21 Aralık 2009
‘Bir site açalım, orda kalp kırıklıkları toplayalım’ dediğimde, hiç aklıma gelmemişti...
Her gün binlerce insanın kırığını oraya yazacağı, benim okuyunca gözlerimin dolacağı, bu kadar kırık kalbin olacağı. Söz onların.
‘peki sen niye kırıldın?’
Çünkü eğilip bükülemiyorum. Aziz
...babamın beni bu dert dünyasında yalnız bırakmasına kırıldım. Mesut
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2009
Yüzümde bir gram makyaj yok. Ve kamera kayıtta. Saçlarım desen, yağmurdan sırılsıklam, sönük.
Üzerimde eski, uzun simsiyah bir elbise. Tek numarası ortasındaki beyaz nokta.
Sağımda, solumda, önümde arkamda en yakın dostlarım. Bazılarını tanıyorsunuz.
Onlar da benim gibi. Makyajsız, ışıksız, ıslak, üşüyolar biliyorum.
Hava gri. Toprak ıslak. Ayaklarımız soğuk.
Hepimiz siyah beyaz ve süssüz. Sinan Çetin’in kamerasının önünden geçiyoruz tek tek. Bazılarımız ağlayarak, bazılarımız ilk defa, ‘Hayalet Avcıları’ filminde olduğu gibi bir kameranın içine hapsolarak. Ben hariç herkes sessiz. Hepimiz, bir an için kimsesiz.
Biraz daha başa sarayım: Her şey, o yağmurlu pazar günü, arabalara doluşup, Sinan’ın Durusu’daki evinde toplanmamızla başladı.
‘Pazar günü Durusu’ya gelin, Nil’e klip çekicem. Hepimiz oynuyoruz’ demişti. Kimse çok ciddiye almadı, herkeste bir heves oldu. Açıkçası olsa da, olmasa da olurdu. Maksat beraber olmaktı. Sinan’ın sağı solu belli olmazdı. Zaten onu seviyorduk biz. Zaten birbirimizi seviyorduk biz. Düştük yola. şömine yakıldı, sohbet koyulaştı, kahkahalar duyulmaya başlandı, çaylar yudumlandı derken, Sinan birdenbire ‘başlıyoruz şimdi’ dedi. Doğru duyduk, ‘şimdi’ dedi! Bahçeye, o sırılsıklam, o gri, o yağmurlar indiren bahçeye bayrak gibi dikti kamerayı. Üzerine de bir şemsiye. Bir de küçük müzik seti koydu yanına. Basınca play’e, çaldı ‘Kırık’. Belki de, bugüne kadar kalbimin en derin, en gölgeli, en sade, en kanlı canlı yerinden söküp çıkardığım şarkı. Nasıl da buldu onu. (Bu albümde saklamıycaktım zaten artık bu yanımı, bana bakan her yerimden görsün.)
Kamera çekmeye başladı. Ben bir ileri bir geri durmadan yürüyerek, Kırık’ı söylüyorum. Bundan sıkılınca bir hareket uydurdum. Elimi teker teker herkesin kalbine koyup, oradaki kırıklığı avucuma alıyorum güya. Sonra da, elbisenin göğsündeki beyaz noktada biriktiriyorum hepsini. Öyle bir şey. Çok anlaşılan bir şey değil, ama olsun hepimizi birbirimize o dikti. Birer ikişer, üçer beşer geçtik kameranın önünden. şarkı ne hissettirdiyse onu yaptık.
Yağmurlu havada, üzerine bir şey almadan dışarı çıkıp, oyun oynayan çocuklardık. Bu küçük filmi yayınlayıp yayınlamamayı çok düşündüm. Kendi aramızda bir anı olsundu. Ama dayanamıyorum. Size kendimden, herkesten ve her şeyden daha fazla göstermemi isteyen bir kamçı var sanki içimde. Teslim oluyorum ona.
Madem artık daha da yakınız, herkesin kalbini kıran şeyi beyaz bir noktanın içine yazıp, kaybedebileceği bir site de açıyorum: www.kirildim.com. 16 Aralık, saat 10’da, www.niltakipte.com’a koyucam bu küçük filmi.
Kollarımın, kalbimin ve daha bir sürü şeyin pergeli açılıyor gibi hissediyorum. En azından ben, ne müzikte ne de resimde hiç bu kadar ruhumu soymuştum.
Dostlara anı, kalbi kırıklara armağan.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2009
Ah şu yurtdışı!
Bizler için en havalı coğrafya!... Bayramda yurtdışına giden ünlülerin, sosyetiklerin resimlerine bakar, nerelere gittiler, ne gördüler, ne aldılar merak ederiz. Dönmüş olmalarından rahatlık duyarız. şarkı, kitap, film neyimiz varsa, birgün ıngilizcesini yapıcak ve sınırları geçeceğizdir. Hep bir ‘yurtdışı’ projemiz vardır. Oraya doğru sallar yapar, rotalar çizer, hayaller kurarız. Çocuklarımızı büyüyünce okumaya yurtdışına yollarız. Mutlaka sorulur: ‘Yurtdışı projeleriniz var mı?’ Mutlaka duyulur: ‘Yurtdışında da, birşeyler yapıcaz inşallah’. Bir falcı bize, ‘hmm yurtdışı görüyorum’ demeyegörsün, hemen yüzümüze hakim olması imkansız bir tebessüm musallat olur. Bilinmeyen bir yurtdışı umudu bile, hiç yoktan iyidir. Herhalukârda, yurtdışı iyidir. Candır. Yurtdışına tabi ki açılınmalıdır. Peki o bize içini açar mı? Yurtdışı bizi, bizim onu sevdiğimiz kadar sever mi?
Son anda karar verip, bayramda New York’a gittik. Bir arkadaşımla gruptan ayrılıp, standard otelin çatı manzarasından bir yudum tatmak istedik. (ne tadıcaksak, Albert Camus’un dediği gibi o ‘beton ve demir çölü’nden) ıki kadın, kapıya sevimlilikle yanaştık. Kapıda duran kocaman adama kafamı kaldırıp sordum: “Manzarayı merak ediyoruz da, bir bakıp çıkabilir miyiz? Çıkıp da bir bakabilir miyiz?”... Türkiye’de olsa “geç” derler. Hatta ‘tabi Nil Hanım’ bile derler sağolsunlar. Ama bu adam bize bakmadan şu soruyu gürledi: -ADINIZ LİSTEDE VAR MI? (ne listesi) -no? -THEN NO! Bu kadar basit. Bakmıyor bile. Israr edemeyiz bile. Kös kös döndük. Herşeyi görmesek de olur canım.
Mazhar Abi bir keresinde, ‘ay rahat rahat dolaşayım diye yurtdışına giderler, ama en fazla 15 gün dayanırlar tanınmamaya’ demişti.
Bir yerden sonra, mağazaya girdiğinde, ‘Mazhar bey, yeni kazaklarımız da bunlar’ diye göstersinler istersin. Özellikle bizim gibi sim, pırıltı, pul, spot müptelalarına yurtdışı bir yere kadar ego terbiyesi, bir yerden sonra ızdırap!
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2009
Tamam sana bir sır vericem. Biliyorum uzun zamandır bu köşeyi okuyorsun.
Tıpkı büyük bir merakla okuduğun birçok şey gibi. Meraklı bir hayat heveslisisin belli. Tıpkı benim gibi. Yoksa hep bu saatlerde burada buluşamazdık.
Tesadüfe inancım az. Bir anahtar arıyorsun, içindeki kilitli kapıları açıcak. Kilitli kapıları kimse sevmez. Ama ne yaparsak yapalım, hayatın tüm gizemi sereserpe önümüze yatmayacak. Bu da bir his. En azından sen ve ben varoldukça.
‘Duymak istemediğin şeyi, ağzından çıkarma’. ışte sırrım bu. Bir akşamüstü, hiç yoktan kulağıma fısıldandı.
Böyle şeylerin gerçekliğine inanırım. ınsanın havadan yakaladığı seslerde, geçmiş bin yılın dedikodusu kaynar. Ve bu onlardan biriydi.
Bunu zaten bildiğini söyleyeceksin. Fakat üzerinde düşünürsen, duyması kolay yapması zor bişey olduğunu hemen anlarsın.
Diyelim ki, başkasından duymak istemediğin bir kelimen var. Diyelim ki, bu bir hastalık ya da sevimsiz bir sıfat. ‘Kötü’ kelimesinden özellikle kaçındım. Çünkü kötü ve iyiye, doğru ve yanlışa pek inanmam. Benim dünyamda kolkola gezerler. Birbirleriyle evlenir, çocuk yaparlar. Kötünün içindeki iyiyi, iyinin içindeki kötüyü farketmeyi marifet bilirim. Ama konumuz bu değil. Biz sırrımıza dönelim.
Duymak istemediğin şeyi, söyleyivermemek zor bir kas çalışmasıdır. Fakat yapabilirsin. ıçinden, bir hiddetle ağzına doğru fırlatılan bu kelime, doğmak için seslendirilmeyi bekler. ışte o an, başarılı bir yutkunma hareketiyle onu kıskıvrak yakalayıp, midene geri gönderebilirsin.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2009
Bizim işler zordur, sizinkinden zor olmasın. ışin insanlara bişey beğendirmek, güldürüp eylemek, düşündürüp şaşırtmak olduğunda yandın!
Ne kadar inkar edersen et, seni uzun kollarıyla sarar korkular. Tanımadığın ve hiç tanımayacağın bir sürü insan, yaptığın şeyi görür, duyar, okur. Ve muhakkak birşey der. ışini severlerse seni severler. ışini sevmezlerse seni sevmezler. ıki kere iki dört. Seni işinle bir tutarlar. Kendini herkese sevdirme açlığıyla doğan sen, kendince numaralar bulup dikkati istersin. Dikkat her zaman senin olmaz. Spot her çıktığında sana kaymaz. Kurtlar sofrasına kuzu kuzu oturur, sıranı beklersin.
Üretmen gerekir, tabiki güzel ve akıllı olman, ve hep ‘doğru’ şeyleri söylemen. Bunları yaparken, büyük bir hızla yenilenerek şaşırtman gerekir. ısmin soyadın, senden ayrılır. Onlar başka birşeyin adı olurlar. Senden çok daha büyük birşeyin. ısmin konuşulur, yazılır, anılır. Sen heryerde olamazsın, tanımadığın insanların sofralarına oturamazsın, ismin konuşulur. Bazen bir sakız gibi, seni küçük acımasız bir hikayeye sığdırmaya çalışırlar, bazen -pek de istemeyerek- yere göğe koyamazlar. ıkisi de en fazla 10 dakika sürer. ıkisi de seni yalnızlaştırır, endişelendirir, insan olduğunu unutturur. Ha, kaymağı yok mudur, vardır. Fakat o kaymağı löpür löpür yutarsanız, ruhunuz şişer. şişmiş ruhlar, bedenlerine sığamadıkları için sinirli olur. ınsanca davranılmak onlara az gelir. En büyük tuzak da budur. ısmini kendin sanmak, seni gitgide hızlanan bir koşu bandına koyar. Sanal bir şeyi gerçek sanıp, hızlandıkça hızlanırsın. Artık kendin olman mümkün değildir. Herkes sana bakınca bir isim görürken, sen nasıl insanca bir can sıkıntısıyla, fotoromanın neyse çekesin?
Tabi rahatlatıcılar, uyuşturucular, uyutucular ve unutturucular vardır başvuranlara. Bunlar risklidir, çünkü gerçekle bağın koparsa düşersin. Yine de sen bilirsin.
Tahammül sınırlarını zorlar, oldurtmak için kendini perişan eder, ve zamanının hangi döneminde olduğunu unutursan, ruhun beden ayarlarınla oynar. ınsan, maksadı eğlendirmek de olsa, ki ne güzel bir uğraştır aslında, yürüyeceği yerde koşmamalıdır. ınsan evinde koşar mı? Nadiren. ınsan sokakta durur mu? Nadiren... Her ritmin bir yeri ve zamanı var. Arızalar çıkmadan, nefesimize bakalım.
Çünkü diğerlerinin hepsi, insan uydurması oyun. Sıkılmamak için yaptığımız aktivite. Para da kağıt.
Yükleri azaltarak yürümek gereken bu kısa yolun adı: hayat.
(Yazı ağır, ben hafifim. Sevdiğim herkesi, bir uyarıyım dedim.)
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2009
‘Git.......git......git.....giiiit......ME DUR NE OLURSUN!’ mu dedi salondan sesi gelen o kadın???
Ankara’da ilkokul yaşındayım. Anne-babaların dinlediği, kapağında prenses Stephanie’ye (ki kahramanlarımdan biri, gerçi sonra çok çarpa çarpa gitti, ama olsun) benzer bir Sezen Aksu’nun olduğu bu albümü, hemen odaya aldık. Kolay iş değil, hem anne-babalar hem de çocuklara söylemek. Hele söyletmek. Elimde fırça, karşımda ayna, git diyorum git...me dur diyorum me dur! Hiç tam ortasında susup duran bir şarkı dinlememiştim. Damarlarıma dantel işleyecek olan bu küçük kadından çıkan o yanık, o yaşamış ses... Yıllar sonra ‘bu kızı yeniden büyütmeliyim’ de diyecek. Ne zaman bişey dese, bana denk gelicek.
Sonra babam... Babamın oniki telli gitarıyla söylediği, ‘şarkılarda bunlar söylenmez ki’ sözler! Aslında, tabi ki, ben babamın müziğine doğdum. Normali o bildim. ‘Sardı bırakmaz beni ahtapotun kolları’ dediğinde mamamı yuttum, ‘bence bu müzik değil müzikomani’ dediğinde yürüdüm, ‘kobra sana diyorum bak dobra dobra’ dediğinde uyudum. Bir sünger gibi özümsedim bu bıyıklı yakışıklı adamın, gitarıyla söylediği o şarkıları. ‘Bakkal Müslüm yavaş yavaş/ süpermarketlerle savaş’ benim için bir şarkıda yakalanıcak en güzel kafiyeydi. Seneler sonra ilk albümümü koyduğunuzda, duyacağınız ilk lafların ‘selülit kremi ve nemlendirici’ olması tesadüf değildi.
Bunlara rağmen, Boğaziçi Üniversitesi’ne giderken, içimde olup biten tantanaları Türkçe bir şarkıyla anlatacağıma inanmaz olmuştum. ıngilizce şarkı yazıyordum. Da, onlarla burda napılırdı? Türkçe müzik dinlemiyordum, anlatılanlar hep soyuttu. Ne zaman ki Teoman, ‘telesekretere konuşamayanlardanım’ lafını melodiye oturttu, Nil yazmaya koyuldu.
(Biliyorum onbeş etmedi. Altı etti daha. Diğer şarkıları modaya uyup, Twitter’ıma yazayım. www.twitter.com/niltakipte, benim.)
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2009
Çarşamba günü, 88.2 frekansından, hayatımı değiştiren 15 şarkının sesi duyuldu. TRT3 İstanbul radyosunu hep sevmişimdir. Klasik müzik çalar, caz çalar, ruha iyi gelir. Meğer bu radyoda, perşembe günleri 17’yle 19 arası ‘Siyahbeyaz’ diye bir program yaparmış Hakan Tamar’la Necati Tüfenk. Beni arayıp, ‘hayatını değiştiren 15 şarkıyı yanına alıp, programımıza konuk olur musun?’ dediklerinde öğrendim ben de tüm bunları. şarkıların ellerimizden tutup, bizi şuradan şuraya nasıl taşıdığını da o gün keşfettim. Hayatımdaki bir sürü görüntünün net bir şarkısı varmış meğer. Meğer bir sürü aşk, karar, vazgeçiş ve bir sürü duyguyla göz göze geliş anını işaretlemişler bir bir. Ekmek kırıntılarıymış onlar yolumun. Listemdeki birkaç şarkı ve önemini anlatmak istedim. Çünkü biliyorum sizin de var. Sadece düşünülmeyi bekliyorlar.
Bir. Debbie Gibson ‘Electric Youth’. Bu şarkıda, kardeşimle ben, bir rock grubunun iki üyesiyiz. Küçüğüz miniciğiz. Raketler plastik. Odadaki yatağın üstü sahne. Masa lambası spot. (Allahım, hayal edip, ‘-miş gibi’ yapınca gerçek mi oluyor her şey?) Debbie söylüyor, bizse bağırıyoruz. Herhalde, elektriklenmiş gençliği temsil ediyoruz. Kimse karşımızda duramaz, terler içinde zıplayarak çalıyoruz. Seyirciyi görmüyoruz bile gözümüzdeki ışıktan. Büyüyücez ve ikimiz de müziği meslek edinicez işte. Bu şarkı o haberi taşıyor.
ıki. Madonna ‘Like a Prayer’. Kim bu kadın dünyayı sallayan? ‘Bakire gibi’ diye şarkı yazan, klibinde ısa’yla sevişen? Yasaklanıp durulan. Küçük boyuna, kadın haline bakmadan sütyenini dışına giyip, sahneye fırlayan? Bukelamun gibi değişen? Posterlerini odamın her yerine asıyorum. Bu kadının, kadınlığın dışına taşması beni düşündürüyor. ılk kez, ruhu bu kadar kaslı bir kadın görüyorum. Bitmez bir kadın. şarkısını dinliyorum uzun uzun.
Üç. ılk gençlik yılları. Sitedeki arkadaşlarım. Onlar ne dinliyosa, ne okuyosa, nereye gidiyosa ben oraya. Haluk’un odasında oturuyoruz. Haluk diyor ki: birazdan sana bir şey dinleticem, aklıma seni getirdi. Yeni yazdığın şarkıları, belki böyle bir yoldan götürebilirsin. Bunları diyip, Tori Amos’tan, ‘Me and a Gun’ı çalıyor. Donakalıyorum. Sesi kafatasımın duvarlarına çarpıp, kalbime iniyor. O an, içimden kuşlar havalandı. O yöne bakınca, net olarak gördüm bir şeyleri. Evet, hayatımdaki lensin netleştiği anlardan biri. Ben de böyle mikrofona yapışıp sesimin kısığıyla söyliycem, ben de çok kişiselleşicem, ben de ben de ben de... şarkı yazıcam, şarkı söyliycem.
Yaşım onaltı. Kararım kesin.
(devamı haftaya...)
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2009
Kuzenim peri'yle geçen bir hafta, beni cüssemden usandırdı. Kesinlikle bu kadar büyük olmak istemiyorum. İnsanların benden akıllı uslu şeyler beklemesi, beni kendi gözümde sıkıcı yaptı, ben onun gibi iki yaşında olmak istiyorum. Masaların etrafında uzun uzun oturup, şarap içip hayattan, ilişkilerden, memleketin eee, de, den hallerinden konuşmak yerine, altına inip emekleme ihtiyacındayım. Bizim masadan başka masalara da gitmek, konuştuklarını dinlemek, o insanlara da sarılmak ve onlarla gülmek istiyorum. Bizim masayı zaten tanıyorum. Masadaki peçeteyi, kibarca dizlerime sermek değil, onunla sağa sola cee yapmak daha eğlenceli. Ellerimle gözlerimi kapatıp sizi görmediğimde, size görünmez olduğum bir dünyada, koltuklara oturmak değil basmak istiyorum.
Sabah gözümü açar açmaz, keşfedilecek koca bir dünya tek işim gücüm olmalı. Her yere çizebilir, dilediğim yerde şarkı söyleyebilir, sokaktaki herhangi bir bisiklete binebilirim. Dünya benim. Kaldırımlarda koşup koşup aniden durmam, garip kaçmaz. Kafelerde sıkılabilir, sevmediğim insanlara cevap vermeyebilir, beğenmediğim yiyeceği tükürebilirim. Kibar halim olmayınca, midem hiç ağrımaz.
Pinokyo'nun başına gelenleri 'Allah korusun' mümkün bulabilir, kafamı attırana kaka diyebilir, sayfalardaki çiçek resimlerini koklayabilirim. Az yerim, şimdiki gibi midemi doldurmam. Bir üzümle mesela, yarım saat geçirebilirim. Kabuğunu koklar, burnuma giriyor mu diye bakar, ağzımda ezer şarabını yaparım. Bir anda güler, bir anda ağlarım. Ağlamam hiç utandırmaz. Sokağın ortasında bağıra çağıra ağladım diye, kimse elime bir psikolog numarası tutuşturmaz.
Ağızdan çıkan komik sesler ve abartılı yüz ifadelerine her seferinde çok gülerim. İstemediğim zaman 'yapma' derim. İstemediğim şeyleri istermiş gibi yapmam. Her gün aynı saatte aynı şeyi yapar, dünyanın her yerine her istediğimde gidebileceğimi bilmeme rağmen, rutinimi pek bozmak istemem. Alternatif bir hayat olasılığı aklımdan geçmez.
Geceleri, gerçekten çok hafif olan mamamı yer, biraz babytv'nin, bütün kanallardan renkli dünyasına bakar, huzur içinde uyurum. Uykum hiç kaçmaz. Kafamı bişey kurcalayamaz. Sadece ben kurcalayabilirim.
En sevdiğim şey, annem, babam ve su olur. Ve bana sorarsanız, hayat budur.
Yazının Devamını Oku