FARK VAR
İktidar partisinin 3. Olağan Kongresi’nde, Başbakan’ın konuşmasından söz ediyorum. Ben bu konuşmayı veya iktidar tavrını, böylesi mütevazı bir çerçevede değerlendirmek yanlısıyım. Çünkü bu tavrı, mütevazı bir çerçeveye koyarsak umutkâr, abartırsak karamsar olmak için çok neden var.
Her şeye rağmen, herhangi bir iktidarın demokrasi, çoğulculuk, farklılık, geçmişle barışma gibi değerler ve hayallere sahip çıkması ile yok sayması arasında, olumlu manada ciddi bir fark var. Bu tavır ve üslup, toplumun tamamını değilse bile kendini destekleyen kısmını bu değerlerle, hayallerle barıştırması açısından önemli.
Bir kesimin, geçmişte düşman gördükleri, hatta küfrettikleriyle barışması kazanım, bu muhasebenin bir ülkenin iktidarının ağzından yapılması kayda değer.
Ancak, “iktidardan barışma” veya “iktidarın eliyle” barışmanın sınırları ve ciddi zaafları olduğunu hatırlamamız gerekiyor. “İktidardan barışma”, yani iktidara sahip olduktan sonra, o güce sahipken barışma, tehdit olarak görülmeyen ile, tehdit olmaktan çıkan ile ve tehdit olmadığı sürece barışmadır. Dün tehditken göz açtırılmayan, bugün tehdit olmadığında taltif edilebilir.
Dahası, iktidar eliyle barışma, iktidarın elini uzattığı yere kadardır. İktidarın eli uzundur, tokalaşmanın, barışmanın alanı geniş gibi görünür, ama iktidarın eli güçlüdür, karşısındakini kendine çekmek üzere uzanır.
Dahası, iktidarın barışı “güç”ün, “güçlü”nün barışıdır. Bu açıdan geniş ve güvenilir bir imkan alanı vardır, ama sıcak, sağlam ve nihayet çok da samimi değildir. Olamaz. İhtiyatlı ve hesaplı olmak durumunda, hatta zorundadır. Tabii fazladan, sadece hesaplı değilse!
OYSA BİTER!
Hoca, kavramsal açıklamalar yapıyor ama bu işler hassas işler olduğu için kavramlar ikna edici olmuyor.
Bu öteden beri böyledir.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Cumhuriyet ideolojisinin revizyona girdiği 50’li yıllarda, muhafazakâr-sağ kesim laiklik ilkesinin katı tanımını yumuşatmak üzere “Fransız tipi laiklik” yerine “Anglosakson tarzı sekülerlik” fikrine sarılmıştı.
DP’nin fikir babalarından Prof. Ali Fuad Başgil, 1954’te “Din ve Laiklik” başlıklı bir kitap yazıp, konuya kavramsal bir çerçeve getirmeye çalıştı.
O günden sonra sağ-muhafazakâr çevre, “Laikliğe bir itirazımız yok. İtirazımız Fransız tipi laikliğe... Anglosakson modeli daha özgürlükçü, vatandaşın din ve vicdan özgürlüğüne müdahale etmiyor” diyen bir savunma söylemi geliştirdi.
ASLINDA NE DEMEK İSTİYORLAR
İşin aslı ne muhafazakâr çevrenin kalbi laikliğe ısınmış idi, ne de Cumhuriyet’in laiklik tanımında ısrar edenlerin vatandaşın “din ve vicdan özgürlüğü”ne aklı yatıyordu...
Kavram tartışmasının ardındaki gerçek bu idi...
Oysa “Suriye siyaseti” döndü dolaştı, Türkiye ile Suriye arasında vize uygulamasının kalkmasına kadar vardı. Şimdi bu neviden adamlar, bölgesel barış sürecinin en önde gelen destekçileri oldular.
“Hayat ne garip” diyeceğim ama aslında hiç de garip falan değil...
Bu neviden adamlar, iktidar neredeyse, nereye yönelirse oraya meyleder ve geçinir giderler. Sadece hatırlamadan ve hatırlatmadan edemedim.
DOĞU KONFERANSI’NI HATIRLAYAN YOK
Diğer taraftan...
Bölgede diyalog siyasetlerinin öne çıktığı bir günde, henüz bu siyasetin izi yokken Suriye’ye de, Ermenistan’a da ilk giden barış grubunu, yani “Doğu Konferansı”nı hayırla yad eden yok. En tuhafı o grubun içinde yer alan bazıları da bu girişim hakkında nedense tek laf etmek istemiyorlar.
Yine “hayat ne tuhaf” demiyorum. Böyledir bu işler... İktidarlara uzak duranları ve yapıp ettiklerini kimse hatırlamak istemez.
Her şeye ve tüm ihtiyatlılığıma rağmen Ortadoğu konusundaki son gelişmelerden son derece memnun olduğumu tahmin edersiniz.
Bu konuda katıldığım ilk konferanstı, o nedenle karşılaştırma yapacak durumda değilim. Ama, Beyrut’daki havayı oldukça “ılımlı” bulduğumu söyleyebilirim. Tabii, bizim Türkiye’de beklediğimiz türden bir ılımlılıktan söz etmiyorum. Burada daha önce karşılaştığım atmosfere oranla gözlemlediğim farklılıktan söz ediyorum.
Tabii ki, konferansın söylemini belirleyen düşünce veya tez, Türkiye’nin “soykırım”ı hukuken kabul etmesi ve diyaloğun baş koşulunun bu olduğu idi. Dahası, konferansın açılış konuşmasını yapan Kıbrıs Rum Kesimi Meclis Başkanı H.E. Marios Garoiyan, Türkiye’ye yönelik çok sert bir konuşma yaptı. Kıbrıs’ta “işgalci” durumda olan ve “soykırım”ı ısrarla reddeden Türkiye’nin Ortadoğu’da barış girişimlerinde aracı rolünün kabul edilemez olduğunun altını çizdi. Ancak, Ermenistan ile Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin başlamasına ilişkin adımların atıldığı bir döneme rastlayan konferansta, bu süreci toptan reddeden bir hava yoktu. Zaten, Taşnak Partisi başta olmak üzere Ermeni çevrelerinin siyasetlerini köklü biçimde değiştirmelerini beklemek anlamsız olur.
Benim gözlediğim ılımlılık, daha ziyade genel atmosfere ilişkin bir yumuşama idi. Çok değil, dört yıl önce Beyrut’ta Ermeni mahallesi Burj Hamud’a gitmek istediğimizde, Lübnanlı bir gazeteci bizi vazgeçirmeye çalıştı, olmayınca bari gittiğimizde Türkçe konuşmaktan kaçınmamızı tavsiye etti. Nitekim, mahallede epeyce yadırgandık, sonuçta davet edildiğimiz Taşnak Partisi ofisinde de çok da dostane bir konuşma yapamadık. Daha sonra, Lübnanlı dostlarım beni, ilk kez Türkiye’den biri ile konuşan insanlarla tanıştırdılar.
Zaman içinde, korkudan falan değil, samimi olarak, “soykırım” iddiasını paylaşmadığımı bilmelerine rağmen, Taşnak Partisi’nden arkadaş bile edindim.
Bu kez, doğrudan davet edilenler dışında, Türkiye’den gelen birilerinin konferansı izlemesinin bile artık hiç mi hiç sorun olmadığını gördüm. Yok, pembe bir tablo çizmeye çalışmıyorum, bunca belalı bir konuda, dünden bugüne büyük değişimler olamayacağını biliyorum. Ancak işlerin giderek sertleşmesindense, belli belirsiz yumuşaması hiç de fena değil diye düşünüyorum. Bu tür konferanslar, tartışma alanları olmadığı için, hiçbir konuda kimse ile tartışmaya girişmedim. Sadece, konuşabildiklerime, bu tür konferanslarda değilse bile başka platformlarda, Türkiye’den sadece kendi görüşlerini paylaşanlarla değil (onları hiç dinlemeyeceklerle de değilse bile) farklı düşüncede olanlarla konuşmayı denemelerini tavsiye ettim.
Türkiye’nin resmi tezlerini zorlayan her sorunu topyekûn reddedenler için tüm bu söylediklerimin lafı güzaf olduğunu biliyorum. En zoru, bir yandan bu kafada olanlar ve diğer yandan, resmi tezlerin negatifinden karbon kopyasını siyasi doğrunun şaşmaz pusulası olarak görenler arasında bir alan açmaya çalışmak. Ben, idare-i maslahat için değil, gerçek bir anlama ve gerçek bir uzlaşma imkânı için, böyle bir alanın önemine inanan biriyim. Bunca dil dökmemin nedeni bu.
Oysa benim derdim, “Kürtler bölünme istiyor, onlar adına biz konuşalım, onları ‘bölücü’ ilan edip, işi kızıştıralım” değildi, olamazdı. Öyle olsaydı, onu da söylerdim, herkes gibi benim de bir sürü zaafım var ama bunlardan biri, Türk demokratları gibi ‘samimiyetsizlik’ değil.
MÜSAMERE
Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinin, laiklik ve Kürt meselesi denilen iki fay hattından bel verdiğini ve sert bir kırılmadan kaçınmak için esnemesi gerektiğini düşünenlerdenim, bunu yüzlerce kez yazdım. Kırılmadan, tamir etmek mümkünse, bu yeni bir “toplumsal mutabakat” üzerinden olacak. Ama asıl mesele de bu. Yani yeni bir toplumsal mutabakata nasıl ulaşacağız?
Ben bu uzun ve çetin işin vazgeçilmez koşullarının başında ‘samimiyet’ ve işin zorluğunu teslim etmek olduğunu düşünüyorum. Üç beş entelektüelin kompozisyon ödevi yazması veya iki şehit annesi müsameresi ile bu iş hallolacak gibi olsaydı, bugüne gelinmezdi.
Kürtlerin siyasi taleplerini karşılamak yönünde adım atılacaksa, bunu destekleyen herkesin, kolayına kaçmadan bu talepleri ve bu yönde adımları kamuoyuna izah etmek için çaba göstermesi gerekiyor. İzahtan kastettiğim, soğuk, soyut ilkeleri dikte etmek değil. Mesela “Bir insan için anadilini, kültürünü yaşatmak ne demektir, insanlar neden bunu talep eder, bunu tutturur?” sorusuna insani boyutta cevap vermek, bunu kamuoyu ile paylaşmak için dil dökmek.
Türkiye’nin bir ucunda yaşayanın diğer ucunda yaşayanı, Kürtçe talebi dolayısı ile, “hain, bölücü” olarak “mimlemesi”nin önüne geçmek için, çok şey yapmak gerekiyor. Tabii, bu arada, Kürtleri anlamaya çalışırken, Türk kamuoyunun zihin ve duygu haritasını “faşizan” diye bir kalemde çizip atmanın da ne hakkaniyetle alakası var, ne de çözüme en ufak bir katkısı. Bunu da görmek lazım diye düşünüyorum.
Bakın Kürtler, insani, samimi bir zemin yakalamak için, Milli Mücadele ortaklaşmasına gönderme yapıyor. Ben “iki kurucu unsur” tezlerini derde derman bulmuyorum, ama muğlak bir demokratikleşme söyleminden daha sahici bir zemin arayışı olarak görüyorum.
Silahlı siyasi mücadeleye sempati besleyen biri değilim, ama eline silah alıp dağa çıkanın sadece ekonomik nedenler veya kandırılma yüzünden canını tehlikeye atmadığını, onur mücadelesi olarak gördüğü bir şeyin peşinden gittiğini görebiliyorum. O nedenle, silahsızlanmanın sağlanmasının sanıldığından zor olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan, Kürtlerin de silahlı mücadelenin nihayetinde sert kırılmadan başka bir sonuç vermeyeceğini görmelerini umuyorum.
Özellikle “burjuva aydınları” için, gençken, öğrenciyken, hayat gailesi yokken, düzene, iktidarın her biçimine, hayatın gidişine itiraz etmenin, eleştirel olmanın fazla bir maliyeti olmuyor. Ama sonrasını getirmek zor... Hem mevcut düzen içinde bir hayat kurulacak, hem ilkelerden taviz verilmeyecek... Bu formül, kolay gerçekleştirilebilecek şey değil. Sıkıntı burada başlıyor.
Kendini aşırı ciddiye alan biri değilseniz, sınırlarınızın farkındaysanız mütevazı bir ara yol bulabilirsiniz. İlkelerinizden taviz vermenin kendinize olan saygınızı yitirmenize neden olacağı kanaatindeyseniz, mizacınız, meşrebiniz böyleyse, başarıdan, paradan, puldan iktisat edip aza kanaat edersiniz. Bu “az”ın ölçüsünü de siz koyarsınız. Bu yolu tuttuktan sonra da, gözünüz arkada kalmaz.
Yok, gözünüz yemiyorsa veya bu türden seçimleri anlamlı bulmuyorsanız, her şeye eleştirel bir mesafede durmanın bir gençlik yanılsaması olduğu kanaatindeyseniz, etrafınızdaki düzene ciddi bir itirazınız yoksa... Yine tutunmanın yolunu bulursunuz, “en iyisi döneklik” dersiniz, gene gözünüz arkada kalmaz.
KARTON ŞAHSİYETLER
En kötüsü, güya taviz vermemekte karar kılıp bu kararın sonuçlarına katlanamamaktır.
Bu durumda olanların bir kısmı, içinde bulundukları düzenle mücadele adına reddettiklerinin eksikliğini duymaktan vazgeçemeyip garip bir küskünlük içine girer, fedakârlıklarını ikide bir herkesin gözüne sokmaya çalışırdı. Ama bu, son zamanlarda rastlanılır bir tutum olmaktan çıktı.
Şimdi başka türden bir “burjuva aydını ikilemi” var:
Bazıları basbayağı mevcut düzen içinde konumlandıkları, konfor ve başarıları bu konumlanmaya bağlı olduğu halde, bu uzlaşmayı bir türlü içlerine sindiremiyorlar.İçinde yaşadıkları dünyaya, çağa, topluma sonuna kadar eleştirel bakmak, sadece maddi konforlarını değil, düşünce konforlarını da bozacak bir şey... Bu yüzden göze alınamıyor.
Bugün itibarıyla “açılım” denilen nedir, ne olacak pek belli olan bir şey var.
Önceki süreçlerden farklı olarak ilk kez Öcalan muhatap olarak alınmıştır... Bundan geri dönüş olmaz... Resmen “yol haritası”nı açıklaması beklenen birine artık, “terör suçundan cezasını çekmekte olan bir adam” muamelesi yapılamaz... Umarım hükümet giriştiği işin ciddiyetinin farkındadır.
İNADA BİNDİ
Ben Öcalan’ın bu aşamada, işi fazla yokuşa süreceğini sanmıyorum. Ama kimse, Öcalan’ın ilk ve son kez görüş açıklayıp sonra anılarını yazmak üzere köşesine çekilmesini beklemesin.
“Bu iş sadece demokratikleşme çerçevesinde çözülecek bir mesele değildir” dediğimde çok tepki aldım. Ama silahlı mücadele yürüten bir hareketin liderinin sürece dahil olması, “demokratik siyaset” dışı bir iştir... Siyasal bir müzakere sürecidir.
Bundan sonrası da böyle devam edecek... “Girişilen işi ciddiye almak” derken, kastettiğim budur.
Şu anda girişilen siyasi müzakere sürecinin bir ayağı eksiktir.
Muhalefet, bu müzakere sürecine hiçbir şekilde dahil değil. Takdir edersiniz ki bu sürdürülebilir bir durum olamaz. Kusura bakmayın ama “Top onlarda... Dahil olsunlar diyoruz... Olmuyorlar” diye yakınmak, ciddi bir siyasi tavır sayılamaz.
Ben de, “Kürt meselesi”nin sınırsız tartışma özgürlüğü olmadan sahiden ve samimiyetle konuşulamayacağını düşünenlerdenim.
DTP çatısı altında ve hatta bu çatı dışında Kürtler adına siyaset yapanların birçoğunun, bireysel insan hakları ve demokratikleşme ötesinde arzuları, hayalleri, talepleri olduğu bu kadar açıkken, sadece “demokratikleşme”den bahsetmenin muazzam bir samimiyetsizlikten başka bir sonuç vermeyeceği açık. Kürt meselesini hiçbir kısıt olmadan tartışmaya açmadan da bu samimiyetsizliği aşmanın bir yolu yok.
Kadri Gürsel’in, Pamir’in önerisi doğrultusunda bir referandum sonucu, bağımsızlık veya federasyon gibi bir talep çıkmayacaksa, kolektif haklarda ısrar etmenin anlamı olmayacağına işaret etmesi de önemli. Zira kolektif haklar konusu, ulus devlet çerçevesinden toptan vazgeçmeyi gerektiriyor. Gürsel, anladığım kadarıyla, “Kürtler ya bunu açıkça önersinler/önerebilsinler ya da siyasetlerini demokratikleşme çerçevesi ile sınırlasınlar ve önümüzü görelim, boşa kürek çekmeyelim, birbirimizi kandırmayalım” diyor.
BÖLÜNMEK KOLAY DEĞİL
Bence de tartışmayı bu zemine taşımadan, hiçbir şeyi doğru dürüst konuşmaya imkân yok. Ancak bu ortam sağlanabilse de, çözümün kolayca bulunamayacağını şimdiden bilmek lazım. Bir büyük yolculuğa çıkarken, önümüze ne türden zorluklar çıkacağını hesaba katmakta fayda var.
Bir kere takdir edersiniz ki, bu iş öyle “referandum”, yani kafa sayısı ile hızlıca çözülebilecek gibi değil. Her şeyden önce, “Türkler zaten bölünme istemiyor, o halde ne istediklerini Kürtlere soralım” dediğinizde, “Kürt vatandaş” tespiti yapamayacağınıza göre, “Türkiye vatandaşlığı” temelinde genel referandumdan söz ediyoruz demektir. Bu durumda velev ki, Kürt vatandaşların tümü ayrılma yanlısı olsunlar, Türkiye genelinde ayrılma isteğinde olanların oranı düşük çıkacak.
İkincisi “ayrılmak”, “boşanmak” veya “bölünmek” dediğinizde, “hangi coğrafya”dan bahsettiğimiz konusu sonsuza kadar tartışmaya açık, tespiti imkansız bir konu olacak.
Üçüncüsü Kürtler adına siyaset yapanlar, muhtemelen taktik olarak, bu aşamada ayrılma yanlısı bir tavır takınmayacaklar.