O gece Açıkhava’da neler oldu?
Açıkhava’da konser vermek hep zordu. Kocaman bir sahne. Önünde bir hendek. Sonra dört sıra protokol sırası. Sonra da, binlerce koltuk.
Hep şu soru: Dolacak mı burası akşama?
Sahnedeysen, gözün boş koltukları, karşında birinin kafasındaki kelleri görür gibi görür. Niye onlar gelmediler dersin...
Bir manileri mi vardı şu en yukarıda sağdaki sıranın? Yoksa yeterince popüler değil miyim? Bir de yazın ortası... Bir de pazartesi. Belki ondan dersin.
Şükür ki, korktuğum hiçbir şey olmadı. Açıkhava ağzına kadar doldu. Ama başka şeyler oldu. Hesapta olmayan.
Ben ki, hayatımı göz önünde ama gözden ırak sürdürmeyi seçtim, bu konserimde bir lahana gibi soyunmaya karar vermiştim.
Korkularımı anlatacaktım. Gerçek hikâyelerimi. Beni cesur, çok cesur sananlara ilham olsun diye. Korkak bir tavşandan, kükreyen bir tavşana dönüşme masalımı.
Öyle kitaplar dolusu değil hem de bunlar. Bakın anlatmaya kalkın, küçük bir kısa hikaye kitabı gibi. Kendimizi kahraman yapan şeyler. Hayattaki aydınlanma anları. Öğrenmenin olduğu haftalar. Sonradan tarihimizde büyük rol oynayacak, o küçük olaylar silsilesinin olduğu o yıl.
Ben de bunu, kendi hikayemi anlatırken fark ettim. İnsan çok düşünüyor da, kendisi hakkında pek değil. Bunu da fark ettim.
Böyle konuşa konuşa, kazak örer gibi, kendi hikayelerimi ördüm ben de. Vallahi soran olmasa, çıkaracağım da yoktu çatı katlarından. Ama soran oldu, çünkü yazmam gerekti. Çünkü size anlatmak istedim.
Gençliğime sevgilerimle diye bir yazı yazmıştım birkaç hafta evvel. Çok paylaşılmıştı. Mutlu olmuştum.
Konusu şuydu: Eğer ben 17 yaşımdaki kendimle bugün karşılaşsam ve mesela yarım saatim olsa, ona neler derdim. Oturup sıralamıştım. Neden öyle yazdığımı bilmeden, düşünmeden yazmıştım.
Sonra bana sordular, neden 17 yaşındaki kendine böyle dedin? Hah, işte hikayelerim o vakit ortaya çıktı. Saklandıkları yerden çıktılar.
Yoko Ono’nun güzel bir tavsiyesi var. Diyor ki, kırlara ya da doğaya gittiğinizde, orada gerçekten neler olup bittiğini anlamak istiyorsanız, bir saat sessizce durmanız gerekir. Çünkü, siz oraya ilk geldiğinizde, bir sürü börtü böcek susacak. Saklanacak. Orası kendini siz geldiniz diye değiştirecek. Ama sonra, yeterli sabrı ve kıpırtısızlığı gösterdiğinizde, saklandıkları yerden çıkacaklar.
Bu sefer biraz da konuşacağım.
Anlatmak istiyorum size.
Evet, 3 Ağustos Harbiye Açıkhava’da buluştuğumuzda, size daha önce anlatmadıklarımı anlatacağım.
Burada yazıyorum, yazmayı çok seviyorum.
Sizin de okumayı sevdiğinizi biliyorum.
Biliyorum çünkü bu köşede yazmaya başlayalı tam 11 yıl olmuş.
Her Pazartesi, bu ‘kelebek’ köşesinde buluşmuşuz.
Fear Of Being Offline (internete bağlı olmama korkusu) artık tanımlı bir hastalık. Haydi gözümüz aydın.
Cep telefonumuzdan ve internetten uzakta olduğumuzda, fiziksel tepkilerimiz başlamış.
Terleme, artan kalp atışları, endişe... Kimbilir daha neler çıkacak.
Çünkü artık yavaş yavaş çantalardan, ceplerden avucumuzun içine geçiş yapıyor telefonlarımız.
Bu da git gide ona daha da bağımlı olduğumuzun göstergesi. Hafif akıl hastalıkları çıkmaya başlamış yani, nihayet.
Belliydi. Bu ilişki normal değildi çünkü.
Küçücük minicik pıtırcık cep telefonumuz ne zaman biplese, ağlayan bir bebek gibi elimize alıyoruz onu.
İyimser olduğumdan da, olmayan şeyde de hayır ararım.
Çocuk kaldığımdan, bir masaldaymış gibi, olduğum yerde sihir ararım. Bir yerdeysem, orada bir laf vardır, biri vardır, bir yol vardır.
Çok cesur olmadığımdan çoğu zaman ıskalamışımdır. Ama aynı zamanda çok hevesli de olduğumdan, zaman zaman yakalamışımdır da.
Bir yere davet edildiğimde, küçük büyük bir yolculuğa evet dediğime, hiç pişman olmamışımdır.O gün de olmadım. Tam aksi!
Bazen de öyle şeyler oluyor ki, geri sarıp baktığında, “O insanla buluşmam gerekiyormuş, demek o da bu vesilelerle olacakmış” diyor insan.
O gün de öyle oldu. Arkadaşlarımla kahvaltıya evet demem, beni Watsu’yla tanıştırdı.
“Watsu ne?” diyeceksiniz. Suda yapılan bir masaj.
Hayatımızı diyetimiz yönetiyor artık.
Kimimiz sadece protein yiyerek, kimimiz günde sadece 800 kalori tüketerek, kimimiz ekmek, pilav, baklagil, meyveyi keserek, kimimiz de bütün bunlara aval aval bakıp bir şeyler yememeye çalışarak kilo vermeye çabalıyoruz.
Yaz yaklaşınca artan ama kışın da rahat vermeyen bir ses var. Sürekli ince, daha ince, daha da ince olabileceğini fısıldıyor kulağına.Hangi sporu, hangi diyetle birleştiriyorsun? İşte
bütün mesele bu.
Ağzımıza doğru yaklaşan lokmayı, gönül rahatlığıyla yutmadan önce, soruyoruz: İçinde un yok di mi? Şeker? Ha, şeker yerine bal var demek hmmm, peki tuz?
Bu sorular sorulmadan artık gümrük kapısından geçiş yok. Emin olayım da, ağzımı öyle açayım.
Ben de yıllardır sağlıklı beslenmeye çalışıyorum. Tatlı patatesle browni yapmayı, sabah kalkınca ip atlamayı biliyorum da, artık sinirimi bozmaya başladı bu konu.
Gecenin dördünde, çocukluğundan anlattığın hikâyelere gülmekten, sezaryen yaralarım sızlardı.
Yeni anneydim daha, sana da çok ihtiyacım vardı. Sen ne iyi bir hemşireydin.Bebekler eline doğardı. Hani bir tanesi o kadar büyük doğmuştu ki, çarşafla zapt edememiştin, ona da ne gülmüştük.
İçimi rahatlatırdı başka doğum hikâyeleri dinlemek. Sende çok vardı onlardan.
İki de kedin vardı. Birinin adını Çapul koymuştun. Vicdanın vardı.
Seninle kısa zamanda arkadaş olduk. O yaz, bağıra çağıra Whitney Houston şarkıları söyleyip denizlere baktık.
Dolmalar sardın, saçlarımı boyadın, düğümlerimi taradın.
Oğlumun gazını çıkardın, yanına yattın, üstünü örttün.
Hatta domates sevmek filan bile doğuştan. Bu durumda, malzemenin büyük bölümü zaten annenin karnında yapılıyor.
İnsanın bir kısmı dışarıdan. Doğduğu haneden. O içine girip, süt içip büyüdüğü evin ahalisinden.
Onların ona davranışından, sevgisinden, saygısından. Ya da eksikliğinden, yokluğundan.
Yani anne, baba, kardeş denilen üç kartın kumarından. Hatta anane, babaanne, dede, hala, dayı, amca hepsini sokun bunun içine.
Bir tanesinin bir lafı, bir kaş gözü, bir hediyesi bile hayata hafifçe yön verebilir.
“Amcamın bana küçükken, kırtasiyeden aldığı klavye sayesinde müziğe başladım” diyen az mıdır?
İnsanın bir kısmı tesadüflerden. Bu yabana atılır bir kısmı da değil üstelik. Buna kader diyen de olur.