“Gelsin, fena mı?” diyeceksiniz. Ama öyle bir şekilde geliyor ki, insan kuşkulanmaktan kendini alamıyor. Her seferinde, o meşhur “kurunun yanında yaşın yanması” ihtimalini doğuran, hiç olmayacak birilerini zan altına bırakacak şekilde geliyor.
DEMOKRASİ MÜCAHİDİ!
Bu kez, yine “askere yakın gazeteciler” listeleri ile darbe hükümeti planları ile birileri zan altına alındı. Dahası, o tarihte “nerde beleş orda yerleş” türü yazılar yazanların da aralarında olduğu birileri “demokrasi mücahidi” mertebesine yükseltildi.
Bu arada benim tam bir kara propaganda hedefi haline gelme nedenim olan “sivil dikta” tartışması, bu sefer Balyoz Operasyonu’nun merkezinde olan emekli Orgeneral Çetin Doğan ile ve dolayısıyla darbeyle ilişkilendirildi.
“İnsaf” bile diyemiyorum.
Bu propagandaları yürütenlerde insaf falan olmadığını artık iyice anladım. Ben, son günlerde piyasaya sürülen iddialara karşı, “Bana ne, Doğan medya yirmi yıl önce ne başlık atmış, bugün bunları ben kendi irademle söylüyorum ve arkasındayım” diyordum. Dinleyen olmadığı gibi yetmedi, şimdi söylediklerim darbe planları ile ilişkilendiriliyor. Susmazsan başına gelecek olan şimdilik bu, yarın Allah kerim!
VAKİT’LE BİLE
İyi niyetli olanlar, “Sen samimi olabilirsin ama senin söylediklerini kullanıyorlar” diyerek geri çekilmemi tavsiye ediyorlar. “Seni kullanıyorlar” diyen de var. Doksanlı yıllarda, ben laikçilerle mücadele ederken, o zamanlar tüm İslamcı gazetelerde boy boy yazılarım, röportajlarım çıktığında, bana söylenenler bunların aynısıydı. O zaman, İslamcı siyasetle aramdaki tüm ayrılık ve mesafeye rağmen, kendimi ayrıştırmayı söylediklerimden taviz olarak gördüm, yapmadım. Vakit Gazetesi ile bile arama mesafe koymadım. Bugün neden yapayım? O zaman, “İslamcılar seni kullanıyor” diyenlere kızıp, kestirip atıyordum. Bugün neden farklı davranayım?
Tartışması değil, kavgası diyorum, zira mevcut Türkiye tablosunda, herhangi bir konuda seviyeli ve serinkanlı bir tartışma zemini oluşturmanın ne kadar zor olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Hemen belirteyim, zaten bazıları için bu tür tartışmalar çok büyük beden.
EXTRA LARGE
Tek sesli koronun mensupları olarak konuya boşuna girmeye çalışmaları nafile, bu tür konularda fikir yürütme aşkları onlara “extra large”.
Aklı fikri yetip, yaftalama, karalama döngüsünde ısrar edenlere de söyleyecek şeyim yok. Sadece akıl, izan ve iyi niyet taşıyanlar için ve geri adım atmak bir yana, söylediklerimin altını çizmek için bir hatırlatma yapmak istiyorum.
Bir kere ben “faşizm”den falan bahsetmiş değilim, ikincisi gidişata ilişkin bir tespiti değil, bir kaygıyı dile getirdim. Ayrıca, bunu ilk kez o röportajda değil, 17 Kasım 2009 tarihli, “Sivil İstibdat” başlıklı Radikal gazetesindeki yazımda dile getirdim.
Yine hatırlatayım, o yazıya, İngiliz İşçi Partisi’nin bir milletvekilinin (Helena Kennedy) bir ifadesi ile başlamıştım. Kennedy, “İstibdat her zaman sadece üniforma ile gelmez, Armani marka takım elbise ile de gelebilir, bu tehlike ile karşı karşıyayız” diyordu. Bu sözleri, iktidarda olan, kendi partisinin güvenlik gerekçesiyle sivil özgürlüklerin alanını daraltan birtakım uygulamalarına tepki olarak söylüyordu.
Hem de, daha 11 Eylül sonrası, özgürlükleri kısıtlayan fazladan tedbirler gündemde olmayan bir tarihte, 5 Temmuz 2001’de The Guardian Gazetesi’nde yayınladığı bir makalede söylüyordu. 11 Eylül sonrasında bu tartışma daha da büyüdü, hâlâ devam ediyor.
Geçmişte söylediklerimi, yaptıklarımı kimseye yaranmak için yapmadım, öyle olsaydı, o görüş iktidara geldiğinde muteber biri olurdum, hem de çok muteber!
BEN YOKUM
Ben onları doğru olduğunu düşündüğüm için söyledim, kim ne derse desin söylemeden, dayanışma göstermeden yaşayamazdım. Şimdi de aynı şeyi yapıyorum.
Görüşlerimi beğenen olur, beğenmeyen olur. Ama sadece mevcut durumu kendileri gibi değerlendirmediğim için, beni izah edilemez komplo hikâyelerinin baş aktörü ilan edenler neyin peşinde anlayamıyorum.
Geçmişte, söylediğim şeyleri söylemek onca zorken bundan kaçınmayan birinin, şimdi bunun rantını yemek dururken, tersine şeyler söylemesi nasıl bunca iftiraya, karalamaya konu olur?
Medyayı küçümsediğimden değil, hatta hiç değil. Bir gazetede yazmanın, insanlara ulaşmak açısından ne kadar önemli olduğunu yazmaya başladıktan sonra anladım. Diğer taraftan, medyanın iç dünyasından hep uzak kaldım, bundan da çok memnunum.
Şu an itibarıyla tek sıkıntım, medyanın içinde bulunduğu feci durumu, medyanın içinde biri olarak yeterince tartışma konusu yapamamak. Yine de olan biten çok tabii şeylermiş gibi yapıp yola devam etmek elimden gelen bir şey değil.
Medya-iktidar ilişkileri hep fazlasıyla tartışmalı, sorunlu olmuştur. Sadece bizde değil, tüm dünyada bu böyle ve böyle olması da doğal. Ancak Türkiye’de medya-iktidar ilişkilerinin daha medeni bir mecraya akmak yerine, giderek daha sorunlu hale gelmiş olmasından büyük kaygı duyuyorum.
Oysa mevcut iktidar, büyük medya çevrelerinin direncine rağmen iktidara geldi. Demokrasinin gücü burada. Medya veya başka bir güç ne kadar dayatırsa dayatsın, sonunda toplum kendi kararını verebiliyordu, demokrasimiz bu eşiğe gelmişti. Bunu gören ve yaşayan bir iktidarın özgüvenli ve olgun davranmasını beklerken, tam tersi oldu. Kötü giden her şeyden medya veya medyanın belli bir kesimi sorumlu, hatta suçlu bulunmaya başladı.
Bu gidişten, hepimiz zararlı çıkacağız; daha fazla demokrasi istemeyenler de, daha fazla demokrasi isteyenler de, mevcut rejimi tartışmaya açmak/açtırmak istemeyenler de, demokratikleşme istikametinde statükoyu tartışmaya açmak isteyenler de, iktidar da, iktidar partisi de, Türkler de, Kürtler de, azınlıklar da, mezhep ve meşrebi birbirinden farklı olup, sindirilmiş olanlar da, bu ülkede yaşayan herkes zararlı çıkacak.
Doğrudur, mevcut düzenler/statükolar, değişimden hazzetmez, mevcut düzeni sorunsuz görenler, statüko çerçevesinde belirlenmiş kurumlar değişime direnç gösterir. Darbecilik, arbedecilik, değişimi öcü gibi gösterip korkutmak bu türden dirençlerin bin bir ifadesini üretir. Ancak, bu türden dirençlerle her türden mücadele “mubah”, bu mücadelenin sonu illa “selamet” değildir.
Değişim siyasetleri, zorlu süreçlerle baş edebilmeyi gerektirir. Bu türden süreçleri yönetemezseniz işin sonu ya feci bir kaosa, ya da daha fazla demokrasi yerine daha az demokrasiye çıkar. Bugün Türkiye’de yaşanan, sıradan bir değişim süreci değil, çok kökten bir değişimi öngören bir süreç. Bu denli kökten değişimlerin, demokratik siyasetler çerçevesinde başarılabilmesi çok önemli ve fakat çok iddialı bir iştir.
Bir zamanlar, bu türden iddialı bir işe siyasi lider olarak girişen, eski YDH lideri, işadamı Cem Boyner, içinde bolca “yanlış rejim” tabiri geçen bir röportaj vermiş. “Yanlış rejim” tabiri çok tartışılır, ama ondan önemlisi, “yanlış rejimleri”, daha doğrusu ve daha makul bir deyimle, “mevcut rejimlerin yanlışlarını” dönüştürmektir.
Bu dönüşümler ya kestirmeden, topyekûn bir devrimle gerçekleşir, aklı yatan varsa, devrim siyaseti yapar. Ya da, büyük bir altüst oluşun maliyetlerinden sakınıyorsak, tarihe bakıp devrim siyasetlerinden bir çok gerekçe ile vazgeçti isek, tedrici bir süreç içinde yani demokratikleşme ile değişim öngörürüz.
Biz statükonun makul bir sürece yayılarak yani demokratikleşme süreci ile değişimini başarabilmiş bir ülke değiliz. Şu anda karşı karşıya bulunduğumuz tablo da, tedrici bir değişim süreci özelliği taşımıyor, o nedenle demokrasi sınırlarından taşıyor. Bu nedenle, toplumsal kesimler, siyasal, anayasal kurumlar çok sert bir şekilde karşı karşıya gelmiş durumda.
Demokratik çerçevede değişim, tam da bu türden sert karşılaşmaları, gerilimleri bertaraf etmeyi başarabilmesi açısından önemlidir. Bunun başarılamadığı yerde, kavga büyür, işin suyu çıkar. Şu an itibarıyla ipin ucu kaçmış görünüyor. Bir ülkenin ordusun en tepesinde olanlar bir yandan, sivil iktidarın başındakiler diğer yandan, bunun dışında her kurum ve kuruluşun başındakiler sürekli olarak çıkıp, birbirini halka ihbar ve şikayet etmeye başladıysa o ülke derin bir kriz içinde demektir.
Kimse kendini kandırmasın, böyle bir ülkede ne kimse topuna tüfeğine güvenip fikrini bozarak varlığını sürdürebilir, ne sivil siyaset demokrasi sınırlarını zorlayarak ülkeyi yönetmeye devam edebilir, ne yargı birbirini boğazlayarak birbirine galip gelebilir, ne “Kürtlerin” istediği olur, ne “Türklerin”! Ve tabii ne de, aydınlar, tüm bu olan bitene “demokrasi sancısı” diyerek, ıslık çalarak bu mezardan sağ salim geçebilir. O nedenle, neredeyiz, nereye gidiyoruz, önce adını koyalım!
Siyasi pragmatizmin sonuçlarını, iktidar olmanın getirdiklerini, götürdüklerini anlıyorum, ancak muhafazakâr kesimin, şimdilerde olan biten karşısında, “bizim iktidarımız” diye, her şeyi bunca içine sindirmesini anlayamıyorum veya kabul edemiyorum.
Sosyal devlet!
Fakire sadaka dağıtmayı “sosyal devlet” diye yutturan sağ siyasetlere kanacak biri değilim. Bu yaklaşım bu iktidarla başlamadı, fakirliği, sosyal adaletsizliği sadaka ile savuşturmak anlayışı, sağ siyasetlerin genel özelliklerinden biri. Sadece, bu iktidar devrinde, bolca siyasi malzeme olarak kullanıldı. Fakire kömür dağıtımı, özellikle seçim dönemlerinin klasiği oldu.
Özelleştirme diye kamu kurumlarının birilerine peşkeş çekilip, işçisinin kaderine terk edilmesi de, en az yirmi yıldır kesintisiz sürüyor. Ama iş geldi, özelleştirildikten sonra kaderine terk edilen Tekel işçilerinin hak arama mücadelesini “provokasyon” diye yaftalayıp, gazla sopayla sindirmeye vardı. Bakıyorum, bu tablo ne iktidarın demokrat destekçilerini fazla rahatsız etti, ne de muhafazakâr destekçilerin vicdanını kıpırdatmayı başardı.
Bursa’da, yerin dibinde boğaz tokluğuna işçi çalıştırıp, üç kuruş masrafı göze alamadığı veya gözü paradan başka bir şey görmediği için çalışma koşullarına boş verip, 19 işçinin canına kasteden şirket, devletin en çok alım yaptığı şirketlerden biri çıktı. Dünkü Akşam Gazetesi’nde yayınlanan Çiğdem Toker’in bu konudaki haberini mutlaka okuyun, tablonun çirkinliğinin derecesini göreceksiniz.
Bir yandan fakire kömür dağıtarak vicdan susturmaya çalışanların, diğer eli kömür madenlerindeki muazzam sömürü ve ölüme terk eden koşulları görmezden gelerek, birilerinin rantını garanti ediyor. Bırakın, hukuki sorumlulukları, sosyal politikaların hiçe sayılmasını, kimsenin vicdanı kıpırdamıyor.
Şimdi, “bizim iktidarımız” diye, bu tablolar karşısında gık demiyen birçokları ile ben uzunca bir süre aynı yollarda hak mücadelesi yapmaya çalıştım. Siyaseten anlaşamıyorduk, sağ siyasetlerin sosyal körlüğünün farkındaydım, ama vicdanlarının bu kadar sindirilebilir olabileceğini hiç düşünmemiştim. O zamanlar beni İslamcılıkla suçlayanlar, bugün söylediklerimi görüp, halime gülüyor, “faydalı salak” durumuna düştüğümü düşünüyor olabilirler.
Hayır, öyle değil.
Doğru, ama bunu açmak lazım. Hukuki değil yasal demek, mevcut yasal sistem, hukuk, yani adalet sağlayamıyor demek. Bu Anayasa ile ilgili bir tartışmadır, aslında bu tartışmayı yapıyoruz, daha da yapacağız.
SORGU OLMALI
Doğrudur, demokratikleşme, köklü bir anayasa tartışması yapılmadan gerçekleşemez. Bu da doğrudur. Ancak “demokratik anayasa” diye, raftan alıp kullanabileceğiz bir metin söz konusu olamaz. Demokratik siyaset alanını genişletmek adına, mevcut olanın yerine koyabileceği yeni çerçeveyi bulmak, kurmak durumundayız. Bunun için, yeni bir asgari mutabakat zemini bulmak gerekir. Bu arayış, mevcut düzeni, resmi ideolojiyi ve dolayısıyla tarihi sorgulamaları içermek durumundadır.
Halihazırda, tüm bunları yapıyor görünüyoruz. Ancak bu derin hesaplaşmaların el yordamı ve pusulasız bir yolda ilerlemesi ile gerçekleşebilecek bir süreç olamaz. Öyle yaparsanız, söyledikleriniz, yaptıklarınız ufku belirsiz bir dalaş dövüşten başka bir yere varamaz. Dönüp dolaşıp, otoriter siyasetlere saplanmamızın nedeni de budur.
POPÜLERLEŞMEK
Mevcut düzeni, sistemi, resmi ideolojiyi sorgulamaya açtığımız noktada, yerine koyacağınız şeyi popülerleştirmek durumundayız. Herkesin tarihten kendi adına hesap sorduğu ve bunun ötesinde bir gelecek ufku kuramayan, bunu yapamadığı ölçüde muğlak bir demokrasi söylemine sığınan çabalar, demokratikleşmeyi popülerleştiremez.
Bakın, Avrupa İkinci Dünya Savaşı ardından kurulan düzenin temelindeki mitlerle yeni yeni hesaplaşıyor. Savaş sonrası zafer kazananların yazdığı tarih, ancak savaş sonrası mitler üzerine kurulu demokrasiler pekiştikten sonra kurcalanabiliyor. Nazi işbirlikçiliğinin iddia edildiğinden daha yaygın olduğu gerçeği, “demokrasi mücadelesi” tarihinin karanlık köşelerinin kurcalanması, Avrupa’da, savaş sonrası düzen ve “toplumsal güven” pekiştirdikten sonra popülerleşebildi.
Bu ülkede herkese yeni ve daha iyi bir gelecek güveni vazedecek yeni bir “demokrasi miti”ni popülerleştirmekten aciz bir sorgulama süreci, herkesi farklı bir yerde mevzilendirmekten başka sonuç veremez, veremiyor.
Kürtler, haklı olarak, “Ne anideni? Bu, on yılların sorunu ve on yılların mücadelesi” diye karşı çıkabilir. “Aniden”den ve “çiğ biçimde”likten kastettiğim o değil, kastettiğim, Kürt meselesinin çözümünün demokratik çerçeveye taşınması sürecindeki tutum ve anlayışları.
DTP ZEDELİYOR
Kusura bakmasınlar ama, görebildiğim kadarıyla, DTP’lilerin demokratikleşmeden anladıkları, öncelikle silahlı mücadelelerine “demokratik” saygınlık kazandırma şeklinde tezahür ediyor. Silahlı siyasal mücadelenin demokratik çerçeveye taşınmasının anlamı bu değildir. Silahlı siyasal mücadelenin, bir günden öbürüne “silahlara veda” etmesinin şartlarını oluşturmak zordur, ama bu şartları oluşturmak tüm tarafların çabası ile mümkün olur. Silahlı mücadelenin ve liderinin itibarının (nasıl olacaksa) iade edilmesi ile değil. Bunu, silahlı siyasal mücadeleleri çıkar yol olarak görmemekle birlikte, “terör” diye adlandırmaktan sonuna kadar kaçınan biri olarak söylüyorum. İkide bir silahlı mücadeleye, örgütüne, liderine gönderme yaparak demokratik zeminde yol alınamaz. DTP, bu yol ile iktidarın açmaya çalıştığı demokratik alanın itibarını zedelemekten başka bir şey yapmıyor.
ÖNGÖRÜSÜZLÜK
İktidarın “çözüm”den ne anladığı ve ne kastettiğinin belirsizliğini korumasının, Kürtler açısından, “oyalamak, geçiştirmek” olarak algılanmasını anlamak mümkün. Ancak buna tepkinin demokratik imkanları zora sokmak siyaseti olarak tezahür etmemesi gerekirdi. Diğer taraftan, MHP-CHP muhalefetinin, “iktidarı PKK ile işbirliği yapmak”la itham siyasetinin, demokratik alanda sorun çözmeyi imkânsız hale getirmekten başka işe yaramadığı da kesin.
Bu sahnenin ortasında, iktidarın açılım siyasetinin en büyük sorunu ise “işi hafife almak” oldu. İktidarın başından beri tavrı, “kimse çözmedi, ben çözerim” iddiasını, gerçeklik yerine koyup, konunun ne kadar çetrefilli olduğunu görmezden gelmiş olması ile belirlendi. Bu tavrın sonu öngörüsüzlük ve krizi yönetme kabiliyetini yitirmek oldu. Şimdi bu tavır, sadece Kürt meselesi değil, birçok başka konuda olduğu gibi, “yönetemedikçe öfkelenmek” şeklinde tezahür ediyor.
Başbakan’ın, köşe yazarlarını