Nuray Mert

Kör dövüşün son perdesi

30 Kasım 2009
BAŞBAKAN; “Danıştay’ın katsayı kararı ideolojik” demiş. Bence de.

Açıkça konuşmak lazım, aslında mesele “kurucu ideoloji”. Ama bunu da açmak lazım. Zira konu gelip “devletin kurucu ideolojisine laf etmeye” dayanıyor. Hiçbir rejim kendisini topyekûn sorgulayan bir itirazı sindiremez. O da doğru. Peki o doğru, bu doğru, o haklı, bu haklı diyerek bir yere varmak mümkün mü? Değil!

2 FAY HATTI

O halde, biraz daha açalım; ben, bu ülkede kurucu ideolojinin sorunlu olduğunu düşünenlerdenim. Çünkü Cumhuriyet’in ulus devlet projesi; Kürt meselesi ve laiklik diye özetleyebileceğimiz iki fay hattından bel verdi. Cumhuriyet devrimi ulus devlet yaratma projesinde, muhafazakâr kalabalıkların sorun ve taleplerini rejimin sınırları içinde esnemek suretiyle çözemedi. Benzer bir şey, Kürt meselesi için de geçerli. Çözemediği noktada dayatmayı çare olarak gördü. Peki, geldiğimiz noktada, artık toplumsal kesimleri, farklı bakışları, hatta kurumları bu kadar karşı karşıya getiren bu kördüğümü “demokrasi” dediğimiz sihirli değnekle çözme şansı var mı? Bence yok. Demokratik süreçlere sonuna kadar titizlenmek gerekli, ama yeterli şart değil. Daha fazlası, daha kapsamlı bir dönüşüm ufku gerekiyor.

KAŞ KALKMASIN

Ayrıca kimse hemen kaşlarını kaldırmasın. Demokrasi mücadelesinde, “İç dinamikler yetmez, meseleyi ancak AB süreci halleder” diyen ben değildim. Diğer taraftan, hem siyaseti askeri müdahaleler mi düzenleyecek? diye itiraz edip, hem de siyasi çizgisini müdahalelerin rehberliğinde tanzim eden de ben değilim. Artık ve iyi ki, artık darbeyle, arbedeyle gidilecek yol kalmadı. Diğer taraftan, AB’den hayır olmadığı da anlaşıldı. Şimdi tüm tarafların külahlarını önüne koyup derin bir muhasebe yapması, uzun vadeli bir siyasi ufku devreye sokarak düşünmesi gerekiyor. Ama geldiğimiz noktada hâlâ, kurucu ideolojinin sorunlu olduğunu kabule asla yanaşmayanlarla başlayıp, darbe, arbede planı yapana kadar uzayan bir cephe, barışçı bir dönüşüme hiç prim vermeyip çözümsüzlükte ayak diretmekte ısrarlı. Diğer taraftan, kurucu ideolojinin topyekûn sorgulanmasına dayalı bir büyük değişimi, el yordamı siyasetler ve en kötüsü “karşı dayatma” hamlesi ile halledebileceğini sanan bir iktidar cephesi var.

Bakın, kurucu ideolojiler siyasi rejimleri tanımlar. Bu türden kurucu ideolojilerin değişmesinin bir yolu, devrimle alaşağı etmektir, bu toplumlara maliyeti büyük olan, bazen getirdiği götürdüğünü aratan belalı bir iştir. Dahası, aslında bir ülkede kurucu ideolojinin sorunlu olması, tüm çerçevenin sorunlu olduğu anlamına gelmez. Mesela ben kurucu ideolojinin laiklik tanımının sorunlu olduğunu düşünenlerdenim, ama laikliğin bir ilke olarak sorun olduğunu düşünmüyorum, tam tersine temel özgürlükler açısından vazgeçilmemesi gereken bir teminat olduğunu düşünüyorum. O halde, amacınız bu rejimi topyekûn değiştirmeden ve daha iyi bir geleceği hedefleyecek şekilde dönüştürmek ise, işiniz zordur. Bu zoru başarmanın yolu, bir tarafın sorunun varlığını kabul etmeye, diğerinin de dönüşümün karşı dayatma ile olmayacağını kabule yanaşmasıdır. Ne acıdır ki Türkiye’de siyasal süreç, bu zemine yanaşmak değil, uzaklaşmak yönünde ilerliyor. İki taraflı hamleler bu yönde. Gerisi lafı güzaf!

Birileri, hâlâ laikliğe ilişkin hukuki içtihadı imam hatiplinin önünü kesmek yönünde yapmayı çözüm olarak görüyor. Diğeri, demokrasi diye diye geldiği iktidardan, üniversitede en çok oy alan adamın rektör olmasının önünü keserek yol almaya çalışıyor.

SINAV EŞİĞİ

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin tarihini yazsak yeniden

23 Kasım 2009
BİRAZ tarih okumuşlar bilir, “gerçek tarih” yoktur.

Tarih yazımı şu veya bu biçimde kurgudur. Bu, aklımıza esen her şeyi tarih diye yutturabiliriz demek değildir. Tabii ki daha ciddiye alınacak iddialar, çalışmalar vardır, masal kıvamında veya düpedüz ideolojik olanlar vardır.  

Ancak bu böyle diye, tarih bilmek faydasız, gereksiz bir şey de değildir. Hele, “öğretilen” tarihi sorgulamak fazlasıyla önemlidir.

SEYİT RIZA NOKTASI

Zira her toplumda “okulda öğrenilen tarih” fazlasıyla ideolojiktir. Bizim gibi kurucu ideolojisini esnetememiş, katı kalıplar içinde tutan ülkelerde bu daha çok böyledir. O nedenle, bize öğretilen “tarihi doğrular”ı kurcalamak, birileri için “gerekli”, “doğru”, “kaçınılmaz” diye kabul edilen şeylerin başka birileri için neden zulüm, baskı, dayatma olduğunu anlamak bugüne dair ufkumuzu genişletir.


Dayatma yerine anlaşma imkânlarını yaratır. Tarihi sorgulamak, bu açıdan önemlidir.


Yazının Devamını Oku

Tarihi savruluş

16 Kasım 2009
TARİHİ oturum”un fos çıkması kaçınılmazdı.

Ama, “açılım” paketinden dişe dokunur bir şey çıkmadığı için hükümeti suçlamak, en hafif deyimle “samimiyetsizlik”

Dişe dokunur bir şey çıkmayan paket veya projeden dolayı bile hükümet partisinin “PKK ile işbirliği” içinde olduğu iddiasının kol gezdiği bir ortamda, paketten ne çıkabilirdi? Hükümeti eleştireceksek, asıl eleştirecek tarafı, Kürt meselesi gibi bir çetrefili kolayca yönetebileceği ve üstesinden gelebileceği zannı ile büyük bir iddiayla işe girişip, işler sarpa sarınca savruluş sarmalına girmesidir.

‘DEVLET’ VURGUSU 

Bu savruluşun en iyi ifadesi, “demokratik açılım”ın “Milli Birlik Projesi”ne dönmesidir. Bir adım ötede, olan bitenin “devlet projesi” diye takdim edilmesidir.

Yazının Devamını Oku

Özal ne kadar sivildi?

9 Kasım 2009
SOL siyaset geleneğinden ve laik-Cumhuriyetçi bir çevreden gelen biri olarak, sağ-muhafazakâr siyasetin fikir ve duygu dünyasını anlamadan Türkiye’yi anlamanın mümkün olmadığını düşünüyordum.

O nedenle, laiklik, İslamcılık ve nihayet merkez sağ siyaset ve muhafazakârlık konuları üzerine çalıştım. Sadece akademik anlama çabasından söz etmiyorum, o nedenle “duygu dünyasını” da işin içine katıyorum. O dünyayı yok saymanın, sadece akademik, bilimsel bir zaaf değil, toplumsal barışma ve buna dayalı bir demokratik zemini yakalama zaafı olduğunu düşünüyordum.

TARİHİ ÇARPITMAK

Hâlâ öyle düşünüyorum, ama demokratik zemin yakalamak konusunda giderek daha fazla ümitsizliğe kapılıyorum. Zira, herkesin bulunduğu yere kapanmasıyla, içinden geldiği geleneği hakkıyla sorgulamak ihtiyacı duymamasıyla gidilecek yer güvenilir bir yer değil. Türkiye Milli Kültür Vakfı’nın (TMKV) 40. yıldönümü toplantısına ilişkin haberleri bu kaygı ile okudum.

Toplantıda, Doç. Berat Özipek’in, “Özal olsa Genelkurmay Başkanı’nı görevden alırdı” ifadesi, belli ki, güncel siyasete yaptığı göndermeden dolayı öne çıkmış. Sorun şu; asker-sivil siyaset ilişkisi tartışmasında, sivil siyasetten yana, net bir tavır gösterme ihtiyacı duymak başka, bu tavra tarihi bir perspektif kazandırma çabası ile tarihi çarpıtmak başka bir şey.

Tam da bu nedenle, herkes bulunduğu yeri hakkıyla sorgulamazsa, demokratikleşmede, sivilleşmede mesafe alamayız diyorum. Biraz daha açayım, askeri vesayet rejiminin yerleşmesinde, Cumhuriyetçi, sol, laikçi siyaset ve söylemler ne kadar geçmişlerini kurcalamak, sorgulamak zorundaysa, sağ-muhafazakâr siyasetler de aynı şeyi yapmalı diyorum. Yoksa durumu kavrayamayız. Daha kötüsü, bu sadece bir kavrama sorunu değil, bu ikiyüzlülük sorunu bir vesayetin yerini başkasının almasına göz yumma eğilimi olarak karşımıza dikilir diyorum.

Turgut Özal’ın sivil siyasetin öncüsü olması efsanesini sorgulamazsak, bazı şeyleri örtbas etme, görmezden gelme geleneği başka şekillerde devam edecek, düze çıkamayacağız demektir. Özipek’in, siyaset bilimi dalında çalışan bir akademisyen olarak, Özal dönemine daha eleştirel bakmasını beklemek en doğal hakkımız.

HAYIR KAMPANYASI

Özal

Yazının Devamını Oku

Kadın-erkek eşitliği endekslerinde son durum

2 Kasım 2009
BU yıl yine aynı şey oldu. BM Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi’ne göre, Türkiye Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin gerisinde kalıp 101. olmuş.

Ben bu haberi görmemiştim, Yeni Şafak’ta Ayşe Böhürler yazdı. Tam bu sırada, benim gözüme, benzer başka bir haber takılmıştı; Dünya Ekonomik Forumu’nun 134 ülkede yaptığı “kadın-erkek eşitliği araştırmasında” Türkiye 129. olmuş. Habertürk Gazetesi de, bu haberi “İran’da bile erkeklerle kadınlar daha eşit!” (29 Ekim) başlığı ile vermiş.

DUVARLARIN ARKASINDA

Ülkemizde kadın-erkek eşitliği konusundaki mevcut tabloyu yetersiz bulmak, daha fazlasını talep etmek başka şey, bu talebi temellendirmek üzere bu endeksleri hiç sorgulamadan dolaşıma sokmak başka şey.

Ayşe Böhürler, bu tür endeksleri sorgulayan bir not yazmış. 13 Müslüman ülkede kadının durumunu irdelediği, “Duvarların Arkasında” belgeseli ve kitabı, bu konuda yapılmış en geniş çaplı çalışmalardan biri. Dolayısıyla, bu konuda söz söylemeye en yetkin isimlerden biri o.

Ama yıllardır yazıyorum, Türkiye’nin, kadın-erkek eşitliği konusunda Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Pakistan gibi ülkelerin gerisinde olduğunu gösteren endeksleri sorgulamak için, gözü kara bir ülke savunucusu veya konunun uzmanı olmaya gerek yok. Dünya hakkında ortalama bir bilgi ve kadın-erkek eşitliği konusunun sadece rakam ve istatistiklere dayalı sayısal bir mesele olmadığını kavramış olmak yeterli.

İran, malum, en başından, kadın-erkek eşitliği varsayımını reddeden bir hukuk sistemine sahip bir ülke. Ekonomik ve siyasal hayata katılan kadın sayısı ne olursa olsun, kadının sokağa ne kılıkta çıkacağını kanunla tespit edip uygulayan bir sistem. Böyle bir ülkeyi veya daha kötüsü demokratik hakların esamisi olmayan Körfez ülkelerini, kadın-erkek eşitliği konusunda Türkiye’nin önünde görmek nasıl bir mantıktır anlamak zor.

İşin daha tuhafı, Türkiye’de, bu tür endeksleri sorgulamadan kabul edenler, bunlara dayanarak, Türkiye’yi bu konuda İran’ın gerisinde görenler daha ziyade “laik-Cumhuriyetçi” çevrelerin mensupları.  

Bu tür haberlerde, Türkiye’nin geçen yıllara göre, sıralamada bir iki basamak gerilemesini muhafazakâr hükümetin icraatını sorgulamak ve bir muhalefet konusu olarak görüyor olabilirler.

Yazının Devamını Oku

Kürt meselesinin neresindeyiz?

26 Ekim 2009
KÜRT meselesinde bir eşiği geçtik, iyi oldu. Kürtler adına siyaset yapanların daha açık konuşmasını istiyorduk.

Ama lütfen, en başa dönmeyelim! Yani, taleplerini onlar adına biz tanımlamaya çalışmayalım. Yıllarca, birçoğumuz, Kürtlerin taleplerinin “insan hakları ve demokrasi” olduğunu söyleyip durdu. Bunlar öncelikli ve hepimizin ortaklaşacağı taleplerdi, burada buluşmak doğaldı, ama bundan ibaret değildi. Ama artık, aynı şeyi “barış” talebi için yapmayalım, o eşik geçildi.

TESCİL İSTİYORLAR

Barış talebinde ortaklaşmamız da doğal, ama “barış”ın koşulları konusunda kim ne kadar ortaklaşıyor sorusunu daha fazla havada bırakamayız.

Kürtler veya onlar adına siyaset yapanlar, kimliklerini “tescil” ettirmek istiyor, Kürtler adına kolektif haklar ancak böyle bir tescil üzerine kurulabilir. Dahası, bu kolektif haklar sadece kültürel haklar değil, “kendilerini yönetmek” dedikleri, sınırı bir şekilde çizilecek siyasi özerklik talepleri var. Bunu konuşacağız.

Dağdan inenler, savaşmaktan yoruldukları, emekliye ayrılmak istedikleri veya Türkiye’nin uluslararası destekle sağladığını düşündüğü bir ortamda PKK’nın bittiğini düşündükleri için değil, “lider”lerinin talimatı ile indiler. Karşılayanlar da, çocuklarına, kardeşlerine kavuştukları, onları alıp evlerine çekilmeyi düşündükleri için değil, mücadelelerinde mesafe kazandıklarını düşündükleri için sevinçle karşılıyorlar.

Hükümetin, gelişmeleri, silahsızlandırma ve milletin bütünlüğünü yeniden tesis etmek çerçevesine sokmaya çalışması da doğal, Kürtler adına siyaset yapanların, bu çerçeveye razı olmaması da doğal. Bu noktada, artık ciddi bir siyasal tartışmanın tam göbeğindeyiz. Geçiştirmenin ve geçiştirmenin bin bir yolunu bulmanın âlemi yok.     

Yazının Devamını Oku

İsrail krizi

19 Ekim 2009
İSRAİL krizi’ üzerine yazılan ve söylenen her şeyi not edin, çünkü hepsi çok önemli.

“Bu da ne demek?” diyeceksiniz. Şu demek; birileri “Dış politikada İsrail yandaşlığı ipoteği, antisemitizm bahanesi üzerinden, yeni Ortadoğu politikasını yıpratmaya çalışıyor” diyor, diyecek. Haklılar. Diğerleri, “İsrail’e meydan okumak popülist bir iç ve dış politika malzemesi olarak kullanılıyor” diyor, diyecek. Haklılar.

Öncelikle, bir konuya açıklık getirelim; gerek Suriye açılımı, gerekse İsrail’e baskı siyaseti, mevcut uluslararası düzeni birinci derecede rahatsız eden gelişmeler değil. Asıl sorun yaratan veya yaratacak olan, Türkiye’nin İran konusunda gösterdiği/göstereceği tavır.

TABLO VAHİM

Türkiye halihazırda, İran’a uygulanan ağır baskı siyasetine katılma konusunda gönülsüz. Türkiye’nin bu konuda, görece bağımsız bir tavır göstermesi veya göstermeye çalışması giderek daha çok “sorun” olacak. Dış politikada “İsrail ipoteği” bu noktada karşımıza çıkabilir.

Diğer taftan, uluslararası siyasetin bir büyük krizinin göbeğinde, Türkiye’nin hareket esnekliği ve daha fazla inisiyatif arayışında olan yeni dış politika çizgisinin, “Midnight Express” kıvamında diziler, ucu nereye varacağı düşünülmeden edilmiş savruk beyan ve tavırlara kurban edilmemesi gerekirdi.

Oysa, halihazırdaki tablo bu değil.

Mevcut tablo, bir özensizliğin sonucu ise durum vahim, yok iç ve dış siyasette popülist bir çizgi tercihi söz konusu ise bu daha da vahim.

Son olarak, “antisemitizm” kuşkusunun da, bu gürültü patırtı arasında geçiştirilecek yanı yok. Sadece Müslüman ülkelerde değil, tüm dünyada yükselme eğilimi gösteren antisemitizmin en önemli kışkırtıcılarından biri İsrail’in Filistin politikalarıdır.

Yazının Devamını Oku

‘Sıradan faşizm’e açılan kapı

12 Ekim 2009
BAŞBAKAN ’ın Yıldız Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, Yahudiler konusunda söyledikleri, farklı değerlendirmelere yol açtı.

Ben, şahsen Başbakan’ın bu sözleri fazlasıyla iyi niyetle sarf ettiğini düşünüyorum. Ancak, iyi niyetle de olsa, bu ifadelerde ‘Yahudi’lere ilişkin önyargıların tekrarlandığı görülebilir. Nitekim, Vatan Gazetesi’nde Okay Gönensin, Başbakan’ın konuşmasını bu çerçevede değerledirdiği, ‘Sıradan anti-Semitizm’ başlıklı bir yazı yazdı.

KOMPLO KAFASI

Gönensin’in yazdıklarını birileri, özetle, ‘Başbakan’ı Yahudilere gammazlamak’ olarak değerlendirmiş, bu işi yapan diğerlerini sıralamış. Bakın, antisemitizm çıkışlı komplo kafasının asıl göstergesi, bu yönde akıl yürütmeler.

Halihazırda, siyasi tartışma kılıfı içinde çok çirkin bir medya kavgası sürüyor. Bu ortamda, siyasi tartışmalar, fazlasıyla şahsileşiyor, çirkin sataşma ve polemiklere konu oluyor. Bu ortamı daha fazla körüklememek adına, özellikle isim vermek istemiyorum. Dahası, konu kimin, kime ne dediği değil, arkasında yatan zihniyet. Bence, asıl mevzu etmemiz gereken bu!

Bu zihniyet, şunu söylüyor: “Antisemitizmden bahsediyorsan, işin içinde bir bit yeniği vardır, birilerini Yahudi lobilerine gammazlıyorsundur, onlar hemen harekete geçer mevcut hükümetin ayağını kaydırmak için elinden geleni yapar, dünya bu düzen etrafında döner!” Bu zihniyet, sadece bir yazıya mahsus değil.

Geçtiğimiz haftalarda, başka biri de, Başbakan’a karşı Yahudi lobilerinin harekete geçebileceğine işaret etmişti.

TEHLİKELİ GİDİŞ

Yani, artık, hükümete karşı eleştirilerde karşımıza çıkacak yeni bir ‘töhmet’ daha devreye girmiş oluyor. Bu çok ‘tehlikeli’ bir gidiştir. Bizim sağ-muhafazakâr çevrede zaten ezeli bir Yahudi komplosu kuşkusu vardır. Son siyasi çekişmeleri bu zemine oturtmak, herkesi ‘Yahudilere mesaj’, ‘Yahudi lobilerinden medet umma’ töhmeti altına sokabilir. Ergenekon töhmetinin yetmediği yerde, kökü antisemitizm olan bir komplo zihniyetine dayalı yeni bir töhmet ortamı yaratmanın varacağı yeri artık siz düşünün.

Yazının Devamını Oku