PaylaÅŸ
Savaşlara ve barışlara yollayan... Saçların güzel merak etme diyen... Geceleri sorularla uyutup, sabahları cevaplarla uyandıran. Seviyorum onu. Onsuz bir iç diyaloğum, bir iç annem olmazdı. Hiç olurdum. Matruşka olamazdım onsuz. Ne kadar renkli de olsam, içi boş bir tahta kadar süs olurdum.
Nereye gitsem benimle gelen, o susuk ses kimin? Demin yolda yürürken, bana su içen kuşu gösterdi, sonra inciler takmış o yaşlı kadını, sonra o bankta uyuya kalmak üzere kafasının ağırlığını hafifçe omzuna düşüren kızı... Aslında çoğu şeyi bana o gösterdi diyebilirim. İçimde kocaman resmini çizip, gözüme soktu bazen bazı şeyleri. Sırf anlayabileyim diye... O da benimle sınırlı naapsın? O benim ta kendim değilse tabi.
O fısıltı benim gerçek sesim aslında. Size duyurduğum sesime pek benzemediğini söyleyebilirim. Daha yumuşak, daha şakacı bir ses. Ses demek bile sesini fazla açmak olurdu, bir sesin sureti gibi daha ziyade. Başka yerlerden gelen bir haber gibi... Bilemem, belki de hayatın göbeğiyle kırmızı hattı olan biri. İyi biri. Benden iyi. Beni iyi yapıyor, bana iyi geliyor, iyilikler yaptırıyor bana. Öfkelendiğimde onun sesini duymamak için çok bağırmam gerek. Belki de herkesin öfkelenince bağırması bundandır. ‘Saçmalıyorsun’ der çünkü öyle zamanlarda. ‘Nefes al ver’ der.
Belki de o ses, benim ruhumdur. Belki de ruh, o. Beyinden gelse hissederdim, ses yukardan gelmiyor eminim. Karın taraflarından geliyor bu ses. Ve içimde ışıklı bir tüye binip, seyahat ediyor. Her yerimi bilir. Derin nefeslerle büyüyen ciğerlerimi, korkularla şimşeklenen beynimin arka sokaklarını, isteyince çıtlattığım ayak baş parmağımın gürültüsünü. Benim hakkımda en çok bilgiye, o sahip.
Kim o fısıltı, benim hiç tanışmadığım bir sürü insanı tanıyıp, selam veren? Nereden tanıdığını hiç bilmiyorum ama gariptir, o insanları ben de tanımış gibiyim önceden. Yani o ve ben aynı şey değilsek tabi... Bir keresinde bunu sormuştum ve cevap olarak, bazı insanlarla göz göze gelmemizin tesadüf olmadığını söylemişti.
Ne derse hakkı var. Ki bunu dememe çok kızar. Bu kelimeden hiç haz etmiyor. Savaşlar bundan çıkarmış. Ama gerçekten, içime taşınmış bir aile gibi o fısıltı. Fısır, fısır ve fısır. Çoluk çocuk içimde yaşıyorlar, çamaşır asıyorlar sanki saçlarıma. Sanki ellerim, sanki gözlerim onların balkonu... Öyle ısıtıyorlar işte beni.
Mesela ben, önüne bakarak yürüyenlerden oldum her zaman. Sanki kaldırımlarda yazan bir hikaye, beni peşinden sürüklüyor. Altını çiziyorum bazı cümlelerin, kalın kalemlerle... Öyle zamanlarda, tatlı bir sevgili gibi yüzümü çenemin altından hafifçe tutup, gülerek yukarı kaldıran hep o. Onun sayesinde gördüm ben, gökyüzünde yazılı olanı...
Bence o fısıltı gibi şey, doğuştan. Melekten bir dost, bir tür yol gösterici belki. Çünkü hiçbir insan, bu dünyaya iç pusulasız gelmedi. Herkes bildi kuzeyi neresi, nerede ekvator? Nereler soğuk buz gibi kutup, nerelerde siesta? Bu fısıltı olmasa, bu seyahatler de olmazdı aslında. Düşünsenize, hepimize ‘hadi kalk git’ diyen o değil miydi?
Bazı sabahlar, diğerlerinden daha güzel değil mi? Mesela bu sabah...
İçimde sekiyor, oyunlar oynuyor, gıdıklıyor beni... Dur yapma diyorum.
Ä°ÅŸte böyle yazılar yazdırıyor bana...Â
PaylaÅŸ