Bu kalbin sesi. Kalp bir ritimdir.
Hayatın metronomu. Üzerine şarkı söyleriz. Hikayemiz bestedir, laflarımız da güfte. Nefes filminden çıkarken, son sahnedeki şarkıda gözlerim bundan doldu. Oradaki her askerin yerine, sevdiğim birini koydum, tanımadığım, o yüzden henüz sevemediğim binlerce insanı koydum. Ne çok benziyoruz. Hele susunca. Susunca aynıyız. şarkı söyleyince de ne güzeliz. Dilimizi anlamasak da birbirimizi ağlatırız. Bu dünyada şarkı söyleyen, şarkı duyan, şarkı bilen herkesin, yaşamaya hakkı var. Savaş berbat bir uydurmaca. ‘Yazıkça’da yazılmış bir ağıt. Tanımadığın birini öldürmek nedir? Nefes filminden çıkarken bunu sordum. Niyedir? Savaş, çocukça sorulara cevap veremez. Çocukça sorulara cevap vermeyen her şeyden korkulur. Savaşın nedenini bilmeyiz. Bir iki kişi, bir iki nedenden yelelerini şişirir, bizi sebeplerine koşarlar. Bize sormamayı öğretirler. Yoksa bu oyun oynanmaz.
Yaşadığım toprakların güneydoğusunda dağlar var. Karlar var. Bulutlar var. Ve ne yazık ki kan var. Kanı durucak yakın, umudum var. Bunu düşündüm Nefes filminden çıkmış yürürken. Savaşı istememek biz kadınlara mı özgüdür? Bir kadın savaşı istiyor olamaz. Doğasına uymaz. Savaşı kim ister?
Bir anne, yavrusu uyanmasın diye saatlerce aynı pozisyonda durabilir. Anne budur. Bir kadın anne oldu mu, çocuğunun kokusu onun nefesi olur artık. Hiçbir anne, hiçbir dilde, uyanmasın diye kıpırdamadığı yavrusu savaşa gitsin istemez. Yüreğinin ayakları geri geri gider bu işe. Aksi mümkün değildir. Yoksa, kapı zillerinden, telefon zillerinden kaçar olur. şarkısı yanar, kül olur. Nefes filmi, içime ana acısı üfledi.
Küçük adaların etrafından pır pır dönüşümüzü, dibe dalıp dalıp çıkışımızı, kendimizi balık sanışımızı, ellerimizin sımsıkı kenetlenişini. Bob’dan bahsediyorum, seabob’dan. Kendisi suda giden muhteşem sarı bir alet. Motosiklet gibi tutacakları var. (onun adı tutacak değil, ama anladınız). O kulakçıklardan (kulakçık da değil) tutup, düğmesine basıp suda sürüklenmeye başlıyorsunuz. Hatta, ki bomba kısmı burası, seabob’la suya dalıp, suyun altından da gidebiliyorsunuz! Tıpkı bir yunus gibi. Kim icat ettiyse, aklından ellerinden öpülesi.
Bu yaz, ki ellerimden balık gibi kaydı gitti, bitti. Bugüne kadar suya kafamı ne kadar az batırdığımı fark ettim. Yüzerkenki sayılmaz. Ben kendini su canlısı sanar gibi yapmaktan bahsediyorum. Mesela bu yaz ilk defa, yüzeyden beni göremeyeceğiniz kadar dibe gittim. Orda gördüklerimi, kolumun, bacağımın, saçlarımın uzantısı saydım. Ah, şu nefes problemi olmasa, yatıya da kalıcam ama diyip, yüzeylere vurdum.
Bir zamanlar bir psikolog bana, “başına birşey gelmeden kıymet anlamayan” bir tür olduğunu söylemişti insanın. Belki biraz öyle. Ama o kadar enayi olmayanlarımız da var bence. Mesela denize bakınca, kendine hemen ‘ne ki yani büyüklüğüm, dertlerim, korkularım’ diyebilirsin. Çünkü öyle küçüğüz ki, tepemizde koca bir evren ve parlak dansçıları, altımızda koca bir okyanus ve binbir canlıları arasında tost olmuş küçük endişe böcekleriyiz. Yani bana bazen öyle geliyo. Çok şey bize bilinmez olduğu için endişeliyiz en çok. Kendimi yunus sanınca gördüm ki, gerek yok.
Şehirlere ihtiyacımız yok. Bizler şehir için yapılmış organizmalar değiliz. Bunu gördüm. şehir bize hızlı, bize pis, bize stresli, bize fazla. Biz, o beynimizin hızlı gelişen frontal lobundaki son birkaç binyıllık gelişmeleri saymazsak, öyle basitiz ki. Sadece, suda ıslanmak, güneşte kurumak, acıkınca yemek, yorulunca uyumak, dokunmak, aşk yaşamak, dans etmek, şarkı söylemek, güldürmek, gülmek, arkadaşlarınla olmak... Böyle basit şeyler bizi mutlu eden. Dünyada bizi mutlu eden herşey, aslında bedava. Evet çalışmak da gerekli, amaçsız hayat da çekilmez olur. Ama şehir... şehir değil. Havadaki radyo, wi fi, cep telefonu ve birine sinirlenmiş insan dalgaları arasında, mikrowave’e atılmış gibi cayırdıyoruz. Ama nerde kalmıştık ha evet: Bob..
Yani endişeli bir tip olarak doğuyoruz ya da doğmuyoruz. Tabi büyüdükçe hepimiz endişesizmişiz gibi yapmayı öğrendiğimizden, bunu değişik yöntemlerle ölçmüşler.
Onlarca bebeği ilk doğdukları andan, 20’li yaşlarına dek gözlemliyorlar. Bu bebeklerin hepsi beyaz, hepsi sağlıklı ve hepsinin düzenli bir aile hayatı var.
Yıllar içinde, aralıklı olarak bu kişilere çeşitli testler yapılıyor. Beynimizde amigdala denilen bir yer var. Endişelendiğimizde ya da korktuğumuzda burası, bir kavanoza konmuş yüzlerce ateşböceği gibi yanıyor. Evet beynimizde bir nevi şimşekler çakıyor. Her yerinde her an.
Her düşünce, o nörondan bu nörona sanki sayıları birleştirerek tavşan yaparmış gibi aydınlanarak bir yol çiziyor kendine. Kısacası, Kagan sorulara verilen cevaplara değil, tek bir yere bakıyor, MR aletlerinin ayna gibi gösterdiği, beynin ışıklandırmalarına. Konusu endişeyi ölçmek olduğu için de, amigdalaya.
Çok ilginç. Bir odaya bırakılmış bebecikler, yeni insanlar ve yeni oyuncaklarla karşılaştıklarında, tepkilerinde hemen ayrılıveriyorlar.
Bu durumdan korkunç rahatsız olup annesine sığınanlar, bu durumu coşkuyla karşılayıp yeni insanlara ve oyuncaklara kucak açanlar ve yavaş yavaş suya alışanlar. Tabi ortadakiler ölçümde fayda sağlamadığı için, iki uçtaki bebekleri ayırıp, baktıkça bakıyorlar amigdalalarına. Kundaktayken endişeli bebek, ergen olup saçlarıyla yüzünü kapadığında nasıl biri?
Çocukken yeniliklere kucak açabilen, büyüyünce daha stressiz bir hayat mı yaşıyor?
Göcek’te denizin ortasındayım. ıki keçinin çıngırak sesi geldi, yandaki adadan. Gecenin bu saatinde hâlâ tepişip duruyorlar. Dolunayın da etkisi var bunda. Su sıcak. Her yer sessiz. Yaklaşabildiğim kadar yaklaştım dolunaya ve sordum: Sırrın ne? Dedi ki: Yıldızlar kainatın gözleri. Tahmin etmiştim dedim. Gece karanlığında, meraklı meraklı açılmalarından belliydi.
Bundan iki saat önce, Merve’yle içimize deriiin bir nefes çektik. Dörde sayana kadar tuttuk. Altı sayana kadar verdik. Sonra bir daha. Nefesime kulak verince, herşeye şükredesim geldi. Burnumun dibindeki şeylere baktım, normalde görmediğim. Onlar da bana baktılar. Sağ olsunlar. Nefese sırrını sordum: Ben hayatın ipiyim, herşeyi birbirine dikerim dedi. Ben senin verdiğini aldım, sen benim aldığımı verdin. Keçiler bile almış olabilir verdiğim nefesi. Yoksa, dolunayda öyle tepişmezlerdi.
Ondan bir saat önce, çok uzun süre denizin içindeydim. Ellerim buruşunca anladım ki, artık dönmem gerek. Halbuki yazı, son anda saçlarından yakalamış gibiydim. Paletlerimi takıp kendimi oradan oraya fırlattım.
Bütün gün, deniz mahlukları resimlerine baktım. Bence, dünyadaki bütün tapınaklara bunlar asılmalı. Su dünyada en çok merak ettiğim şey. Keşke bir an için bütün sular çekilse, ve aşağı inip teker hepsini görsek. Değsek. Onlarla fotoğraf çektirsek. Denizin sırrı su: Aya aşıkmış. Bunu da hissetmiştim. Gelgitlerinden. Aşk gelgit demek.
Bundan da öncesi var, güneşin altında kafama bir örtü çekip, kitabıma kapanmıştım. Tom Waits’in biyografisini okuyorum. Onunla, 60’larda yaşadığı Silver Lake’deki evinde kalıyorum. Etraf çok dağınık, hep kitap, posterler (Bob Dylan ve Ray Charles)... Bukowski ve Kerouac okuyoruz. Kendimize bir menajer arıyoruz ama Herb Cohen’le karsılaşmamıza az var zaten. Besteler yapmaya başladık, hayatımız boyu Dylan şarkıları söyleyerek bir yere gelemeyiz. Karanlığı hep sevicez. Amcamızın sesinin benzeri de sesimiz olucak. Çatlıycak, patlıycak ve o kadar eski olucak ki anlattığımız hikayeler, kimse bilmezlikten gelemiycek. Küçük sırrımız da şu: San Diego’daki, 24 saat açık Rudford restorandaki ambulans şoförleri, çöpçüler ve garsonlar ne konuşursa yazıyoruz. Duyduklarımızı şarkılara anlatıcaz.
Ve adalarda keçiler koştukça, sırlar hep olucak.
Huzur doluyum. İstanbul Arkeoloji Müzesi heykellerin gözlerine baktım. Mermer gözlerine. Onlar belki de hep buralarda olacak. Etten değil de mermerden mi yapılsaydım? Neyse geçti artık. Hem, heykel olup yüzyıllara şahit olmak mı, insan olup birkaç on yıl yaşamak mı? B. Ama ne acayip, her şey benzer. Hep kap kaçak, bıçak, hep kucak. Lahit denilen eski mezarların kenarlarına, ölen kişinin kabartmayla hayatını resmetmişler. Ne güzel. Kısa hikayen. Görene büyük ve bambaşka ama aslı küçük ve tek durur olan rüya: bir ömür. Hmm, bu adamınki nasıl geçmiş. Savaşmış, savaşmış, savaşmış. Sevmiş, sevmiş, sevmiş. Üzülmüş, sevinmiş, aramış. Şarap içmiş, zevke batıp çıkmış, son nefesini vermiş. Bugün de aşağı yukarı böyle olurdu herhalde. Bir şey değişmiyor mu yoksa? Tanrıların saçları çok güzel. Dışarı çıktım. Yerde, halattan bir çember vardı, içinden geçtim. Evet, hayatın çember şeklinde olduğunu biliyorum zaten.
Karşı binadaki merdivenleri çıktım. Sanayi-i nefise mektebi. Fakat içeri girmeden, avludan gecen insanlara bakmak istedim. Güneş gözlüklerimle, hop diye mermer tırabzana oturdum. Balkonda gibi oldum. İlerideki bankta yatan adama baktım. Turistlere, bir bayram sevinciyle dışarı çıkmış ailelere ve ağaçlara baktım. Manzarama, üniformalı bir adam girdi. Ona baktım. Başını kaldırıp bana baktı ve bana ‘EXCUSE ME YASAK!’ dedi. Buna, sağ elini kuzey doğudan güney batıya birkaç kez hızlıca indirerek, ‘in oradan’ hareketini de ekledi. ‘Yasak’ kelimesinin memleketin en sevilen kelimelerinden biri olduğunu bildiğimden, gülerek: “Niye?” dedim. Komiğime gidiyordu bu. Tekrar sordum, başımı sağa sola sallayarak ve kesinlikle içten gülerek: “Niye?” Cevap müthişti: “Oturma yerleri var!” Hah işte! Yakaladım! Sevmediğim şeyi kıskıvrak kedi gibi yakaladım! Oturma yerleri var demek, hmmm. Peki, ben buraya oturmak istiyorsam? Buraya da oturulabiliniyorsa? Bunun kimseye zararı yoksa?
Benim özgürlüğüm, başkasına zarar verdiğim yerde bitiyorsa, bunun kime ne zararı var? “Sadece oturma yerlerine oturulur” cümlesi, yaratıcılığı tam da karnından yumruklayan bir düşünce balonu değilse ne! Hatırlıyorum... Floransa’da, gördükleri heykeli kağıda çizmek üzere yere daire olmuş, bir düzine çocuğa, görevli şöyle diyordu: Unutmayın, doğru ya da yanlış çizmek diye bir şey yok. Aptalca çizmekten korkmayın!
Bırakın, oturulmak için yapılmamış yerlere de oturalım.
Evlilik ne, niye var, niye uydurulmuş, neden sürmüş, daha ne kadar sürecekmiş, ne zaman evlenilirmiş bakıyorum. Ben birşeye çok uzun sure bakmadan göremem. Öyleyim.
Son bir iki yıldır, ‘öyle değilim, böyle değilim’leri serbest bıraktım. Öyleyim böyleyim. Beni ben yapan da öyle böyle şeyler. ınsan, nasıl çocuğunu güzel çirkin demeden bağrına basıyorsa, kendine de bunu yapmalı. Karakteri topal, ruhu şişman ya da huyu şaşı da olsa, kendine sarılmalı. Öyle kendine sarılmış insan görünce, hayran oluyorum. Kendini çekiştirip duranlar beni huzursuz ediyor. Tabi bu, hep aynı kalalım demek değil, ‘değişmezlerle barış’ diyelim. Bir ‘öyleyim’ yazdım, konudan koptum. Konu romantik. Konu komedi.
Konu aşk.
Bundan bir ay önce, uzun yıllardır evli bir çiftin erkeğine sordum: siz nasıl tanıştınız? Bu adamı gözünüzde, esmer, uzun boylu, yakışıklı ve rüzgarlı hayal edin. Eşini de neşeli, hayat sever, karizmatik, güzel bir koy gibi. Anlattı. Sonra da dedi ki, ben ona evlenirken birşey vaat ettim, karşılığında da birşey istedim. Biz kızlar, bir ağızdan bağırdık: NEYDı O, NEYDı?!
‘Eğer benimle evlenirsen, ömür boyu sıkılmazsın!’
YAAAAAaaaaaaaaa...
Tereyağın teflon bir tavada, kısık ateşte, bir taraftan öbürüne kayısı gibi, bir kamaşma oldu kalbimizde. Öyle yaaa’ladık. Sonra o kanat oldu, sonra hayal oldu, sonra uyandık karşımızda gerçek oldu, aaaa’ladık. Kaldık kalakaldık. Duymak istediğimiz tam da bu muydu? Buydu galiba, çünkü daha sonra bunu tanıdığım bütün kadınlara anlattım ve hepsi birer tereyağ gibi yumuşadılar. Kadınlar için bu cümle, bir avuç dolusu anahtar demek anladım. ıçeride bir değil, onlarca kapıyı açıyor. Yüzümüzde gülümsemeyle döndük. Aptaldık. Ve aptallık böyle tatlı ve gerçek biryerdi işte. Karıştık, karmaşıklaştık, tarttık da noldu? Hayat basitti. Hem de öyle basittik ki. ıki soruda anladık.