25 Temmuz 2011
Adını ilk duyduğum gün, onu gördüğüm gündü. 14 Kasım 2006. Koşar adımlarla Londra’da Camden Town’daki Koko’ya yürüyorduk.
“Adı ne demiştin?” “Amy Winehouse. Seversin sen, ailenle tanışmak istemiyorum filan gibi sözler yazıyor.” “Ama bilet bulamayabiliriz, dur bakalım kapıda şansımızı deniycez.”
Ve girmiştik içeri ve gitmiştik en öne ve beklemiştim kim diye. İlk yorumum saçmasapandı. İlk yorumlarım hep saçmasapan olmuştur ve herkesinki gibi benzetmelerle doludur.
“Friends’deki Chandler’ın eski sevgilisini hatırlattı” demiştim. Konserin sonundaysa büyülenmiştim.
Ne şanslıydım ki, çok yakında kozasından çıkıp devleşecek, adını ve şarkılarını tüm dünyaya ezberletecek bu küçük kadına herkesten biraz önce şahit olmuştum. Vay be, ne sesti. Vay be o ne sözlerdi hakikaten ve o ne tipti Allahaşkına! Koskoca bir saç, gözlerde eyeliner.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2011
Hayatın sonunda durup geri sarmak olsaydı, bence severek yapmadığımız her şeyi silmek isterdik. Severek yaptığımız hatalara da, sahte bir “hay Allah” derdik, bin kere olsa yüz bin kere düşeceğimizi bilerek. Sevmediğimiz şeylere uzun uzun baktığımız, odaklandığımız anları zamanın kaybı görür, oradaki zamanları geri almaya çalışırdık.
Evet insan, sadece sevdiği şeyleri ve kimseleri göreceği bir lüks aleminde yaşamıyor.
Hatta yaptığı çoğu şeyi, sevmediği şeyler olmasın, sevmediği insan haline gelmesin ve sevmediklerinden uzakta güçlü durabilsin diye yapıyor ama bence bu hayatı bir ‘kaçınma yolculuğu’ haline getiriyor.
Her türlü vasıtaya binerek, kahramanın var gücüyle birilerinden kaçtığı filmler gibi.
‘Kavuşma yolculuğu’, ‘varma yolculuğu’ olmalı hayat. Kahramanın bir amacı olmalı, sevdiği yere sevdiği yollardan giden biri olmalı. En azından ben filmim böyle olsun isterim.
Jem’in bir şarkısı var, “Just a Ride” diye. Şarkıda diyor ki, sakin olun bu bir gezi. İnecek de çıkacak da, tırmanıp çakılacak da, manzara bazen güzel olacak ama her zaman da güzel olmayacak.
İşte, bu bakış açısıyla binince trene, sevmediğin bölümler hızlıcacık geçiveriyor. Zaman insanın beyninde. Bazen çok kısa bir süre çok uzun. Mesela suyun altında nefesimizi tuttuğumuzda. Bazense çok uzun bir zaman çok kısa. Aşık olup, aşığının yanında durunca zamanın doyamadan bitmesi gibi.
Madem beynimizde zamanı eğip bükebiliyoruz, niye onu sevmediğimiz şeylerde sabra dönüştürmeyelim?
İnsanın en büyük düşmanı kendi içinde yaşayan bir kiracı gibi sorun çıkarmayı bekliyor. En ufak açıkları gözlemleyip, acımasızca karşısına dikiliyor. Gördün mü diyor, sana o kadar da iyi olmadığını, güzel olmadığını, genç olmadığını, başarılı olmadığını, istenilen olmadığını, olmadığını olmadığını olmadığını, söylemiştim. Al sana ispatı! Ve önümüze fırlatıveriyor topladıklarını.
Sürekli Shakespeare oyunları oynuyor içimizdeki bin yıllık amfi tiyatrolarda. En trajik aile hikayeleri, en dramatik aşklar, en beklenmedik hançerler vuruluyor bize orada. Bağırışlar yükseliyor, kahkahalar ve hıçkırıklar yükseliyor. Bazen bu oyunların suretini rüyamızda görürüz.
İnsan kendi içindeki kavgalara kulak kesilse, korkudan küçük dilini yutar! İçimizde bunları sahneleyip duran düşman, işte o sevmediklerimizin çöplüğünden besleniyor. Ne zaman kafamızı onlara çevirsek, o oburu besliyoruz. Peki, manyak mıyız bunu niye yapıyoruz diye soracaksınız.
‘Sadece bir insan’ olmasaydım cevabı bulabilirdim ama biz o konuya geçmeden okul bitiyor :) Ama bana öyle geliyor ki, hayata severek tutunmak zor zanaat. Kolay olan, karanlık taraf.
Büyük mıknatıs orada. Kendini bir kara delik haline getirmek, var olmanın ağırlığını yok olmakla takas ediyor. Bir şey ‘yok’ demek, bir şey ‘var’ demekten daha kolay.
Var etmek, yok etmekten daha zor.
Tıpkı bir şey yapmanın hiçbir şey yapmamaktan daha zor olduğu gibi.
Bu yazı kendini var ederek, yolculuğa varmak için çıkanlara. Onlar biliyor sevginin neden şart olduğunu.
Anladınız siz onu.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2011
İnsanları da suçlayamıyorum. Hayat, lunaparktaki hızlı trenler gibi ordan oraya savururken, yüzlerce kat zırh giymemek zor
Küçükten itibaren, şeker veren kötü amcalardan tut da, tabağındaki yemeği bitirmezsen başına geleceklere dair masallarla büyüyorsun. Dışarısı kaka. İçerisi temiz. Dışarısı kötülüğünü isteyecek, içerisi iyiliğine çalışacak. Dışarıda ne nedir belli değil, içerisi neyse o.
Doğal olarak, dışarıya içeriyi belli etmeme üzerine bir kişilik inşaatı başlıyor.Çıkıyoruz kat kat çirkin gökdelenleri. Aslında ruhumuzun elbisesine hiç uymayan vatkaları takıp, kendimize volüm katmamız bundan.
Dışarıdan zengin durmak, dışarıya mümkün olduğunca benzemek. Bunlar bizi yara almaktan kurtaracak sanıyoruz. Halbuki, göz denilen şey içeriden bakıyor. Ve gözler birbirine baktığında, karşılıklı ışığı yanan iki pencere gibi birbirlerini görüyorlar. Ben senin gökdelenindeki tek göz odanı görüyorum, sen de benimkinin derme çatmalığını görüyorsun. Birbirimizi anlıyoruz ama. Korktuğumuzu biliyoruz. Zarar görmekten ödümüz patlıyor.
Oldum olası, mahremimin mahzenindeki şaraplarla sarhoş yaşadım ben de. Gözlerime yakından bakan bilir, öyle şatafatlı biri değilim.Kendi halimde, hafif ürkek bir tavşan olduğum filan söylenirse şaşırmam.
Şarkılarımda bir cesaret, bir meydan okuma, bir rap rap yürüyüş varsa, o şarkıları aslında kendime söylememden. Allah biliyor, kendime söylemediğim hiçbir şeyi size söylemedim. En azından o açıdan içim rahat.
Pencereden gelen müzik, benim odanın müziği... Müzik hariç, parantezler içinde bir tip olmam, benim tersim olan insanlara hayranlık duymamı sağlıyor. Nasılsa öyle olanlar, kendilerini büyük harfle yazmayanlar, zeki bir alçakgönüllülükle içten bir gülüşü birleştirenler! Sizler benim kahramanımsınız. Mağaranızdan çıkmış, güneşin altında durmuşsunuz. Siz hiç tek başınaların başına gelenleri duymamışsınız, ne şans!
Bir şeyi süslediğimizde, onun süs olduğu görünüyor. Bir şeyin üzerini örttüğümüzde, halının altına itilmiş bir terlik kadar belli oluyor o da. İnsanlar ne naif yaratıklar! Saklamanın, büyütmenin, abartmanın mümkün olduğunu düşünüyorlar. Halbuki namümkün bu. İnsan karşısındakini bir bakışta muz gibi soyabilir. Bilim bile bunu ispatladı.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2011
Venedik bienalinde, Amerikan pavyonunda, kocaman kilise orguna yerleştirilmiş atm makinesi vardı. Biri para çektiğinde yüksek sesle çalmaya başlıyor.
Halbuki, çekmediğinde çalsaydı ve çekerken sussaydı daha doğru olurdu. Bebeğe verilen emzik gibi. Al tamam tamam para çekiyorum işte, sus! Böyle sanmıştım ve kafamda, çağdaş sanat olmasına rağmen bir yere oturmuştu. Para çekmediğinde ağlayan bir atm, Amerika’yı daha iyi anlatıyor bence.
Amerika’yı değil sadece, hepimizi bence. Hepimiz bütçemiz dahilinde tükettikçe mutlu olan canavarlar olmaya başladık. Bir bikini ama bir tane daha, bir krem daha ve tabi ki ayakkabı, onu da alayım. Nasılsa sonsuza kadar yaşayıp tüketebileceğim. Bu doyumsuzluk hissi, bu tuhaf mide gurultusu nerden geliyor? Niye tüketmezsem olmuyor?
Henüz kimsenin görmediği esrarengiz sokak sanatçısı Bansky’nin belgesel DVD’sinin adı “Exit Through the Gift Shop”dı (Çıkış Hediye Dükkanından). Duygularımızı, düşüncelerimizi doldurmak için gittiğimiz müzelerde yazan bir cümle bu. Dışarı çıkmak için dükkandan geçmen gerekiyor. Ve ordan sağ çıkamıyorsun tabi, ellerini de dolduruyorsun. Olsun, karıncalar gibi taşıyoruz evimize, otelimize. Yemekleri, plastikleri, kumaşları, derileri, kağıtları. Taşı taşı taşıyor evin sonunda. Sürekli yiyen ve midesi artık gayya kuyusuna dönmüş koca bir çizgi film kahramanı gibiyiz. Para harcarken susuyor çığlığımız. Peki ne ki derdimiz? Harcamadan dolmuyor mu vaktimiz?
Harcamazsan yoksun diyor bize yeni dünya. Halbuki varız. Durduğumuz yerle, yürüdüğümüz, kokladığımız, konuştuğumuz, sevdiğimiz şeylerle değil mi asıl alışverişimiz? Almaların ve vermelerin en güzeli, paranın geçmediği şeylerle değil mi? Ne yaparsak hepsi onlar için değil mi? Daha çok sevileyim, daha çok isteneyim, daha çok olayım. Öyle olunmuyor işte daha çok. Daha az olmanın yolu o. Hediye dükkanından çıkış yok zira.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2011
Babamın adı Suavi. Ankara doğumlu. Besteci ve şarkıcı. Kader cilveli ya, kendisiyle aynı dönem şarkı söyleyen başka bir Suavi daha var. Binlerce kez babamı anlatırken, “O uzun sakallı Suavi değil, Müzikomani’yi söyleyen Suavi” deyişim bundan. O ise kendisini yıllar önce yazdığı bir şarkıda şöyle tanımlar:
önce valinin oğlu
sonra Selami’nin kardeşi
şimdi de Nil’in babası
ne zaman kendin olucan be eşek sıpası!
Kendisiyle böyle dalgayı geçen ve bence dahice şarkılar yazan biri, bunca yıl nasıl saklı kalır peki? Çok basit. Şarkılarını kaydedip size dinletmeyerek. Sadece evde kendi kendine çalarak. Bazen “Bu mümkün mü?” diye düşünüyorum... Yani güzel bir şarkı yazdığımı ve bunu sadece kendime, eşime dostuma çaldığımı hayal ediyorum. Sanatçılık belki de bu.
Yani kimse dinlemeyecekse de yazmaya, bestelemeye, söylemeye devam etmek. Sırf şarkı söylemeyi sevdiğin için. Gitar çalmayı çok sevdiğin için. Alkış kopsun diye değil, çok sevdiğin için. Anlatmadan, taşmadan duramadığından.
Biz üç kişi yıllarca dinledik bu harika şarkıları. Annem, kardeşim ve ben. “A”, derdik içimizden bazı sabahlar, “bugün yeni bir şarkı yazıyor”:
dünya önüme serilse, üstünden atlıyorum
yardım et Allah’ım, sıkıldım patlıyorum...
Başka bir sabah:
bakkal Müslüm yavaş yavaş
süpermarketlerle savaş
Bambaşka bir sabah:
kobra!
sana diyorum bak dobra dobra kobra!
verdik diye bir iki lokma
sakın bir gün beni sokma
bu kadar riyakar olma kobra!
Ya da bir öğleden sonra:
geri dönün iyi insanlar
biliyorum hep yalnızdınız
kötüleri kovduk dünyadan
dönün artık siz kazandınız.
Bu son şarkı ilk albümünden. Her dinlediğimde gözlerim dolar. Ha söylemeyi unuttum, iki albümü var yıllar önce çıkardığı.
Ama ben onları saymıyorum, onlar onun şarkılarının binde biri bile değil. Hem onun şarkılarındaki derin duygu, zeka ve mizah kamaşmasını tam yakalayamamışlar. Babamın şarkılarındaki aroma, oniki telli gitarında çaldığında çıkar.
Bazen içinde biraz kibrit çöpü olan bir kibrit kutusunu gitarına vurarak, başka ritimler de yapar...
Gözlerini kapatıp, başını gitarına yaslar, başka alemlere dalar. İçlidir benim babam. İçli değildir her insan.
Diyeceksiniz ki, “Amma da övdün babanı, herkesin babası kendisinin bir tanesi”.
Evet öyle de, ben dünü bahane edeyim, o da şarkılarını kaydetmeye heves etsin istedim.
Babalar Günü’nü kutlar, ellerinden öper ve hadi artık kaydet şunları derim canım babacığım.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2011
Çok basit, herkesin yapabileceği bir şey yaptım. Başımı 45 derece yukarı kaldırdım. Hayatın orada bu kadar farklı olabileceği hiç aklıma gelmemişti.
Nedense yürürken hep yere, bir şey yaparken önüme, gerektiğinde sağa sola bakan gözlerim 45 derece yukarısını pek görmemiş.
Bunun olduğu anı çok net hatırlıyorum. Bahçede oturuyordum. Çay içiyordum ya da bir şey.
Sonra, neden bilmem başımı hafif yukarı kaldırdım.
Yıllar içinde gözlerimin önünde çaktırmadan büyüyüp, yanındaki duvarı aşan ağacı gördüm. Ama gövdesini değil, dallarını, yapraklarını, boyunu posunu gördüm.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2011
Üniversitedeyken, ‘Disappointed Optimist’ diye bir grubu vardı okulun. İsimleri çok cool’du, müziklerini hatırlamıyorum. Bir rock grubu için mükemmel bir isim olduğunu düşündüm hep bunun: Hayal kırıklığına uğramış iyimser! Bu hafta Time dergisini aldığımda da yine bu isim aklıma geldi, çünkü insanların aslında iflah olmaz derecede iyimser olduğunu anlatıyordu. Hayal kırıklığına uğrasak da, bardağı hep dolu görüyoruz.Bize sorarsanız ömrümüz hep uzun, çocuklarımız hep parlak, paramız ileride şimdikinden çok. Hayat bize kötü sürprizler hazırladığında bile biz, dağılan parçalarını toplayıp, yine bardağı yarıya kadar dolduruyoruz. Ayakta kalmanın, evrimin bize gerekli kıldığı bu illüzyon duygunun adı: Akıl dışı iyimserlik!
“Önündeki 1,5-2 yılı nasıl görüyorsun?” denildiğinde, herkes şu anından daha güzel bir dünya resmediyor. Hollywood senaryo yazarlarının elinden çıkmış gibi hikayeler, detaylar anlatıyorlar. İleride Alice hep harikalar diyarında yani.
Kimse başına kötü bir şeyin geleceğine ihtimal vermiyor. Hatta hazır olun: Hafıza bile geleceğe çalışıyor. Geçmiş, düğmesine basılınca olduğu gibi kendini çalmıyor. Beyin, geçmiş anıları, geleceğe göre modifiye ediyor sürekli. Olmayan detaylar, kaybolan şeyler, eklenen şeyler. Evet, eğer gelecekteki iyimserliğe hizmet edecekse, raporda oynama yapıyor beyin. Hafızamız, bilgisayarımızınki gibi değil yani. Vay anasını!
“Eğer öleceğimizin gerçekten farkında olsaydık, bu insan ırkının sonu olurdu” diyor, biyolog Ajit Varki. İnsanın çok önemli meziyetlerinden biri, zamanda zihinsel yolculuk. Hani aklımız bir geçmişte bir gelecekte hop hop geziniyor, hayaller kuruyor ya, işte o. Zamanda yolculuk yapabiliyoruz yani zihnimizle. Evet ama sonuna gelmiyoruz hikayenin ya da şöyle söylemeli; hikayenin sonunu bildiğimiz halde şen şakrak yaşıyorsak, bunun sebebi biricik ‘akıl dışı iyimserliğimiz’.
Şu vücudumuzun tepesinde bir kaskın içinde taşıdığımız beynimiz var ya, bize daha neler neler yapıyor. Amigdala’sıyla, Hipokampus’uyla, Thalamus’uyla bir punduna getirip yaşadığımız hayatın en ideal, geleceğimizin parlak, seçimlerimizin en doğru olduğuna ikna ediyor bizi.
Beklentileri iyi tutarak, kendini iyiye koşullamak secret’a falan kalmadı artık. İnsanın iyi düşününce, iyi davrandığı ve olayların bu davranışlarla iyiye doğru gittiği ortada. Yapılan bir deneyde ‘aptal’ kelimesini çok duyan biri, sınavda yaptığı yanlışları kendine yakıştırıyor; akıllı olduğunu duyan biriyse yakıştırmıyor. Yakıştırmadığı için, uyarıyor beyni onu, “Hop sen böyle yapmazdın, dikkat et!”.
İyi ki bacağım kırıldı, vicdan azapsız televizyon seyrediyorum. İyi ki kar fırtınası çıktı da uçak yarına ertelendi, şimdi daha çok kayak yaparım. İyi ki kırmızısını aldık, mavisinin tonu iyi değildi...
Diye diye olanları ve seçimlerimizi süsleyip duruyoruz. Süslemeyince ve güneş almayınca hayat çekilmez oluyor.
İyi ki beynimiz böyle değil mi ama?
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2011
Londra’dayım birkaç gündür. Burada her yere dikkatle bakıyorum onu fark ettim. İstanbul’daki uyuşukluğum kalkıyor üzerimden. Belki de hafif soğuk beni böyle yapıyor, belki yağmur. Bu yüzden taksiye bindiğimde uzun uzun okudum koltuğun arkasında yazan reklamları... ‘Ben başkaları sayesinde ben oldum’ diye biten bir paragraftan oluşuyor, başka bir şey yok. Marka yok, logo yok. Bir şey satmıyor yani, her yere baktım. Bu fikri, bu cümleyi yayıyorlar. Ne güzel. Her taksiye binen üç kişiden biri okusa, birkaç kişiye anlatsa, İngiltere Krallığı’nın içi ısınır.
Kim ne kadar büyük ve şaşaalı olursa olsun, kendini başkalarına paylaştırmayı bilmeli. En ufak şeylerin büyük etkilerini teslim edebilmeli. Biri bize bir şey dedi, biri omuz verdi, biri hep sevdi, biri öyle yaptı, biri böyle ve sen sen oldun bu sayede. Birden yüzümü güldüren, pencereden dışarı uzaklara dalıp ‘beni ben yapanları’ düşünmeme sebep yazılar şöyleydi:
Bana ilk çikolatamı tattıran, annemin kekiyim,
Bir şeyi satabilmenin mutluluğundan bahseden, babamın iş hikayeleriyim,
Kabaran ilk suflem ve bana ‘evet’ diyen ilk alıcıyım,
Beni cesaretlendiren karım Annie ve vazgeçmeyen müşterilerimim,
Bir tart, bir bownie, bir cheesecake ve Gü adında bir pudingim,
Ben James Averdieck, Gü Çikolataları’nın sahibi,
Ben başkaları sayesinde ben oldum.
* * *
Ben annem Una’yım.
Ve kardeşlerim Heather ve Hannah.
Bana ilk bisikletimi hediye eden dedemim,
Bir gün bisikletimin stabilizörlerini çıkaran komşumum,
Yolculuğum için para toplayan, Dundee Lisesi’ndeki çocuklarım,
Louisiana’da beni bisikletimden indiren o kadın ve bisikletimi tamir eden oğluyum,
Susadığımda su veren Nullabor halkıyım. Ben bu sene dünya bisiklet turu rekorunu kıran Mark Beaumont’um
Ben başkaları sayesinde ben oldum.
* * *
Bu da benimki:
Ben annem Berin’in fedakârlığıyım,
Babam Suavi’nin bana daha bebekken 12 telli gitarıyla söylediği şarkılarıyım,
Kardeşimin neşesiyim.
Odamda gizlice sesimi kaydettiğim karaoke aletiyim.
Bir gün, ‘Senin kanatların var, uçabilirsin’ diyen ve havalandığım ilk günden beri gözlerini benden hiç ayırmayan Serdar’ım,
Ağzımdan dökülen beste ve sözlerim,
Şarkılarıma eşlik eden, sözlerimi hislerine tercüman addeden herkesim,
Ben Nil Karaibrahimgil, Türkiye’nin özgür kızıyım.
Ben, başkaları sayesinde ben oldum. Peki ya sen, sen kimler ve neler sayesinde sen oldun?
Yazının Devamını Oku