mevla'nın bize kahır olsun diye yarattığı Rus hurileri... Cennet herhalde böyle bir yer olmalı... Bu komünizme çok bozuluyorum vallahi. Ben morumadan 20 yıl önce niye çökmediniz de bu kızlar niye o zaman Antalya'ya gelip böyle üryan dolaşmadı etrafta?..

Birden aklıma Ayşe geliyor toparlanıyorum. Ayşecik bizim gazetenin dizgicisi. Mutlaka oruçludur ve yazıyı bir an önce bitirip kızı iftara yetiştirmeliyim.

Kafamı toparlamak için koridordan geçerken bir sigara daha otlanıp bilgisayar odasına yollanıyorum. Bilgisayar deyince sakın bu yeni moda programlı, internetli, çetli çütlü işlerden anlıyorum sanmayın. Bilgisayarda sadece iskambil oynuyorum. Bu, fri-sel adında bir iskambil oyunu. Eni konu zeká istiyor. Zeka da bende tümen tümen nasıl olsa... Tam 4500 oyun filan oynamışım. En azından 3500'ünü kazanmışım. Bu fri-selin şampiyonuyum yani. Bu Allah'ın cezası siyah sekizli yine ne cehenneme gitti?.. Kırmızı dokuzlu ortalıkta Çiller gibi kalakaldı. Herhalde dünyada bu kadar küfür yiyen bir makine yoktur.

Bu, zeka oyunları ve bilmece çözmeler filan bana doktor tavsiyesi... Akrabalarımın adını unutup, yolda giderken ‘‘Ben şimdi nereye gidiyordum yahu?’’ diye şaşalayıp ve eve dönüp dolu kül tablalarını buzdolabına koyup iyice bunama alametleri gösterince bir doktor arkadaşım bilmece çözmemi, zeká oyunları filan oynamamı salık vermişti. Zihni taze tutarmış.

Allah kahretsin, bugün yine kırmızı papaz fıkdanı var. Hemen saate baktım, dörde geliyor. Amanın iftara yetişmez bu yazı!.. Çarpıntılarım unuttuğum yerden yine başladı. Derhal bir koşu gidip mutfak saatine baktım. O da 7 buçuk filan. Evde bir alay saat var. Ama hiçbiri doğru zamanı göstermiyor. Kiminin pili zayıflamış, kimi durmuş, kimi de düzeltmeyi unuttuğum için yaz saatine ayarlı... Yaz saati, kış saati diye zamanla oynayıp benim 3 paralık aklımı ikide bir ne halt etmeye karıştırıp duruyorlar yahu?.. Niye bahar saati yok? Adamın isyan edesi geliyor. Telefon edip komşu Rumeli Köftecisi'nden saati öğrendim. Bu sırada kapı tekmelenmeye başladı. Hol sigaralığından bir sigara alıp kapıya gittim. Tekme sesleri kapının dibinden geldiği için kapıcı Yusuf'un iki yaşındaki oğlu Emir'in günlük çikolata istihkakını almaya geldiğini anladım. Emir, yine bir müfettiş afur tafuruyla eve girdi. Elektrik düğmelerini açıp kapatarak kapı anahtarlarını yerinden çıkarıp sonra başka kapılara sokmaya çalışarak günlük çalışmasını yaptı. Sonra da gidip buzdolabının kapısını açtı. Her zamanki yerinden çikolatasını aldı ama yemedi ve bana bir avaza bağırarak,

‘‘Gıyya müy tayaba!’’ deyip çikolata paketini masanın üstüne fırlattı. Babasına, ‘‘Yine ne oldu bu sarı herife?’’ diye sordum.

Yusuf,

‘‘Ablaları okula gidiyor. Ama onu göndermediğimiz için çok bozuk!’’ dedi. Ben de oğlanın çikolatasından iki parça ağzıma atıp ve Emir'e doğru keyifle ağzımı şapırdatarak,

‘‘Acele etme, nasıl olsa yakında okula gideceksin ve dünyanın kaç bucak olduğunu göreceksin!’’ dedim.

Koca Ramazan geldi geçiyor, hiç olmazsa bir sevaba gireyim diye Yusuf'a güllaç yaprağı, süt ve ceviz ısmarladım. Ramazan'da güllaç yenir. Dönüp masama oturunca masanın üstünden Neyyire Özkan, Sanlı Ergin ve dizgi operatörü Ayşe'nin bana kötü kötü bakan gözleriyle karşılaştım ve eski çarpıntılarım 6.7 şiddetine çıktı. Eski bir Şaman olarak pencereyi açıp güneş tanrısına,

‘‘Medet yaa güneş, yine aklıma civelek bir konu gelmedi!’’ diye sızlandım.

‘‘Akıl defterine baksana enayi!’’

‘‘Benim aklım yok ama defterim var. Hem de 4 tane. Hababam kaybettiğim için, 4 tane... Ama yine hiçbirini káğıt, kitap karmaşası içinde bulamıyorum.’’

‘‘Masandaki lakerda tabağını ve altındaki terliklerini kaldırırsan bulursun.’’

‘‘Yaa pirimiz Hazreti Hamzaa, yaa Tekirdağlı Hüseyin Pelvaan!..’’
diye naralanıp akıl defterime hamle edip paça kasnak giriştim. Amanın ne konular varmış da benim bunak ve gri saçlı kafam unutmuş... Hemen yazıp döktürmek üzereyken 10. sayfaya geldiğimi ve yazacak yer kalmadığını fark ettim. Ne yapalım kader utansın. Bir başka kanlı perşembe günü yazarım. Tabii yine akıl defterimi kaybetmezsem!..
Yazının Devamını Oku