BİRKAÇ yıl önce, ’Musevi kültür günü’ çerçevesinde düzenlenen bir sohbet toplantısına davet edilmiştim. Konu, Türkiye’de Musevilerin nasıl algılandığı idi.
Benim dışımda Rum ve Ermeni konuşmacılar, kendi cemaatlerinin Musevilere bakışını, yetiştikleri çevre ve şahsi anıları çerçevesinde anlattılar.
Benim daha genel bir konuşma yapmam bekleniyordu, ama dinleyicilere, benim de kendi kişisel geçmişime ilişkin bir şeyler anlatmak istediğimi söyledim.
Ardından da, benim içinde yetiştiğim aile ve sosyal çevrede Musevilere (ve diğer gayrimüslümlere) ilişkin hiçbir olumsuz bakış, önyargı ve hatta tatsız şakaya şahit olmadığımı, böyle bir çevrede yetiştiğim için kendimi şansı hissettiğimi söyledim.
Ancak hemen ardından, bunun, benim içinden çıktığım çevrenin hiçbir konuda önyargısı olmadığı anlamına gelmediğini hatırlattım.
BİZİM AYNADAN BAKIŞ
En az üç nesil şehirli, dolayısıyla ’yeterince’ Batılılaşmış ve modernleşmiş bir çevrede, bu türden önyargıların pek nadir olması çok doğaldı. Dahası, bu çevre, gayrimüslümleri olumsuz bakmak bir yana, fazladan ’Batı medeniyeti’nin uzantısı olarak görüyordu.
Buna karşın, yine bu çevre, dindar-muhafazakár kesime, yaşam biçimlerine ve bunları hatırlatan her şeye karşı oldukça önyargılıydı.
Bu tutumları, muhafazakárların sandığı gibi doğrudan din veya İslamiyet karşıtlığından kaynaklanmıyordu. Daha ziyade, sınıfsal ve kültürel temelleri vardı.
Tam da bu nedenle, Musevi dinleyicilere, kendilerine bizim kesimden gelenlerin aynalardan bakmanın, bizlerle barışık olmanın, bir noktadan sonra faydası olmadığını anlatmaya çalıştım.
Musevilerin, azınlık olarak yaşadıkları bu ülkede, bir kültürel çatışmanın bir yanında duranlarla barışın yetmediğini, hatta bazen daha fazla sorun yarattığını düşünenlerdenim.
Bu nedenle, Musevi dinleyicilere, onlara önyargı ile, o değilse kuşku ile, o da değilse yabancılayarak bakan kalabalıklarla konuşmanın mutlaka bir yolunu bulmak gerektiğini hatırlatmak ihtiyacı duydum.
En son, Davos krizi dolayısıyla bu ülkede yaşayan Musevilerin ne kadar tedirgin olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak bu ülkede ve diğer tüm Müslüman toplumlarda, hep kendilerine hak verenlerden ziyade, daha geniş bir çevre ile olumlu bir iletişim kurmanın imkánlarının peşinden koşmak durumundayız.
EN ÖNEMLİ KÖPRÜ
Davos krizi üzerine söylenenler bunun önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Erdoğan’ın tavrını İslamcı geçmişine bağlayanlar haksız değiller.
Ancak her şeye rağmen, İslamcı bir geçmişten gelen AKP ve bölgedeki tek demokratik olan ülke Türkiye’nin, tüm İslam dünyasında Musevilere karşı giderek artan önyargı ve kuşkularla savaşmak için de, bölgede İsrail ile bir barış imkánının da hálá en önemli köprüsü olduğunu düşünüyorum.
Nüfusu ağırlıklı olarak Müslüman olan toplumların Musevilerle ve de İsrail ile barışçı bir ilişki kurması, bu konuda sorunu olmayan kesimler üzerinden değil, sorunlu kesimler üzerinden olacak, bunu unutmayalım.