3 Ekim 2011
Thomas Edison, asistan alacağı zaman, aday görüşmeye geldiğinde iki kâse çorba ısmarlarmış.
Biri kendisi için, biri de asistan adayına. Eğer aday çorbanın tadına bakmadan tuz atarsa işe almazmış. Henüz tatmadan çorbanın kendisi için ‘tuzsuz’ olduğuna hükmeden birinin, ‘önyargılı’ olduğuna karar verir, bilim dünyasında buna yer olmadığını düşünürmüş. Buluşlar önyargı sevmezmiş.
Hepimiz, farkında olmayarak sürekli varsayımlarda bulunuyoruz. Çok şeye karşı önyargılıyız. Önce havaya sinek kovucu sıkar gibi sıktığımız bu gaz ortamı, her türlü beklenmedik hoş sürprizden, farklı olanı anlamaktan ve tabi ki olası buluşlardan muaf kılıyor bizi.
Çocukluğumuzun saflığında, okulların müfredatlarında, ailemizin alışkanlıklarında, izlediğimiz kanallar, okuduğumuz gazeteler, kulak misafiri olduğumuz sohbetlerde biz farkına varmadan itinayla ütülenip beynimizin çekmecelerine yerleştirilen yüzlerce ‘önyargı’nın, daha sonra bizi hangi bakış açılarından mahrum ettiğini ise asla bilemiyoruz. Çünkü Einstein’ın dediği gibi “Bir önyargıyı ortadan kaldırmak, atomu parçalamaktan daha güç.”
Bazı insanları sevemiyor, bazı ülkelere nedensiz gıcık oluyor, çorbaya peşinen tuzu koyuyoruz. Bununla ilgili TED’de Maz Jobrani’nin müthiş bir anısı var. Kendisi yarı İranlı yarı Amerikalı bir komedyen. Dubai’ye stand up yapmaya gidiyor. Otelin resepsiyonundaki kadın arayıp, “Sizi götürecek olan şoför hazır efendim” diyor.
Maz, aşağı iniyor ve kendisine gülerek bakan esmer adama doğru ilerleyip soruyor: “Siz benim şoförüm müsünüz?”, adamsa “Hayır” diyor, “Ben bu otelin sahibiyim. Ben de sizi kendi şoförüm sanmıştım.”
Biz de bu ülkede lezzetli bir çorba gibiyiz aslında. Değişik dil, değişik inanç, değişik cinsel hayat tercihi buranın yüzyıllardır baharatı, tuzu, biberi. Bu çorba böyle güzel. Ama biz napıyoruz?
Elimizde tuzluk, ‘öbür’ lezzeti bastırmaya çalışıyoruz. Halbuki, önyargılarımıza kör olsak, o insandaki bütün güzellikleri, benzerlikleri, ortak acıları, zaafları, mutlulukları, umutları görüp şaşakalırız.
Günün birinde ‘ama ben onu şöyle sanmıştım’ demek, bir savunma olmasın. Küçük varsayım cümlelerimiz, dev gerçekleri saklıyor olabilir. Bir insanın, bir cinsiyetin, bir milletin, bir çorbanın üzerine tuzu ekmeden önce bir tadalım. Bakalım sandığımız gibi miymiş?
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2011
Sizinle 85’inci yaş gününüzde tanıştım.
Meğer söylediğiniz bütün şarkıları biliyormuşum. Hepsi hayatımın parlament mavisi sahnelerinde çalmış. Romantiklikle komedinin o kalp kıran tebessümü, sesinizde çınlıyor.
Her şeyden önce bu unutulmaz gece için size teşekkür ederim. “Bildiğim en yeni şarkı 1935’ten” espriniz de çok iyiydi.
Babam ve kardeşimle sizi dinlemeye geldiğimiz metropolitan opera binasından çok etkilendik. O ne ihtişam! 85’inci yaş kutlamanız için daha iyi bir yer olamazdı.
Belki sahne ışıklarından görememişsinizdir, herkes o kadar şıktı ki! O saten tuvaletleriyle smokinli kavalyelerinin kollarında arz-ı endam eden New York sosyetesi göz alıcıydı. Tam salona girerken, Robert De Niro’yu gördüm.
Sanırım arkadaşınız. İnsan niye, uzaktan sevdiği birini görünce biraz artmış gibi hissediyor bilmiyorum ama öyle oldu.
Yaşasın Robert De Niro’yu gördüm ve çok da yakışıklıydı! Siz de öyleydiniz.
Herkes yerini aldığında, sizi beklemeye başladık. Derken duyulan anonsla herkes çok şaşırdı. “Bayanlar baylar, Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı Bill Clinton!”
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2011
Kimisinin kalbini kırık, gözlerini yaşlı bırakırız. İstemeden de olsa zamanın anaç ellerine, cami avlusuna bebek bırakır gibi bıraktığımız bu insanlar, bizim isimlerimizi, laflarımızı ve yüzlerimizi hiç unutmazlar. Bazı geceler gözlerini kapadıklarında bizi düşünür, en çok da kendilerini suçlar, dizlerini karınlarına çekerek uykuya dalarlar. Bizse onların üzerine bir şeyler yığmışızdır. Yokmuşlar gibi yaparız. Bazen şarkılarla hortlar, kendilerini bize hatırlatır, içimizde pişmanlık uyandırırlar. Ama mum gibidir bu pişmanlık, puf diye söner gider. Bir gün bir yerde karşılaşır, artık mutlu olduklarını görünce kendimizi aklanmış zannederiz. Halbuki kalbini kırdıklarımız bizi cevapsız bir soru gibi hep ceplerinde taşırlar. Neden derler kendilerine, neden sevilmeye değer değildim?
Kimisine bir iyiliğimizi dokundurur, öyle bırakırız. ıyiliğin tadından yenmeyeni karşılıksız olanıdır. Kutsal sular gibi üzerimizden akar gider. ıyilik ettiğimizse bizi unutmaz. O da bazı geceler uyumadan önce, Allah ondan razı olsun der belki bizi düşünüp. Bizi kötülüklerden dualarıyla korur.
Kimisini üç maymun misali, görmez duymaz konuşmaz bırakırız. Dikkatimizi çekmeye vakıf olamamış bu insanlar, tarafımızdan belki de en fena cezaya ‘görünmez olmaya’ çarptırılır. Hallerini hatırlarını sormamışızdır. Göz göze gelmemiş, gülmemişizdir. Yanımızda bir hayalet gibi durmuş olan bu insanlar da bizi tıpkı kalbi kırıklar gibi buruk ve hafif kızarak hatırlar. Kibirimiz karşısında şaşakalmışlardır. Biz kim oluyoruz da’yla başlayıp, ben kimim ki’ye uzanan uzun cümlelerinin sonunda çaresizce kendi değerlerini sorgularlar. Bazıları bize görünür olmak için, canını dişine takacaktır artık.
Kimisini sarılır, öper, koklar bırakırız. Pamuklara sarmalar sarar kaldırırız. En güzel cümlelerimiz biz gelene kadar içlerinde çalar durur. Tenleri soğumaz, elleri üşümez onların. Varlığımız hiçbir şeyden korkmamalarına yeter. Her şeye biraz daha tahammül eder, şans tanırlar. Sevgiyle büyütülmüş çocuklar gibi hep güvendelerdir.
Kimisini istemeden bırakırız. O bizi bırakınca, biz de yenilmiş sayılmışızdır. Hazır olmadığımız bir yeni hayata isteksizce sürüklenmiş, eskiden birken şimdi eksi bir olmuşuzdur. Bıraktığımız yerde durmaz onlar. Birazdan ordan giderler ve eski adresleri hızla silinir. Anılarımızın olduğu yerlerde in cin top oynar.
Kimi nasıl bırakırsak bırakalım, bırakılmak istediğimiz şekilde bırakmalı. Çünkü hayat daireler çiziyor ve herkes karşımıza kendi kılığında ya da bir başkası olarak çıkacak. Bugün ya da yarın o gün gelecek ve biz ya kalbi kırık, ya görünmez, ya sevgiyle, ya iyilikle karşılanıcaz. Demem o ki, sadece tuvaletleri değil, birbirimizi de bulmak istediğimiz şekilde bırakalım. Böylece umduğumuzu bulmuş oluruz. Sevgiyle. Nil.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2011
Küçükken saygı kelimesini hiç sevmezdim. Metalden yapılmış, büyük harfli bu kelime bana resmi geçit törenlerini hatırlatırdı. Küçüklere sevgili, büyüklere saygılı olunurdu. Küçük olduğuma göre bu durum benim için sıkıcıydı. Ayağımı denk almayı, kelimelerimi hızla pirinç ayıklar gibi ayıklayıp durmayı sevmezdim. Saygı yoksa iyiydim rahattım, saygı varsa rahatsızdım gitmek isterdim.
Öyle rütbe dolu bir evde de doğup büyümedim. Ailem genç, arkadaşçıl, rahat, apoletsiz ve yıllar sonra anlayacağım üzere düpedüz çocuk tiplerden oluşuyordu. Zorlanıyorlardı ciddi durmak için. Anlayacağınız, saygı kelimesini okul hariç hayatıma sokan olmadı.
Sonra sevgiyi es geçip, aşkın gazıyla yanan ilk gençlik yıllarım başladı. Tutkunun tutkalıyla kendimi bir türlü diğerinden ayıramadığım zamanlarda ne laf işittiysem, ne laf ettiysem yaraları hızla kapandığından mühim değildi. Saygısız kelimesi kullanılsa komik olurdu. Öfke belki, delilik tabii ki ama saygı bizim olduğumuz odalara giremezdi. “Saygılı ol” diyeceğimize duvarda kültablası patlatırdık daha iyi.
Yıllar yılları kovaladığı için, gidip saygının kapısını çaldığın günlere de hemen ulaşıveriyorsun. Bugün etrafımda yumurta çürüğü kokan ilişkilerin çoğunun, saygı vitamini eksikliğinden, saçlarının döküldüğünü, tırnaklarının sarardığını, dillerinin şiştiğini görüyorum.
Meğer annemlerin apartmanında eşi vefat ettikten çok sonra bile, dimdik sırtla (kimse eğip bükmeye çalışmamış) güler yüzle konserlere giden ve eşini düşününce hemen içinden “Allah ondan bana yaşattığı güzel yıllar için razı olsun” cümlesi geçen Zübeyde teyzelerin sırrı buydu.
Evet, belki eskiler bizim yanımızda birbirlerine ‘hanımefendi’, ‘beyefendi’ diye hitap ederek bizde mesafe duygusu uyandırdılar ama aralarında esen o rüzgârdan nefesler de aldılar. Aralarındaki o koridor sayesinde, kapının yolunu da diğer odaların ışığını da gördüler.
Çok önemli bir kelimeyi saklıyorlardı mendil ceplerinde: Saygı.
Bugün artık bu kelimenin düşüşüyle, bütün cümlelerin devrileceğinin farkındayım. Bozdurup harcamanın kolay olduğu bir şey kalp. Küçük metallere ayırırsan şayet, bir daha bütün kağıda çevirmen zor. Bakışlar, dokunuşlar, kokular kadar kelimeler de bütün ilişkilerimizde başrolde.
Birbirimize bir şey söylerken, sese volüm verirken tekrar tekrar dinlendiğinde rahatsız etmeyecek melodiler yazmalıyız. Şayet insan 30 sene sonra bile kulağını tırmalayan şeyleri dinliyor shuffle’dan.
Aşk kadar, sevgi kadar güzel geliyor şimdi kulağıma saygı. Özellikle uzun yolculukların yakıtı o. O varsa, aşkınız da sevginiz de zarar görmeyen ‘fragile’ kutularla seyahat ediyor. Ne mutlu sevgisini saygıdan geçirene, zira saygı koparsa sevgi tutamaz.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2011
Ne zaman bir karar alacak olsam, başkalarınınkine başvuruyorum gibi geliyor. “Hayır öyle değil” diyor etrafımdakiler. “Hep kafasının dikine giden, kimseyi dinlemeyen birisin. Sana nasihat zaman kaybı” bile diyorlar ama olsun, bana öyle gelmiyor.
“Bir şey sana nasıl geliyorsa öyledir” diyen haklıydı. O halde kulak verin, bana böyle geliyor.
Kararla karşılaştığım zaman, saçımda örümcek görmüş gibi oluyorum. Önce onu itebildiğim kadar öteye itiyorum. Her kararı öteleyebildiğim maksimum yer belli.
Ama kendine bir hedef koymaya gör, zaman gidip oraya yaslanıverir.
Duvara dayalı sigarasını tüttüren James Dean gibi serserice bakar. Sana hedefini göstermek konusunda çok sabırsız. Hedef değil, hedefe giden yol yolculuk demişlerdi, unutmuyorum.
Bu sabah çok mühim olmayan bir karar almak gerekti. Şükür ki, kararı alacak olan ben değildim. Bu mekanizmanın nasıl işlediğini görmek için süper bir fırsattı, gözleme koyuldum.
Kararı veren kişi öylesine isabetli bir karar verdi ki, neredeyse gidip imza isteyecektim.
Sonra bundan bir ders çıkarmak gerektiğini düşünüp, geri sardım.
Sırasıyla şunlar oldu:
İlk bölüm: Bu insan bir durum karşısında karar verme sıkıntısına düştü. Başını iki elinin arasına aldı, uzaklara baktı, internete bile girdi. Yanına gidenleri tersledi. Kimseye fikrini sormadı. Sordu da yani, dikkatle dinlemedi.
İkinci bölümde, kararını bekletti. Suya yatırdı. Ama öyle benim yaptığım gibi sarıp rafa kaldırmadı. Gözünün önünde tuttu. Baktı da baktı. Bir süre sonra, beklenmedik bir karar verdi.
KARARI ÖYLE KOYU VE BÜYÜK HARFLİYDİ Kİ, hiçbir çatlak ses çıkmadı. Böyle anlardaki sessizliğe bayılırım. Havada kalan her şey yerine oturur. Herkes rahatlar.
Ne olacaksa olacaktır, kararsızlığın gürültüsü bir motor sesi gibi durur. Oh dersin. Bu karar beni nereye götürecekse, ışınla beni Scotty!
Bazı kararlar karpuz gibidir.
Pazardan alırsın, kesersin ağzına atarsın. İyidir ya da değildir. Bu iyiydi. İyi olduğunu hemen bildik.
Mesela sporda da saniyenin binde birinde iyi olup olmadığını gösteren kararlar var.
Pası kime verdiğin, topu kalenin neresine attığın ya da tam nereye koştuğun gibi...
Bir de sonucu uzun zaman sonra görülen kararlar var. Başka ülkeye taşınmak, bir sevgili seçmek, diyet yapmak gibi. Sonucun suyun üzerine varması zaman alır.
O kişiyle yaptığım kısa röportaj sonrası şunu gördüm ki, bu kişi riskleri bilmekle beraber, geri dönüşü olduğunun da farkında. Hmmm ÇOK önemli.
U dönüşünü görmüş yani! Aslında ölüm hariç, u dönüşü yapmak hep mümkün. Benim gibi şapşal miyoplar göremese de.
İçinden demiş ki, “Evet riski var ama ben bu riski alıyorum, çünkü eğer istersem kararımdan dönerim”... (Kararından dönüş yok sananlar perişan.)
Sonra da şunu ekledi: “Kararın sorumluluğunu almak lazım”. Öyle aman top bende kalmasın diye başkasına atıp, rahat etmek yok! Karar rahatsız bir yer. Kötü çıkarsa üstüne kalan, yapışan bir şey. Parmaklar seni gösterir. Ağızlar seni söyler. İlk başta da kendi parmağın, kendi ağzın.
Ve evet ben yaptım deyip, değiştirmeye çalışacak olan da sensin.
Nil sen yeter ki karar ver, gerisi kolay gelsin. Yapar bozar, bunu da öğrenirsin.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2011
Yaz ve ben, bir ki-razla bir otomobil kadar ayrı dünyaların insanlarıyız. Daha doğrusu ben insanım, o değil.
Benim insanlığımın rahat ettiği derecelerden bihaber, kafasına göre ısısını artırıyor. Hele öğlenleri 12’yi vurdu mu, tam kafamın tepesinde ocağı yakıyor sanki. Gölgeye kaçıyorum.
Nietzsche, “Güneşte düşünce gölgeye kaçar” demişti. Düşünce gibi kaçıyorum. Düşünceye yazdan daha yakınım yani.
İşim başımdan aşkın, şarkılar bitirmeye, kaydetmeye uğraşıyorum. Bu iş serin havada yapılır. Gri tonlarında tınlar. Yani öyle reggae, samba falan yapmıyorsan tabii. Bir de bence tabii.
Yok efendim yazın altında yapmam icap etti. Sonbahara yetişsinmiş. Gözüme o kadar ışık girerken, kelimeleri seçmem zor oluyor. Kim ne diyor karıştı.
Aklım tamamen havada, tatil beldelerinde, adalarda, denizler altında yirmi bin fersah.
Balina olsam, bir zıplayıp su püskürtüp nefes alıcam ama balina da değilim.
Bakın balinalardan falan bahsediyorum size görüyorsunuz.
Soyundukça içinden beyazlık çıkan biri olarak, su kıyılarında sırıtıyorum.
Adams Family üyesi gibiyim. Herkes bana bakıyor.
Yani ünlü olmadan önce de bakıyorlardı, “Bu ne beyazlık” diye.
E doğal olarak tenlerini güneşte tatlı tatlı kızartırken, dertlerini kulaçlarca geride bırakmış insanların yanında bir kış hatırlatması gibi kalakalıyorum.
Hemen suya gireyim diyorum, soğuk geliyor.
Herkesler güneşler altında sohbetlerde. Fotoğraflar çekip, kıkırdayıp, yazlık kitaplarına gömülüyorlar. Sanki teneffüse çıkmış gibiler.
Onlar o haldeyken derslerime koşturamıyorum.
Çıkıp onlarla oynayamıyorum da, çünkü yazın eriyorum ben.
Koca güneş gözlüklerinin, şapkaların ve ulu ağaçların altından onlara ses vermeye çalışıyorum, olmuyor.
Dedikoduyu seviyorlar. Ben de seviyorum, kahramanı duyduğunda pek yaralamıycak olanı.
Yaz, yağmuru sevmiyor. Yağmur bazen misafirliğe geldiğinde çok mutlu oluyorum, pencerelere, sokaklara koşuyorum ama erken kalkıyor. Suyu gidiyor, nemi kalıyor.
Kokusunu çekiyorum içime, hemen yukarı koşup şarkı yazmaya çalışıyorum. İki satır geliyor:
Rüzgarsın, buğusun, sokak çocuğusun
Hayalini kuran nasıl rahat uyusun?
Ama yok, bu kadar. Bu kadar yağmura, bu kadar söz.
Haydi bakalım bekle ki bir sonraki yağmur gelsin, satırlar tamamlansın.
Kısaca yok, olmuyor. Yaz ve ben yan yana huzur içinde duramıyoruz.
Neyse ki eylül geldi...
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2011
Bir: Sevmediğin işi yap. Diyelim ki günde sekiz saat çalışıyorsun, bu haftada 40 saat mutsuzluk demek. Tabii sevmeyerek yaptığın bu işin öfkesini, evine ve gittiğin her yere de bulaştıracağın için, aslında etkisi çok daha büyük olacak. Eğer biri, “Niye sevmediğin bir yere her gün gidiyorsun?” filan diye sorarsa da, sen kendine sorma. O sana sorsun. Ona verdiğin cevaba kendini inandır. Değiştirmeyeceğin bir şey olarak gör işini, işine bakışını, patronunu.
İki: Sürekli parayı dert et dur. Daha fazla paranın, mutluluğu artırmadığı ispatlandı. Demek bu senin için doğru hedef. Parayı her şeyden öne koy. Evinin kirasını, faturalarını, çocuklarının masraflarını ödeyebiliyor da olsan, daha fazlası yok diye kaygılan. Ayağını yorganına göre de uzatma. Yorganın ayağına geleceği günü bekle.
Üç: Sevdiğin bir alışkanlığın olmasın. Mutluluk hareket sever. Hareket edenler, mutlu oluyor. Sen etme. Ne bileyim yürüme, etme, ayağına gelen topa bile vurma, bisikletin olmasın. Sevdiğin bir sporu özellikle yapma. Unutma, hep sevmediğin şeyler yapacaksın. Hatta hiçbir şey yapmayacaksın.
Dört: Boş boş düşün dur. Uzaklara dal git. Günün yarısını, başka şeyler düşünerek geçir. Araştırmalar göstermiş ki, başka şeyler düşünüp duranlar duygusal olarak düşüşe geçiyor. İhtiyacın olan o düşüş. Hayali olana odaklan, olan olana odaklanmak yerine. Meditasyon falan yapayım deme, öyle şeyler seni şu ana taşıyıverir.
Beş: Al, al, hep bir şey al! İçinde bulunduğun boşluğu, ürünlerle tamamla. Bir şeyin daha sahibi olursan daha iyi olur diye düşün. İçeriden değil, dışarıdan bekle her şeyi. Alarak çoğalmaya çalış. Tükettiğin her şey eve gelince boş çıkarak, içini biraz daha boşaltacak.
Altı: Yalnız ol. Yalnız kalmayı, insanlarla olmaya her zaman tercih et. İnsanlarla ilişki kurmanın sağlığa ve mutluluğa katkısı çok. Bundan kaçın. Kendini eksilt. Bir arkadaş istersen laptop’una git. Ailenle kopuk olman da mühim. Onlar da mutluluk kaynağı. Yeni arkadaştan kaçın. Kimse sana layık değil.
Yedi: Ülkeni, şehrini sevme. Hep şikayet et. Başka yerlerle karşılaştırıp, eksiklerini gör. Her gün gazetelere bakınca biraz daha bunal ve şikayetinin dozunu artır. Katkıda bulunmayı ya da taşınmayı düşünme bile. Madde Bir’de dediği gibi, değiştiren bir eleman olma. Kurban ol. Yaşadığın yere bir tasmayla bağlı olduğunu düşün. Hayatın boyunca şikayet edip durduğun bu yere mahkûm olduğunu unutma.
Sekiz: Evde hayvan besleme. Onlar sıcaklık verir, hayat verir. Uzak dur onlardan. Karşılıksız sevgi veren, bu mahluklar sende yersiz sevinç yapar. Hele hele ihtiyacı olan bir tanesine yardım edersen, kendini durduk yere iyi hissedersin.
Dokuz: Kendini sevme. Bak bu çok önemli. Ne olursa olsun, hiçbir şeyi sevememek için önce kendinden başlamalısın. Kendinden memnun olmamak, sürekli rahatsız bir sandalyede oturmaya benzer. Ne kendini, ne etrafını rahat ettirirsin. Kendin tarafından sevilmeyi hak etmediğini düşün. Hep eksik, çirkin, aptal ve şanssız olduğunu hatırlat kendine aynada.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2011
Teoman’ın “Müziği bıraktım” açıklaması, sizi bilmem ama müzik işiyle uğraşanlarda elektrik çarpması etkisi yaptı. Gün boyu mesajlar gitti geldi, müzik işindeki herkesler arası. Niye olmuş olabilir? Daha yeni albümü çıkmış, konserleri olmamış mıydı? Yanlış giden neydi?
Ve daha da önemlisi, böyle kolay gidiliyor ve rahatlanıyorsa biz niye hâlâ buradaydık?!?!?
Her şeyden önce, kendi fikrimi söyleyeyim. Müzik bırakılamaz ama paylaşımı kesilebilir.
Bir şarkı yazarı için şarkı yazmamak, Harry Potter’ın sihir kullanmadan yaşayıp gitmesi gibidir. Mümkün değildir yani! :)
En yakın örneği ailemden vereyim, babam doğduğumdan beri evde çok güzel besteler yapan ve bunları son 20 yıldır kimseyle paylaşmadan durabilen birisi. Nakaratta o şarkılara eşlik edebilmeniz için arkadaşı olmanız gerekir.
Ve böyle yapmakta herkes özgür. Şimdi Teoman’a geri dönelim.
Teoman’ı hem çok sever hem de çok beğenirim.
Bu iki şeyi aynı anda yaşamam zor oluyor genelde.
Biri o insanın işiyle, yaptıklarıyla öbürü de tamamen karakteriyle ilgili. (Yetenekli insanlar Picasso kadar çekilmez olabilirler.)
Teoman hem yetenekli hem de iyi bir insandır.
Daha ne olsun! Ve belki de o “telesekretere konuşamayanlardanım” lafını o güzel şarkının içinde geçirmeseydi, “Ha bak oluyormuş” deyip, “Üç yumurtayı kırdım önce” diye bir şarkıya başlayamayacaktım.
Hiçbirimiz ayrı gezegenlerde değiliz. Birbirini sürekli etkileyip duran bir suyun içindeyiz.
Hâl böyle olunca, Teoman’ın bu geri çekilişi, beni de düşüncelere gark etti. “Yaz, kaydet, konser ver, yaz, kaydet, konser ver, yok ya!” dedirtti.
Evet aslında müziği işin yapınca, ki değilmiş gibi yapmayı becermeli, sektör denilen dipsiz bir kuyunun içine yuvarlanıyorsun.
Vektör gibi bir kelime olan bu sektörünse vektörden tek farkı, yamuk yumuk olması.
Sizi şimdi, yurtdışında bu şöyle, peki burada niye böyle gibi şikayetlerle yormayacağım.
Bizi yoran şeyler olduğunu, şu naçizane kalkışmalarımızın, maddi manevi bedellerini ödediğimizi ve bunun ilk başta kendimize, ikincisi de size olan saygımızdan kaynaklandığını bilin yeter.
Teoman’ın bu hareketini hem cesur hem de fazlasıyla ilham verici buldum.Her şeyden önce hepimize, alternatif bir hayatın, başka bir seçimin, b, c, d, e şıklarının varlığını hatırlattığı için.
İnsan, başkalarının onu tanımladığı sıfatlardan taşabilecek kadar zengin bir varlık. Unutup duruyoruz: Ölmediğimiz sürece film akıyor ve başrol oyuncusu sürprizler yapabilir.
Hangimiz en başından sonunu bildiğimiz filmleri izlemekten zevk alıyoruz ki?
Yazının Devamını Oku