Lütfen oturun yanıbaşıma.
Ve bana dalların içinde olanlardan bahsedin.
Evet gördüm bahçede, daha geçen gün, dayanamamış erkenden çiçekli elbisesini giymiş ağacı.
Pek de utangaç, sanki siyah beyaz bir kokteyle, kır elbisesiyle katılmış birine benzer.
Tabi burda bu cümlenin kullanıldığı yerleri de söylemem lazım ki, diğer ‘iyi geldi’lerle karışmasın. Bahsettiğim, ‘bence kötü diil bu, bana iyi geldi’deki gibi değil. ‘Hindistan’a gittim bana iyi geldi’deki gibi.
Nedir bu bize iyi gelen? Nedir iyi gelmelere olan merakımız?
Hasta mıyız ki, sürekli bir derdimiz mi var ki, kötü mü hissediyorduk ki bişey bize ‘iyi gelsin’?
Bu düşünce beni aslında çoğu kadının kendini sürekli bir bilmece içinde hissettiği gerçeğine götürdü.
Yani masa üstünde sürekli açık dosyalar, bir sürü açık parantez var. Sorular var bir kere. Cevaplar aranıyor. Yoksa bu kitaplar, seyahatler, sohbetler nasıl bu kadar kadına iyi gelebilir?
O kadar çok duydum ki, telefonda birbirlerine sürekli ‘iyi geldi’ diyerek salık verdiklerini...
Demek ki, bu yolculuklar kadına şart. Kadın olana merhem bu gitmeler, durmalar, aramalar sormalar.
En beğendiğim yerleri, kendimce ve aklımda kaldığınca anlatmazsam, sizden bir şey saklamış gibi hissedeceğim. O halde buyurun bayanlar:
Kadın olmak, umutsuz ve umutlu olmak, harika ve yıkık dökük görünmek, ne dediğini bilememek, durumlardan kıvraklıkla yırtmak, herşeyle oynayabilmek, bir yemekte, yürüyüşte ya da kitapta tamamiyle kaybolmak, sınır tanımamak ve hep engellerde geçit görmek demek. Bu anlamda bütün kadınlarda kendim gibi bir Slavlık görüyorum.
Doğallık beni ilgilendirmeyen bir şey. Doğal kadınları enteresan bulmam. Bir kadının yürümeyi öğrenmesi gerekir. Kendisini bilmeyi öğrenmesi gerekir.
Kendindeki en iyiyi. Bir kadın, kendinde güzel olanı ve çirkin olanı bulana kadar aynaya bakmalı. Saatlerce, aylarca da sürse, neyi saklayıp neyi göstermesi gerektiğini mutlaka bulmalı.
Çalışmanın, böyle saat gibi tıkır tıkır işleyen, mutluluk veren bişey olduğunu hissettiren bir şarkıydı. Bu şarkıda, erken kalkıp, işe koyulunur, nakaratta büyük bir neşeyle çalışmanın ritmine kaptırırdı insan kendini. Tabi ki olmazdı hiç çalışmamak. Trik trak’lamamak. Elbet yaşım gelince, ben de kendimi kurucak ve hayatın içine bırakıcaktım.
Peter F. Drucker’ın, ‘Managing Oneself’ (Kendini Yönetmek) adlı küçük kitabını bulduğumda, aklıma bu şarkı geldi. Kendimi, özellikle de zamanımı iyi yönetemiyorum. Günün başlamasıyla bitmesinin bir olduğu, boş sayfalı günler çok. Bir işe yaramayınca, kendini lüzumsuz hisseden biri olarak, sürekli kendime bir iş uydurmam gerek. Çünkü bir patronum, bir şeyler yetiştirmem gereken deadline(son tarih)larım yok. Ha, olsun ister miydim? Bazen evet. ışim, yalnızlıkta trik trak çalışmaya başlıyor. Ama gönlüm insanlarla oyalanmaktan, gülüp oynamaktan yana. Sahnede karşında binlerce insan olsa bile, bir spot bir sen. şikayetim yok. Hayalimi yaşıyorum. Teşekkür de ediyorum. Peki, yapabileceklerimin kıyısında mıyım? Hayır. Potansiyelini, rezervlerini iyi kullanmayan bir ülke gibi hissediyorum bazen. Tembel yani. Drucker’ın bazı tavsiyeleri var.
Bir kere, bir insanın ilk önce kendisine sorması gereken soru şuymuş: Gücüm nerde? Hemen biliyoruz zaten demeyin, çoğu insan bilmiyormuş. Yanlış biliyormuş. ınsan, kendini değerlendirme, tıpkı bir kediyi boynundan havaya kaldırır gibi, gücünden tutup kaldırma konusunda zayıfmış. Gözlemlerin ve itirafların gerçekle örtüşmesi gerek. Peki bunu nasıl anlarız? ‘Geri bildirim yöntemi’yle. şöyle ki: Bir şey yapın. Sonra, o yaptığınızla ilgili bir beklentiniz olsun. Bunu bir kenara yazın. Ve dokuz ay, bir sene sonra bakın bakalım o beklediğiniz olmuş mu? ‘Sandığınız’dan bir şey çıkmış mı?... Drucker, bunu onbeş yirmi yıldır uyguluyormuş. Ve her seferinde şaşırıyormuş! Bu test bizi, hiç sapmayı düşünmediğimiz ama en güçlü olduğumuz yola yönlendirmede bir fener olabilir. Beklentinin altındaysan, o yola sapmazsın, beklentinle buluştuysan dümdüz gidersin.
ıkinci önemli soru da: hangi şartlar altında performans gösteriyorum? Benim için en önemli soru bu mesela. Çoğu başarılı insan, nasıl başardığını bilmez ve anlatamazmış. Onlar bir şeyi (muhtemelen en güçlü oldukları şeyi), kendilerine en uygun şekilde performe ediyorlar aslında. Dinleyici miyim, okuyucu mu? Yazarak mı öğreniyorum, duyarak mı, konuşarak mı? (Evet bazıları kendilerini dinleyerek öğrenirmiş. Ben?) Öğrenmenin bir düzine yolu varmış. Halbuki okul herkese, dinleyerek ve okuyarak öğrenmeyi dayatıyor. Belki de okulda başarısız hayatta başarılı çoğu insan, başka türlü öğrenen türden. Bazılarımız yalnız, bazılarımız kalabalıklar içinde çalışmaya başlıyor. Bazıları ikinci adam, bazıları birinci adam olarak iyi. Bazıları tavsiye veriyor ama karar veremiyor. Mesela bu yüzden, çoğu ikinci adam birinci adam olduğunda başarısız oluyormuş. Çünkü tepedeki, karar verebilen. Karar vermek risk almayı içeriyor. Ve karar verenler genellikle, tavsiye verenleri ikinci adam yapıyor. Onlar başa gelince, karar veremeyebiliyor.
Bu hafta bir bakalım: neye yarıyoruz, nasıl yapıyoruz da trik traklıyoruz?
Unutmayın, hepimiz biricik ve biricik hepimiz için.
Yeterince özgürseniz, kimse şarkınıza bakıp, ‘bak bunun doğrusu budur’ falan yapmaz. şarkıların geçtiği süzgeçte iki delik var şükür ki: sevdim ve sevmedim. Fazla bir şey yapılamaz. O kadar da adil, bu kadar da basit. Kimseyi sevdiğiniz bir şarkıya ikna edemezsiniz. ‘Ha evet’, falan der, ama eve gidince kulağına kendi sevdiği şarkıları tıkar.
Tuhaftır ki, çoğu eğitim hatayı hata gibi görür, düzeltmeye çabalar. Hatırlıyo musunuz bilmem, anlatmıştım, Floransa’da bir müzede yere bağdaş kurmuş oturan küçük çocuklar ve öğretmeni. Bir heykelin etrafında oturmuş, ellerindeki kağıda onu çizmeye çalışıyorlardı. Oldukları odadan geçerken adımlarımı yavaşlattım. Çocukları yetişkinlerden daha çok seviyorum ve daha ‘uyarıcı’ buluyorum çünkü. Geçerken, öğretmenin şu lafını duymuştum: Unutmayın, saçmalamak diye bir şey yok! Nasıl istiyorsanız öyle çizin. Çizdiğiniz hiç bir şey aptalca olmıycak... ınanın, gidip kadının ellerinden öpmek istedim. O sırada hayat kurtarıyordu çünkü.
Hatanın, bir aptallık değil bir fırsat olduğunu bilmek, hatayla flört etmek, bence yaratıcılığı kamçılıyor. Yolunda giden bir at arabasını, ancak ‘olmıycak şey’i düşünmek, yan yola saptırıyor. ınsanların, ‘nereden aklına geldi bu, bunu ben niye düşünemedim?’ diye gıpta ettikleri her yolda, tökezlemiş biri var. Çoğu kişisel üslubun arkasında, yanlış amfiye girilmiş kablolar, kayıt halindeyken unutulmuş mikrofonlar, açıklamaya utanılacak tesadüfler var.
Hatayı yapabilmek için, etrafımızda egosu düşük, eğlencesi çok birileri olmalı. Evimizde gibi ve dostlar arasında olmalıyız. Ya da, burnumuzu karıştırabilecek kadar falan yalnız olmalıyız. ‘Korku’, ‘yakalanmak’, ‘utanç’ bizden fersahlarca uzak olmalı. Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymamalı! Böyle trans anlarında, hayatın fışkırttığı şeyi, bir kelebek yakalar gibi havada kapmalı ve en kıymetlimiz yapmalıyız. Onlar bizim, biricik hatamız. Hatamız kadar orijinaliz.