15 Şubat 2010
Ciddi ciddi yaşıyorum. Özellikle son hafta, öyle bir ciddiyetle yaşadım ki, aklınız durur. ‘Bugün harikalar yaratıcam’ diye kalktım, birkaç sabah. Vallahi de kendi çapımda neler hallettim, geciktirip durduğum nelere başlangıç yaptım aklınız durur. Bence insan her hafta, hafta diyorum bakın vaktimiz yok aya falan, ona zarar birşeyi bırakmalı, ona fayda birşeye başlamalı, denemediği birşey denemeli, birine çok sevdiğini söylemeli sarılmalı, hergüne teşekkür etmeli, sahip olduğu herşeye şükretmeli, birisine susmalı, birşey yapmalı ve kesinlikle kahkahası duyulmalı.
Bu hafta, size kendimden örnek verebileceğim bir haftaydı bu anlamda. Sağlığım iyi mi diye doktorla kontrole başladık. Gitar, piyano ve bilgisayarda müzik programı öğrenme derslerine başladım. (Evet yakında tüm müziğimi ele geçiricem.) Nefes derslerine devam ettim. Mesela, sağ burundan ‘solar’, sol burundan ‘lunar’ enerji giriyormuş içeri. Sağ altın, sol gümüş; sağ güneş, sol ay gibi düşünün. Her sabah bakıyorum, sağ burnum açıksa çakı gibi kalkıyorum. Sol açıksa, daha düşük enerjim. Ya da ben deli olduğum için, her duyduğuma inanıyorum. Her duyduğuma inanmak gibi bir özelliğim var, nasıl geçer bilmiyorum. Neyse... Hmm nefes. Onu yazmıştım zaten geçen hafta. Sonra, bir şamandan ‘throat singing’ dersi aldım. Bütün Cuma günü boyunca. Sabah 10’dan akşam 6’ya kadar yemeden içmeden, tuhaf sesler çıkarıp, tuhaf hareketler yaptım. Beni öyle görmenizi istemem. Ama inanılmaz birşeydi. Kendimi ayı gibi, deve gibi, keçi gibi, keçe gibi, su gibi, rüzgar gibi, ateş gibi, ışık gibi sesler çıkarırken buldum. Toplam beş kişiydik. Ben, direk adamı maymun gibi taklit etmenin ve kendini tamamen unutmanın, o günü geçirmenin tek yolu olduğunu daha ilk dakikalarda anladım. En şaşırtıcısı, adam aynı anda iki ses ve melodi çıkartabiliyor. ınanılmaz birşeydi! Bence, bana yeni bir ses çıkarma şekli gösterdi. ‘Dişlerden ses çıkarın’ falan gibi şeyler söyledi. Hayvanlar bunu yaparmış. Tabi ki hemen inandım buna. (Beni biliyorsunuz artık.) Hmm başka, evet bir beste yaptım. Sadece soru soruyor ama. Bir ara nakaratta falan cevap verse iyi olur yani. Bizim gruptan kalbi kırılan birinin kalbini kazandım. Eskisinden de sağlam oldu dostluğumuz.
Yeni çıkacak Türkiye Vogue’un yüzleşme köşesinde, tam binbeşyuz kelime boyunca kendimle yüzleştim. Evlilik ve tek taş meselesi ve beni çelişkili bulanlara cevaben bir yazı.
Bunu gördüm: Doug Aitken. şunu duydum: Melody Gardot.
Sizi sevdim. Sizi seviyorum. Pazartesileri beni okuyorsunuz, ‘seviyorum sevmiyorum’ şarkısına karaoke yapıyorsunuz.
Teşekkür ederim. Gerçekten.
Merak edenlere throat singing dersi aldigim adamin linki: http://www.khoomei-shaman.com/seminar_e.html
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2010
Seninle fazla buluşamıyoruz. Haklısın, insan kafası zıp zıp, iki ileri bir geri zamanda hoplayıp duruyo. Bakar mısın, şu basit cümleyi yazarken bile, iki kere geçmişe, bi kere geleceğe gittim. Gittim de geldim mi sanki! Kimbilir aklım nerde... Arasam da bulamam. Halbuki amacım seninle olmak. Sadece seninle, burada. Her eşsiz şey gibi, o da nadir.
Geçen gün aklıma, sana ulaşmak için ‘nefes’ime binmek geldi. Hani şu bizi canlı tutan, fakat unutup gittiğimiz içsel rüzgar. ‘şu an’a beni bağlayan tek kablonun o olduğunu farkettim. ınsan nefesinin sesine, ritmine, azlığına çokluğuna dikkat etmiyor. Onu varsayıyor. Halbuki bizi varsayan o! ıçine çektiğin tüm duygular ordan giriyor, atık duyguları da o atıyor. Nefesin duygu taşıdığını yeni farkettim. Fransız bir nefes öğretmenim var, o ‘çek’ diyince, kuyudan su çeker gibi çekiyorum almak istediklerimi, o ‘ver’ diyince de, çöpleri kapıya koyuyorum. Vallahi bu trafik sırasında, sağa sola dikkatim kaymıyor. Sağ sol derken, geçmişten gelecekten bahsediyorum. (Onlar da, ‘şu an’lardan yapılıyor aslında.)
Nefesi çekerken, ‘let’ diyo fransız öğretmen, verirken de ‘go’! Bu çok hoşuma gitti. Yani alırken ‘bırak girsin’, verirken ‘bırak gitsin’. ınan kendi kendime etrafta dolaşırken bile, bunu fısıldamaya başladım. Nefes alış veriş ritmimin üzerine, leeet gooo, diye söz yazdım. Bu içsel rüzgarla, -evet onu böyle çağırıyorum artık- bu kadar haşır neşir olunca, ister istemez seninle buluşmuş oldum. Galiba, meditasyon falan gibi dinginliklere giden yol da buymuş. Dur bakalım. Herşey sırayla. Nefesime tutunup seninle buluştuğum anlar, masal kitabı gibiydi. Gözlerim kapalı, bedenimin içine girip, kalbimin oraya kıvrıldım ve ritmini dinledim. Uf! O nasıl atmak öyle! Gümbede güm güm! Hele o damarlarda akan kan şelalesi! Londra’da vücudundaki tüm sesleri duyabildiğin bir odadan bahsetmişlerdi. Tabut gibi daracık ve sünger kaplıymış, ama sesleri duyunca çok şaşırıyormuşsun, müzik gibiymiş. Hatta bundan müzik yapılırmış. Bir sonraki seyahatimde araştırıp, gidicem.
Fazla uzatmayayım, birşey daha düşündüm öyle tek burnumu tıkamış nefesler falan alırken, senin adın ‘hediye!’. Present*! Hiç daha önce bunu düşünmemiştim. Oturdum sana bir şiir yazdım:
Madem şu an hediye
Dünde yarında gezinip durmak
Ne diye?
Seni nefesiyle öpen, nil.
* İngilizcede ‘present’, hem şu an hem de hediye anlamına geliyor da ondan.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2010
Bir keresinde bir arkadaşım bana en çok kullandığım kelimenin, ‘doğru’ olduğunu söylemişti. Sanki önüme geleni onaylayıp, hak verirmişim gibi. O kelimeyi silkeleyip attım üzerimden. Çünkü tanıyan bilir, duyduğum çoğu şey, iki kulağım arasındaki tünelden, ip gibi geçer. Duman gibi dağılır. ıç sesi fazla açık bir insan olarak doğduğumdan, hayatımda en çok şikayeti de bundan işittim. “Madem dinlemiyceksin, neden soruyorsun?” Bunu bilen uyanıklar, sorularıma tebessümle cevap vermez. Çoktan cevabı bilen bir öğretmenin, onlara soru sorması gibi, yapay bulurlar arayışlarımı. Kanye West, bu konuda benden çok ileride. Kendi doğrusu elindeki tek feneri. Kitabından belli. Kitabın adından belli: “Thank you and you’re welcome”
Kanye, dünyada çok satan, herkesin haplar gibi yutup güçlenmek istediği küçük emircik kitaplarından bıkmış. Secret’mış, gücün 48 kuralıymış falan okumamış hiç. Oturmuş bir tane kendisi yazmış. Kendisi, error vermekten kaçınmayan yetenekli bir insan. Yani, en sevdiğim türden.
“Teşekkür ederim ve birşey değil”, herşeyle kurulan ilişkinin altın kuralı olmalı bence. Sadece ‘teşekkür ederim’, ‘ver gülüm’ olur. Karşı taraftan alırsın. Sadece ‘birşey değil’, ‘al gülüm’ olur. Karşı tarafa verirsin. Hep alamayacağın gibi, hep vermezsin de. ‘Al gülüm, ver gülüm’ bu yüzden güzeldir. En hesaplı gibi duran, en hesapsız ilişki budur. Böyle ilişki, çiçek gibi açar.
Böyle söylenince, ‘ayıp ya, yani herşey karşılıklı mı bu dünyada’ diye hışımla sağ kolumuzu havaya kaldırsak da; ruhani bir dinginlikle, ‘ama karşılık beklemeden verdikçe çoğalırsın’ diye mırıldansak da, hepimiz biliyoruz: denge gibisi yoktur. Kanlı canlıdır o.
Kanye, iş ve özel hayatından derlediği ‘kıssadan hisseler’de bunları söylememiş. Bunları ben söyledim. Ama o da şunları demiş:
Birini ‘kullanmak’ ya da ‘kullanılmak’, toplum tarafından hep negatif kabul edilir. Halbuki iyidir. Eğer seni kimse kullanmıyorsa, kullanışsızsın, faydasızsın demektir.
Mesela şunu çok beğendim:
Hayatın %5’i başına gelenler, %95’i DE BUNLARA VERDİĞİN TEPKİLERDİR!
Kim, değildir diyebilir.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2010
Mısır’da, Nil üzerinde bir gemideydim. Gemi seyirdeydi. Uyandım... Balkon kapısını açtım. Önce güneş vurdu yüzüme. Sonra, sular kulağıma ‘bak bu Nil’ dedi, ‘adını aldığın nehir’. Saçlarım rüzgarla kolkola girdi. Birkaç adım attım onlarla ve baktım etrafa. Sol kıyıda Mısır’ın Afrikası. Vahşi doğası, muz ve palmiye ağaçları. Sağdaysa, Arap yanı. Sarı evleri, nehirde çamaşır yıkayan kadınları, toprağı. Gözlerime yaşlar doldu. Oturdum. Kafamı sağa yukarı çevirince, hayatta en sevdiğim insanlardan birkaçını gördüm. Onlar da erken kalkmış, onlar da büyülenmiş, bakakalmış. Fotoğraf çekti birkaçı. Tek laf etmedik. Duyguların lafını kesmemeli.
Sonra giyinip, yukarı çıktım. Sanki gökyüzünün altında, bir cennete düştüm. Böyle yer var mıdır? şöyle düşünün. Sanki elli kişilik bir piknik. Küçük tenteler, altlarında minderler, minderlerin üstünde birbiriyle anlaşan, gülüşen insanlar. Beyaz, bembeyaz bir elbise giyiyordum ama gelinlik değildi. Küçük bir kız çocuğu, koşarak kollarıma atladı. Adı ‘peri’ymiş. Kucağıma aldım onu. Etrafıma baktım. Bu gerçek olabilir mi? Ailem ve hayatta en sevdiğim herkes, şu an bu gemide. Sanki Nuh’un gemisi. Ağlamıycam ama. Kahvaltı edicem, sohbetlere dalıcam.
Sonra, başka bir görüntüye atladı rüyam. Hepimiz gemideki merdivenlere dizilmişiz, aramızdaki yerlilerin teflerine uyup, dans ediyoruz. Onlar ne yapıyorsa aynısını yapıyoruz. Sanki bir trans anı. O an, dünyadaki bütün ritüellere inanıyorum. Bütün ateş danslarını, bütün ritimleri, bütün yaşatılan döngüleri selamlıyorum.
Sonra bir uçak, beni bütün bunlardan koparıp, Kahire’ye götürüyor. Oysa ne kadar alışmışım, üç gündür Nil’de akıp gitmeye. Belki de geçmiş bir hayatımı, gezip görmeye.
Kahire’de, ‘evet’ diyorum bir soruya. Sonra ağlıyorum yine. Sanki, zaten elimi hiç bırakmamış bir sevgiliyi, hırkamın içine sokmuşum gibi... Gemideki herkes orda değil o an. Ama ordalar. Nasıl oldu bilmiyorum, galiba biraz sarhoşum da, çünkü dönerken ‘boşverin piramitleri gemimize dönelim’ diyorum.
‘Nile Adventurer’ gemimizin adı. Sanki bana, ‘bu yeni maceraya hoşgeldin’ gibi bir şakası var. Gülesim var. Herkese, yıldızlara, hayata, kainata, bir düzene oturmuş, bağdaş kurmuş herşeye gülesim var. Seviyorum hepsini çok. Annem, babam, kardeşim, gökteki Orion’un üç yıldızı gibi dizilmişler, şahit oluyorlar rüyama. Gözleri dolu, dillerinde bir şarkı, ayaklarında bir dans, teslim ediyorlar beni. Tam zamanında.
Bütün bunlar arasında bir ara, Lucsor’da ya da Aswan’da bir gece, bir böcek heykelinin etrafında birkaç kişi on kere, güle oynaya döndük mü? Hanginiz dedi, ‘burda on tur dönerseniz dileğiniz gerçek olur’ diye? Rüyamda buna inanmışım.
Dileğimi tahmin edebiliyorsunuz. Rüyalar hep gerçek biliyorsunuz.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2010
Hayat, en azından benim için, belki de yıldızlar beni terazi ördüğü için, kararsızlıklarla dolu.
Kafamı birgün taşısanız ne demek istediğimi anlardınız. Bir arı kovanıyla gezer gibi olur, kendinizi bir göle atmak isterdiniz. ‘Aaa, işte bu beynimin içi’ diye heyecanlandığım bir fotoğrafta, binlerce yol üstüste altalta birbirine değmeden trafik yürütüyodu.
Yine de alıp asmadım onu gözümün önüne, çünkü aslında kafamda ciddi bir şehir planlamasına ihtiyaç var. Bunun beni yorduğu doğru, ama bir tür kaos enerjisi de çıkıyor burdan.
Hal bu olunca, ‘o mu bu mu?’yla ‘bu mu o mu’ kardeşler, beni sık sık meşgul ederler. Özellikle de ben tam uyuyacakken, sesleriyle görüntüleriyle musallat olur, uyuyunca da çeşit çeşit kılıklara bürünür rüyalarda hortlarlar. Geçenlerde bir sabah, uykumda bir şey hallolmuş olacak, pek bir hafif uyandım. Aaa, pek de umrumda değil açıkçası bu muymuş o muymuş. Neyse neymiş. ‘Bu kadar da mühim değil’ gibisinden bir merhem sürülmüş tüm ruhuma. Aromaterapi masajı yaptırmış sanki ruh. Ağır balonundan yük atmış.
Böyle durumlarda, aydınlığa doğru bebek adımı atmış olur insan. Belli ki, birşey öğrenmiş. Yakında dillenir. ınsanın çoğu öğrendiği bebekler gibi, bazen iki yıl sonra onunla konuşur. (şarkılarda çok başıma geliyo. Bir laf edip, yahu ben bu lafı nası ettim... ‘Ey allahım büyüksün, ağzıma beni aşan laflar koyarsın, beni tercüman yaparsın’ diyorum böyle anlarda kendimi pek önemseyerek.)
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2010
Bir sürü yükün var, görür gibiyim. En ağır kumaştan pardösü giymiş, yağmurlarda yürür gibisin.
Ceplerin dolu. Hep tarihi geçmiş faturalarla. ‘Gel, otur soluklan’ demek geliyor içimden sana, ama senin bir de acelen var. Sanki kaburgaların parmaklık, kalbinse volta atıyo içeride. Neyse ki bu halini bırakmaya ikna olmuşsun, gününü bekliyorsun. Halbuki beklenen günler ‘godot’. Gelmezler. Biz onlara gideriz. Bunu sana, daha önce de söylemiştim.
Sigarayı bırakmak, daha sağlıklı yemekler yemek, sevdiğin bir iş yapmak, aşık olmak, ince olmak istiyorsun herkes gibi. Erteleme. Erteleme. Erteleme. Oyun hayat, valla oyun. Ciddiye alınacak bir tarafına rastlamadım henüz. Geçenlerde biri beni üzmeye kalktı, bir çevirdim kamerayı onu görmeyen yerlere, sıkılıp gitti dikkatimi alamayınca. Bu yöntemlerin en güzelidir. Bunu daha önce konuşmuştuk.
Diyorsun ki, ‘ülkede her gün kötü bir haber var’. Benzetmen güzeldi. Demiştin ki: bu ülke, sanki huzursuz bir ev. Her odasında ayrı kavga, anne babayla kavga, komşuda kavga, mahalle desen ayrı. Haklısın ama, herkes kendi vicdanının önünü süpürürse o da hallolucak. Tolerans selamı vermeyi bilirsen, çoğaltırsın kendinden. Demiştim ben de.
Twitter’ı sevmiyorsun. Ama seni eğlendirmek için bir şey anlatıcam. Bu hafta, oyun#4 diye bir şey başlattım. ‘ve ıspanağıma hak verdi’yle biten, küçücük bir hikaye yazmalarını istedim beni takip edenlerden. Kim bununla uğraşır diyorsun di mi, öyle değil işte. ınsanlar hayatlarının büyük bölümünü sıkılarak geçirirler. Onlara yumak verirsen kedi olurlar. Bir cevaplar geldi inanamazsın. Misal bu f.b.’den:
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2010
Yılbaşı gününe geri gidelim.
Saat de, akşamüstü civarları beş olsun. Evde deliler gibi dolanıyorum. ıki derdim var: Bir, bu gece giyecek bir şey bulamıyorum. İki: Kurada aramızdan birine gidecek hediye hazırlayacaktık ellerimizle ve ben hazırlamadım. Ben niye böyleyim? Kadınlar niye giyeceğe bu kadar anlam yükledi? Ben niye tembelce bekleyip, son anda can havliyle bir şeylere saldıranım? Kıyafeti boş verdim. Hediye önemli. Ben ne yapsam... Derken... Küçük bir çuval fındık gördüm odada. Ordu’dan hediye gelmişti. Aldım onu. Bir şeyin gövdesine benziyordu.
O gövdesiyse şayet, kol ve bacak lazımdı. Bacakları hemen şöminenin orda duruyordu. ıki çıra. Yapıştırdım. Oldu. Kolları atladım, kafa bulmam lazım, yuvarlak bişey derken, ‘niye yuvarlak olsun canım, kare, dikdörtgen kafa da olur’ diye düşününce, bir müzik aleti kutusu gördüm. (Başka sorular, başka cevaplar gösteriyor doğru.) ıçini açtım, aleti çıkardım, kutuyu kafa yaptım, aleti koruma süngerleri de kolları oldu. Öyle hızlı gelişti ki her şey, boş kafalı olmasın diye, karton kutunun içine ‘cesaret kitabı’ diye bir kitap koyarken, artık bunu yıllardır yapıyormuş gibi hissettim.
Konserde taktığım gökkuşağı gözlüklerini kırdım. Gözler oldu. Gözlüğün sapını da ağız yaptım, gülen. Yıllardır arabadan masaya, masadan kütüphaneye savrulup duran ve nereden kimin getirdiğini bilmediğim ‘groovy stamp set’ini de eline verdim. Rengarenk eğlenceli damgalardan oluşan küçük bir set işte. Fena mı, iş güç sahibi oldu. şöyle bir karşıma koydum. Kendimi pinokyosunu bitirmiş Giuseppe gibi hissettim. Kucağıma aldım, havaya kaldırdım, sarıldım. Sonra duvara dayayıp, kendi ayakları üzerinde durabiliyor mu diye baktım. Duruyordu, yüzüne güzel bir güneş bile vuruyordu. Gövdesindeki içi fındık dolu çuvalda, ‘ordu fındık diyarından’ gibi bir şey yazıyordu. Adını da ordan aldım koydum: Diyar.
Diyar’a sahip olucak kişiye onunla ilgili bazı bilgiler vermem gerekiyordu. Oturup bir de, Diyar’ı sevme kılavuzu diye bir şey yazdım. Aynen şöyle:
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2009
Dilekler olur yeter ki dillensin:
Gözlerim, görmediğim yerlerle karşılaşsın. Kamaşsın. Güzel anların fotoğrafları biriksin. Unutulmaz olsun. Gözüm gözlerle buluşsun. Gezsin, görsün, öğrensin.
Kaydettikleri kaybettikleri olmasın.
Ellerim dokunsun, okşasın, tutsun. Bırakmasın, üşümesin, yumruk olmasın. Baş parmağıyla güzel hedefler göstersin ki, koşup gideyim. Bir değil, iki değil, altı değil, ‘on!’ yapsın. Yeni limanlara sallansın. Kederi, endişeyi, kötü gözü baybaylasın.
Aklım karışsın. Bildiklerim şaşsın. Öğrensin, merakı bitmesin. Bazı şeyler olsun ki almasın. Gizemi de kalsın bir şeylerin. Aklım açık olsun. Başka akıllarla buluşsun, artsın. Her şey akıldan ibaret olmasın.
Yazının Devamını Oku