Üç baba sevgi

Dün Babalar Günü’ydü... Benim babam öyle çok kutlamalı, ağlamalı, alkışlamalı törenleri sevmez.

Fazla duygusal bunlar için. Hayatımda tanıdığım ilk özel insan. İlk komik ve ilk şarkı söyleyen. İlk ’benim gülmeme en çok sevinen’. Evet bütün bu ilklik madalyaları benim babamın boynunda durur. Bir sürü. Şanslıyım. Bana her gün ’Mutlu musun kızım?’ diye soran biri var.

Ben onu kimseyle karıştırmam, fakat siz karıştırabilirsiniz. Çünkü adı Suavi olan ve şarkı söyleyen biri daha var. Adı Nil Karaibrahimgil olan ve şarkı söyleyen biri daha olsa, benim kızımı da öbür Nil’in kızı sanabilirdiniz. Ve bunu herkes nezdinde düzeltmek zor olurdu. Siz şöyle ayırabilirsiniz. Benim babamın uzun sakalları yok, hiç solcu olmadı-kendine sosyal demokrat der, liberal der, en popüler olduğu dönemde bile sola sapmamakla övünür. Babamın, içinde ’turnalar’ geçen bir şarkısı yok. ’Müzikomani’ diye bir şarkısı var, ’kobra’ var. Sakalları bazen var ve kısa, öyle upuzun değil.

Babam, bana iki şeyi, yok yok üç şeyi sevmeyi öğretti. Birincisi kitapları. ’İçindeki devi uyandır’, ’Zamanı kullanma sanatı’, ’Haydi bastır koş kim tutacak senin gibi aslanı’ kitaplarını özellikle tercih etti bir dönem. Fakat ben o dönem, ’Genç Werther’in Acıları’, ’Böyle Buyurdu Zerdüşt’ ve psikopatalojiyle başlayan kitaplara geçmiştim. Beni bir hayat sıkıntısı basmıştı. Freud bile bana iyi geliyordu. O da bunu hissetti. Benim kendimi onlara bulayıp kızartmama meydan vermemek için, pansumalar taşıdı bana. Bir defasında, Ortaköy’de deniz kenarında kitap satan adama, aldığım bazı kitapları geri iade bile etti. Dar açıcılıktan yapmadı bunu. O satırlarda kaybolmamı istemedi.

Ve böylece beraber ikinciye geçtik... Hayat sevgisi. Hayatı sevmenin, bir bakış açısı olduğunu söyledi. Basit bir hayatımız vardı. Annem, babam, kardeşim, bendik. İçi harlı bir evdik. Fakat insan, bir yaştan sonra gözlerini dişarı diker ve kendini huzursuz edicek bir sürü şey bulur. İşte o vakit, işe yaradı bu, kafanı yamultarak her şeyi hafifletebilirsin oyunu. Lunaparktaki aynalardan yerleştirdi kafamıza. En korkunç görünen korku bile cücedir dedi. Ha, korkmadık mı korktuk. Fakat dışarıda tsunamiler olsa da, ta derinde bir halatı bizi tutarken bulduk. İşte onun yerini bize o gösterdi. ’Dışarıda kar yağıyo ve biz sıcacık evimizdeyiz ne güzel’ dedi bir gün Ankara’da. Gözümüz ondan, pencereye kaydı. Haklı olabilirdi. Kendini kandırıyor ya da tedavi ediyor da olabilirdi. Ama ne fark eder. Çocuklar duyduğuna inanır ve tekrar ederler. Ben hayatı severim o da beni sever nokta.

Ben hayatı çekilmez bulurum ve o da beni çekilmez bulur ve ben de kendimi çekilmez bulurum. Bazen. İşte o bazenlerde ya da çoğu zamanlarda, üçüncü sevgi gerekir. Mizah sevgisi. Şarkılarımın sonundaki komik ses uyumlarının hiçbiri, ’kafiye olsun diye değil’. Babam bana, şakanın kaldırma gücünü öğreten insandır. Bir tane arkadaşım, lafım, üzüntüm ya da sevincim yoktur ki şakası yapılmasın. Çoğu hiç de komik değil. Komik olsun diye değiller. Onlar birer halterci. Kendisiyle dalga geçen adam, en küçük iğne deliğinden geçer ve kendini nereye istiyorsa tutturur. O şarkılarında bunu yapar. Bu bana da geçti. Her zaman bildiğimiz aldatma hikayesini, kek tarifine dönüştürdüm. Terk edileni akbabalara yem yaptım. Bu sayede halime güldüm ve paraşüt dağıttım.

Uçurduysam, çakılmadıysam ne mutlu. Babama layık olduysam ne mutlu.
Yazarın Tüm Yazıları