“Wolverine”i seyrettim biraz önce. Hani şu, ellerinden bir çift çatal takımı çıkaran adam...
Filmden o kadar sıkıldım ki, ardarda kötü espriler yapmaya başladım. İlk yirminci dakikada, “Bu Volverine, ilk yönetmene gidip bu rolü istediğinde, sizce ne dedi?” dedim. Tabi cevap gelmedi. (insanlar film izliyo) Ben de bağırarak, “ROLVERIN! dedi” dedim ve buna sadece ben çok güldüm. İki dakika sonra, kendimi tutamayarak, “Peki bu Volverin trafikte tıkansa ne der” deyip, YOLVERIN, “Beşiktaşlıların çılgınca kutlamalarını duysa ne der” deyip, SONVERIN de diyince, espri iyice eskidi. Fakat, yüzümde taht kurdu. En azından, film dayanılır geldi. Aslında tabi bu espri meselesi genetik. Anlatayım. Geçen hafta, çok ilginç bir öğle yemeğine davet edildim. Hindistan’dan gelen guru, Sadhguru, Park Hayat’taki süitinde bizi ağırlayacaktı. Ben koşturarak oraya doğru giderken, çünkü geciktim ve herkes odaya çıktı ve ben koskoca gurunun karşısına geç gelen kadın olarak çıkacaktım ki, babam aradı. Olayı kısaca anlatınca, bana “Aman kızım, yere pilav döküp, guruyu üstünde yürütmeyi unutma” dedi. Bir espri geleceğini anlayıp, bir an evvel gelip geçmesi için ‘Niye ki?’ dedim. O da... Sevgili canım okur, bugüne kadarki yazılarımı, şarkılarımı ve de beni sevmişsen, üstelik yukarıdaki şakalarıma rağmen sevmişsen, babamın bu esprisini okumayabilirsin, gazetenin bir sonraki sayfasına geç ve benimle ilgili fikirlerin korkunç bir darbe almadan pazartesini yaşa, sana tavsiyem budur. Çok içten söylüyorum, hadi git... Kalanlar! Artık bundan ben sorumlu değilim. Sadece bir aktarıcıyım. Babama, niye diye sordum ya, o da bana, “Çünkü o zaman pilav üstü guru olur” dedi. Teşekkür edip, kapadım. Ben artık alışkınım. Çocukluğumdan beri, babam her espri yaptığında, buz gibi bir duş üzerimden geçer. İnanın, üşümem yıllar önce geçti. Bünye normalize etti bunu. Neyse, guru. Mühim konu. Koskoca guru. Bembeyaz sakallı, kocaman gözlü, esmer, en sevdiğim aksanla İngilizce konuşan, sakin ama zeki, kafasında kumaştan sarılı şapkası, üzerinde kumaştan entarisiyle, aslında yakışıklı olan bir adam. Fakat, bu bütün katı kaplayan lüks mü lüks oda, ona fazla gelmiyor mu? Ya da az? Yoo, dışarısının önemi yok ki. Doğru, hep unutuyorum. ‘Ic mühendisliği’ adını verdiği bir konusu var. Hemencecik, yemekte hap gibi yutmak istedim nedir, ama güldü. Heyecanımı tutup, “Buna konsantre olacağın otuz saatini verdiğin gün anlatırım, çok da basit” dedi. Tamam, hadi vereyim dedim, ama öyle olmuyor. Zamanları, yerleri var. Mesela haftaya Hindistan’da var bir workshop. Ona gidemem. Kasımda da olabilirmiş, ona giderim. Hem, web sitemi yapan igoalıların, goa’dan dönünce nasıl yeni kesilmiş meyve içi gibi pırıldadıklarını da öğrenmiş olurum. ‘Bu guru başka guru’ gibi geldi bana. Sevdim bu adamı. Öyle şeytan arabaları gibi uçuşmuyor. Davos’a dört senedir üst üste davet edilen, tek spirituel lider. Kitabını aldım kolumun altına, çıktım. Adı, “Flowers on the Path” (Yolun Üstündeki Çiçekler). Bir an, kapısına dayanıp dayanıp döndüğümüz birkaç kapının anahtarı, bu adamın boynunda asılıymış gibi geldi bana. Bulayım onu da: Yeter ki içinde parmaklar şıklasın, her yerde kalkar oynarsın!, desin bana.