Nil Karaibrahimgil

Yaşlandıran 5 yeme alışkanlığı

12 Nisan 2010
Bir sabah e-mail’imde böyle bir yazı görünce, ben de hemen sizin gibi okumaya başladım. Yazı Mehmet Öz ve New York Times’ın en çok satanlar listesinde adı geçen Henry Lodge ve diğer bazı doktorlardan yapılan derlemelerden oluşuyordu. Hayli teknik bir yazıydı. Yani neyi, ‘niye’ yemememiz gerektiğini, tıbbi terimler kullanarak açıklıyordu. Yanlış terimlere basıp düşmemek için, ben size kendimce bir özetini yazıcam basitleştirerek. Komşudan duydunuz farzedin. Genç kalmak isteyenler, duyduk duymadık demeyin başlıyoruz.

Yaşlanmanın çoğu yediklerimizdenmiş. Güneş, sigara dumanı bize dıştan zarar verirken; ağzımıza attıklarımız çürümemizi hızlandırır, cildimizi vaktinden erken buruştururmuş. Lütfen masal gibi dinlemeyin, bu liste çok ciddiymiş:

1. Fast food’a karşı koyamama: Buradaki katil, transyağlar. ‘Hidrojen atomlu karışık bitki yağları’ da diyebiliriz. Bunlar, kromozomlarımızı, kuyruğundan yakmaya başlıyor ve kısaltıyor. Mehmet Öz, “ayakkabı bağının ucundaki plastik gibi düşünün” demiş. Ordan yakıyosunuz ve ip ucundan dağılıyor. Kısalan kromozomun, kendini yenileme gücü düşer, yaşlanma hızlanır. Ayrıca, insan yapısı olan bu yağ turunu (ki kokusuyla kırk kilometreden belli eder kendini), hücrelerimiz tanıyamadığı için, birbirleriyle iletişimleri kopuyomuş. Kısaca, fast food’u keselim, marketlerde ‘hydrogenated oil’ yazan hiçbişeyi almayalım.
2. Tatlı merakı: Buradaki katil, sucrose. Yani işlenmiş bitki şekeri. Vücudumuz, evrimi boyunca hiç bu kadar şekerli zamanlara denk gelmediği için, ancak belli miktarda şekeri parçalayabiliyor. Fazla şeker, ciltteki kalojeni yapış yapış yaparmış. Bu da cildin elastikiyetini kaybedip, buruşmasına yol açarmış. Yaralar da eskisi kadar hızla iyileşmezmiş. Dr. Öz, şekerin vücuttaki zararını kırık cam parçalarına benzetmiş. “Dokundukları yeri, yakar, yıkar, irite ederler” demiş. Paslandırıyomuş şeker bizi. Yapay tatlandırıcılar daha da kötü. Adı üstünde ‘yapay’mış. Vücuda üzerinde yapay yazan şeyi sokmayacaksın bi kere. Doğal şeker bile, mesela meyvada bulunan, çok alındığında zararmış. Yani, ödün kopsun işlenmiş şekerden! Bal ye, pekmez ye, agave şurubu koy. Tabi azcık.
3. Karbonhidrat yüklemesi: Katil, işlenmiş nişastalı karbonhidrat. Yani, karbonhidratın, iyi şeylerden en arınmış hali. Burada bizi yaşlandıran şey, nişastanın vücutta şekere dönmesi. Yani aslında o beyaz ekmeklere, makarnalara baktıkça, koca bir şeker dağı görmeliyiz. Gözlerimizi ayarlayalım. Ayrıca, bunlar bizi ‘yoyo’ gibi oynatırmış. Yedin ekmeği, bu anında insülin pompalıyor. Kendini iyi hissediyosun, ama düşmeye hazır ol, otuz dakika sonra tekrar acıkacaksın. Vücut, modern çağın getirdiği bu karbonhidratları yakmaya alışkın değil. Ona yolladığın her yabancıyı, zararlı birşeye çevirip saklıyor. Nerede: içinde! Yiyeceksek, tam tahıllı ekmek yiyelim bari. O vücuda şekeri, en azından daha yavaş salıyormuş.
4. Çok acıkmayı beklemek: Katil, ghrelin hormonu. Açlığı arttıran hormon. Dr. Öz, “uzun yemek araları sizi yaşlandırır” demiş. Aslında olay şu, ghrelin beyne ‘açıııım!’ diyor. Ve o kadar acıkmayı beklemiş olan sen, ne bulursan hızla yemeğe başlıyosun. O hormon 30 dakika içinde normale dönene kadar, ki ömrü o kadar, yiyebildiğin kadar çok şey tıkıştıryorsun ağzına. Yani napalım, arayı açamayalım, sık sık atıştıralım.
5. Stres altında, işyerinde, arabada yemek: Buradaki katil eski dostumuz: stres. Adrenalin ve kortisol adlı stres hormonları, insanı ‘savaş ya da kaç’ moduna soktuğu için, ne ortada sindirim kalıyor ne birşey. Çünkü bu hormonlar dikkati, mide ve bağırsaktan alıp, eklemlere götürüyor. Vücut, yediklerini vitamine çeviremiyor böyle ortamlarda. Tamir edemiyor kendini. Farketmeden çok yemek, ne yediğine dikkat etmemek de çabası. Lütfen, yemek yerken yavaşlayalım. Kendimizi huzurlu hissettiğimiz sakin bir köşeye çekilelim, ya da sevdiklerimizin gözlerinin içine bakarak beslenelim.

Hayat güzel. Hayat çok da kısa değil. En azından genç görünmek için hayli vakit var. Ağzımıza birkaç birşey atmayıverirsek, kim tutar bizi? Bu da oldu akıllı pazartesi.
Yazının Devamını Oku

Bahar hanım’a iletinizn

5 Nisan 2010
Hoşgeldiniz.

Lütfen oturun yanıbaşıma.

Ve bana dalların içinde olanlardan bahsedin.

Evet gördüm bahçede, daha geçen gün, dayanamamış erkenden çiçekli elbisesini giymiş ağacı.

Pek de utangaç, sanki siyah beyaz bir kokteyle, kır elbisesiyle katılmış birine benzer.

Yazının Devamını Oku

Maria gibi bir problemi nasıl çözeriz?

29 Mart 2010
- Peki aramızdaki şifre ne olucak?
- Ben bir şarkı söyliym?
- Hangi şarkı?
- How do you solve a problem like Maria?
Seinfeld’den


Karar vermek hakkında düşündüm bu hafta. Nedir karar? Niye bu kadar önemli? Bir arkadaşımın terapisti, ‘birini sevmek, o kişiye karar vermekle başlar’ demiş.

Sevmek gibi külahta duran bir şey, karar vermek gibi betonarme bir şeyle nasıl bir araya gelir? Geliyor işte. Her şey karardan geçiyor. Bütün gün, farkına varmadan sürekli karar veriyoruz. Beynimizdeki otoyollar, her kararımızla çakmak çakmak yanıp sönüyor.

Oldum olası hızlı karar veren ve kararını hızla rafa kaldırıp, bir daha ziyaret etmeyen insanlara hayranım. İlkokulda, çantasında selpak taşıyan kızlara benzemek isterdim.

Bana karar gibi gelirdi selpak taşımak. Benim hiç olmazdı. Zamanla kendine alışıyorsun tabi. Ama unutmamak gerek kararın önemini. Bizi yola çıkaran da, aşık eden de (terapist haklı bence), bir yere vardıran da karar.

Ha, kötü karar kararsızlıktan iyi mi?

Bence evet. Kötü karar yok ki. Bu bir macera, sürekli bir yere sapacaksın, çıkmazsa geri dönüceksin. Herhangi bir aktivite, hiç aktive olmamaktan iyidir. Hayat, hareket etmekle ilgili. Hareket yoksa, karar yoksa hayat yok. Yaşayan ölü olmak, zombi olmak var.

Karar vermek bence biraz da öğreniliyor. Yani, yanı başında kararlar verip uygulamaya sokan birileri olması iyi. Görüyorsun ki oluyor. Görüyorsun ki, bu insan o anda, doğru ya da yanlış, bir yöne sapmazsa bir yere varamaz. Ve bir alkış patlatıyosun içinden. Ben de böyle olmalıyım diyosun. Fakat her şey gibi, bu insanların da fazlası zarar. Seni kendi karar kaslarını geliştireceğin beyin gym’inden, farketmeden uzak tutuyorlar.

Çünkü karar verenlerin hep bir kararı vardır. Ve sen, kendinle ilgili kararlarda da onların gözlerindeki yol işaretlerine takılırsan, kendi yoluna gidemezsin. Evet tehlikesi bu. Bir noktadan sonra, kararın önemini ve örneğini gördükten sonra, pratiğe başlamalısın. Bu da sürekli şıkları işaretleyerek olur. Ne dersin?

Yoksa sen de, benim gibi Maria mı olmak istersin?
Yazının Devamını Oku

Bana iyi geldi

22 Mart 2010
Henüz bu cümleyi kurmamış bir kadınla ve kurmuş bir erkekle karşılaşmadım. Sahi nedir bu, ‘bana iyi geldi’?

Tabi burda bu cümlenin kullanıldığı yerleri de söylemem lazım ki, diğer ‘iyi geldi’lerle karışmasın. Bahsettiğim, ‘bence kötü diil bu, bana iyi geldi’deki gibi değil. ‘Hindistan’a gittim bana iyi geldi’deki gibi.
Nedir bu bize iyi gelen? Nedir iyi gelmelere olan merakımız?
Hasta mıyız ki, sürekli bir derdimiz mi var ki, kötü mü hissediyorduk ki bişey bize ‘iyi gelsin’?
Bu düşünce beni aslında çoğu kadının kendini sürekli bir bilmece içinde hissettiği gerçeğine götürdü.
Yani masa üstünde sürekli açık dosyalar, bir sürü açık parantez var. Sorular var bir kere. Cevaplar aranıyor. Yoksa bu kitaplar, seyahatler, sohbetler nasıl bu kadar kadına iyi gelebilir?
O kadar çok duydum ki, telefonda birbirlerine sürekli ‘iyi geldi’ diyerek salık verdiklerini...
Demek ki, bu yolculuklar kadına şart. Kadın olana merhem bu gitmeler, durmalar, aramalar sormalar.

Yazının Devamını Oku

Sonia Rykiel’dan kadınlara duyurulur

15 Mart 2010
Paris moda haftası dönüşü uçakta, hayatımda okuduğum en kadınsı röportajı okudum.

En beğendiğim yerleri, kendimce ve aklımda kaldığınca anlatmazsam, sizden bir şey saklamış gibi hissedeceğim. O halde buyurun bayanlar:

Kadın olmak, umutsuz ve umutlu olmak, harika ve yıkık dökük görünmek, ne dediğini bilememek, durumlardan kıvraklıkla yırtmak, herşeyle oynayabilmek, bir yemekte, yürüyüşte ya da kitapta tamamiyle kaybolmak, sınır tanımamak ve hep engellerde geçit görmek demek. Bu anlamda bütün kadınlarda kendim gibi bir Slavlık görüyorum.

Doğallık beni ilgilendirmeyen bir şey. Doğal kadınları enteresan bulmam. Bir kadının yürümeyi öğrenmesi gerekir. Kendisini bilmeyi öğrenmesi gerekir.

Kendindeki en iyiyi. Bir kadın, kendinde güzel olanı ve çirkin olanı bulana kadar aynaya bakmalı. Saatlerce, aylarca da sürse, neyi saklayıp neyi göstermesi gerektiğini mutlaka bulmalı.

Yazının Devamını Oku

Neye yararım, nası yaparım?

8 Mart 2010
Hatırlıyorum. Küçükken, amcamın üçte biri olduğu, ‘Modern Folk Üçlüsü’nün, ‘trik trak trik trak/Olur mu hiç çalışmamak?’ şarkısı çalardı evde.

Çalışmanın, böyle saat gibi tıkır tıkır işleyen, mutluluk veren bişey olduğunu hissettiren bir şarkıydı. Bu şarkıda, erken kalkıp, işe koyulunur, nakaratta büyük bir neşeyle çalışmanın ritmine kaptırırdı insan kendini. Tabi ki olmazdı hiç çalışmamak. Trik trak’lamamak. Elbet yaşım gelince, ben de kendimi kurucak ve hayatın içine bırakıcaktım.
Peter F. Drucker’ın, ‘Managing Oneself’ (Kendini Yönetmek) adlı küçük kitabını bulduğumda, aklıma bu şarkı geldi. Kendimi, özellikle de zamanımı iyi yönetemiyorum. Günün başlamasıyla bitmesinin bir olduğu, boş sayfalı günler çok. Bir işe yaramayınca, kendini lüzumsuz hisseden biri olarak, sürekli kendime bir iş uydurmam gerek. Çünkü bir patronum, bir şeyler yetiştirmem gereken deadline(son tarih)larım yok. Ha, olsun ister miydim? Bazen evet. ışim, yalnızlıkta trik trak çalışmaya başlıyor. Ama gönlüm insanlarla oyalanmaktan, gülüp oynamaktan yana. Sahnede karşında binlerce insan olsa bile, bir spot bir sen. şikayetim yok. Hayalimi yaşıyorum. Teşekkür de ediyorum. Peki, yapabileceklerimin kıyısında mıyım? Hayır. Potansiyelini, rezervlerini iyi kullanmayan bir ülke gibi hissediyorum bazen. Tembel yani. Drucker’ın bazı tavsiyeleri var.
Bir kere, bir insanın ilk önce kendisine sorması gereken soru şuymuş: Gücüm nerde? Hemen biliyoruz zaten demeyin, çoğu insan bilmiyormuş. Yanlış biliyormuş. ınsan, kendini değerlendirme, tıpkı bir kediyi boynundan havaya kaldırır gibi, gücünden tutup kaldırma konusunda zayıfmış. Gözlemlerin ve itirafların gerçekle örtüşmesi gerek. Peki bunu nasıl anlarız? ‘Geri bildirim yöntemi’yle. şöyle ki: Bir şey yapın. Sonra, o yaptığınızla ilgili bir beklentiniz olsun. Bunu bir kenara yazın. Ve dokuz ay, bir sene sonra bakın bakalım o beklediğiniz olmuş mu? ‘Sandığınız’dan bir şey çıkmış mı?... Drucker, bunu onbeş yirmi yıldır uyguluyormuş. Ve her seferinde şaşırıyormuş! Bu test bizi, hiç sapmayı düşünmediğimiz ama en güçlü olduğumuz yola yönlendirmede bir fener olabilir. Beklentinin altındaysan, o yola sapmazsın, beklentinle buluştuysan dümdüz gidersin.
ıkinci önemli soru da: hangi şartlar altında performans gösteriyorum? Benim için en önemli soru bu mesela. Çoğu başarılı insan, nasıl başardığını bilmez ve anlatamazmış. Onlar bir şeyi (muhtemelen en güçlü oldukları şeyi), kendilerine en uygun şekilde performe ediyorlar aslında. Dinleyici miyim, okuyucu mu? Yazarak mı öğreniyorum, duyarak mı, konuşarak mı? (Evet bazıları kendilerini dinleyerek öğrenirmiş. Ben?) Öğrenmenin bir düzine yolu varmış. Halbuki okul herkese, dinleyerek ve okuyarak öğrenmeyi dayatıyor. Belki de okulda başarısız hayatta başarılı çoğu insan, başka türlü öğrenen türden. Bazılarımız yalnız, bazılarımız kalabalıklar içinde çalışmaya başlıyor. Bazıları ikinci adam, bazıları birinci adam olarak iyi. Bazıları tavsiye veriyor ama karar veremiyor. Mesela bu yüzden, çoğu ikinci adam birinci adam olduğunda başarısız oluyormuş. Çünkü tepedeki, karar verebilen. Karar vermek risk almayı içeriyor. Ve karar verenler genellikle, tavsiye verenleri ikinci adam yapıyor. Onlar başa gelince, karar veremeyebiliyor.
Bu hafta bir bakalım: neye yarıyoruz, nasıl yapıyoruz da trik traklıyoruz?
Unutmayın, hepimiz biricik ve biricik hepimiz için.

Yazının Devamını Oku

Her Pazartesi aç karna bir tane

1 Mart 2010
Son kiii üç dört! Chad VanGaalen, Willow Tree şarkısına girdi ve ben yazmaya başladım. Bir ritim tutturmak istiyorum. Pazartesileri duyulan. Çok boşluklu, yedide bir ölçülü bir ritim de olsa, dans edebilelim istiyorum üstüne. Bu şarkıyı ilk duyduğumda, New York’ta -gerçekten de- çok tuhaf bir dükkanda geziniyordum. ‘For the one who has everything’ (herşeyi olana) yazan kutulardan satıyorlardı. Boy boy alabilirsiniz. Çok şeyi olduğunu düşündüğünüz birine, içi boş (belki öyle daha anlamlı olur yani) ya da dolu olarak verebilirsiniz. Zaten hediyeyi, kutunun üzerindeki laf sizden önce veriyor. Kelimelerin gücünü kimse küçümsemesin.
Bu hafta ettiğim birkaç kelimeyi duyurayım size. Siz de biriktirin kendinizinkini.

TEŞEKKÜR EDERİM!: İTÜ Mühendislik Kulübü beni ‘2009 yılının en iyi kadın şarkıcısı’ seçince. Hem ‘erdem kopyalama’ya da ödül verdiler. Okulun fotokopi işlerini yapan yere. Üniversite hayatının en sık uğranan durağı fotokopici. Bence harika bir karar onlara ödül vermek.

EVET!: Gülben Ergen, yakında başlatacağı ‘Çocuklar Gülsün Diye’ kampanyasına müzik isteyince. Gözleri doldu hemen. Ne tutkulu kadın. Çocukların ilkokul öncesi eğitimi için, yeri yerinden oynatmış, daha duymadık. Destek olalım, beş okul da hemen bitsin. Gerisini Gülben anlatsın, ben de şarkı yazmaya koyulayım.

TANIŞTIĞIMA MEMNUN OLDUM!: Tatlı mı tatlı, sürprizli mi sürprizli bir kız, kapıdan içeri giriverince. Tam ondan bahsediyormuşum meğerse. Olur ya, yerde ararken gökte bulunan şeylerden. Çok çok acayip birşey yapıyo, yakında sahnemde benimle olucak. Görüceksiniz. Ve tahminim, çok beğeniceksiniz. Gözbebekleriniz büyüyecek.

BUNUN ADI NE?: Piyano çalışırken yanımdakine. O da, öylesine süper birisi ki, bastığım akorun adının önemli olmadığını söyledi. Ezber ne şapşalca bişey. Ve ben hâlâ bu yaşımda, ezberi öğrenmek sanıyorum. Halbuki öğrenmek iki şeyle oluyo: ıstek ve egzersiz. Gerisi boş. Meğer ben piyano çalmayı bilirmişim. (Bir ara, geleceğimizin şu anla aynı anda yaşandığını ve bizim bunu bildiğimizi düşündüm. Yani, hani secret falan, içime doğdu, rüyamda gördümler, tahmin etmiştim, bekliyordum, biliyodumlar filan hepsi belki de ondan. Neyse bunu başka hafta konuşuruz.)

İYİYİ AKLINDA TUT, KÖTÜYÜ UNUT: Twitter’a öylesine, neşesine...
Herkes baksın kendi kelimesine. Kafiyesine.
Yazının Devamını Oku

Kusurdan üslup yapmak

22 Şubat 2010
Müzik yapmanın en sevdiğim yanı, saçmalamaya müsait bi alan olması.

Yeterince özgürseniz, kimse şarkınıza bakıp, ‘bak bunun doğrusu budur’ falan yapmaz. şarkıların geçtiği süzgeçte iki delik var şükür ki: sevdim ve sevmedim. Fazla bir şey yapılamaz. O kadar da adil, bu kadar da basit. Kimseyi sevdiğiniz bir şarkıya ikna edemezsiniz. ‘Ha evet’, falan der, ama eve gidince kulağına kendi sevdiği şarkıları tıkar.

Tuhaftır ki, çoğu eğitim hatayı hata gibi görür, düzeltmeye çabalar. Hatırlıyo musunuz bilmem, anlatmıştım, Floransa’da bir müzede yere bağdaş kurmuş oturan küçük çocuklar ve öğretmeni. Bir heykelin etrafında oturmuş, ellerindeki kağıda onu çizmeye çalışıyorlardı. Oldukları odadan geçerken adımlarımı yavaşlattım. Çocukları yetişkinlerden daha çok seviyorum ve daha ‘uyarıcı’ buluyorum çünkü. Geçerken, öğretmenin şu lafını duymuştum: Unutmayın, saçmalamak diye bir şey yok! Nasıl istiyorsanız öyle çizin. Çizdiğiniz hiç bir şey aptalca olmıycak... ınanın, gidip kadının ellerinden öpmek istedim. O sırada hayat kurtarıyordu çünkü.
Hatanın, bir aptallık değil bir fırsat olduğunu bilmek, hatayla flört etmek, bence yaratıcılığı kamçılıyor. Yolunda giden bir at arabasını, ancak ‘olmıycak şey’i düşünmek, yan yola saptırıyor. ınsanların, ‘nereden aklına geldi bu, bunu ben niye düşünemedim?’ diye gıpta ettikleri her yolda, tökezlemiş biri var. Çoğu kişisel üslubun arkasında, yanlış amfiye girilmiş kablolar, kayıt halindeyken unutulmuş mikrofonlar, açıklamaya utanılacak tesadüfler var.

Hatayı yapabilmek için, etrafımızda egosu düşük, eğlencesi çok birileri olmalı. Evimizde gibi ve dostlar arasında olmalıyız. Ya da, burnumuzu karıştırabilecek kadar falan yalnız olmalıyız. ‘Korku’, ‘yakalanmak’, ‘utanç’ bizden fersahlarca uzak olmalı. Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymamalı! Böyle trans anlarında, hayatın fışkırttığı şeyi, bir kelebek yakalar gibi havada kapmalı ve en kıymetlimiz yapmalıyız. Onlar bizim, biricik hatamız. Hatamız kadar orijinaliz.

Yazının Devamını Oku