Hep cumartesi oluyor.
Böyle vahşet karşısında iki cümle dökülüyor yerlere: Başımız sağ olsun. Sonunda barış kazansın.
Bazen en çok kendime değil de, şu an bu ülkede yeşeren, ilk gençliklerine adım atan, cesarete, umuda, yarına en çok susayan gelecek insanları ‘gençler’ için üzülüyorum.
Ben bebekken de, memleket ağlıyormuş. Sokaklarda yine, ‘senin fikrin benim fikrim’ kanları dökülmüş.
Ben belki de kadın olduğumdan, belki safın teki olduğumdan, belki de düşüncelerimi hiçbir ideolojiye yapıştıramadığımdan, bunu hiç anlamadım.
Kelimelerden, başkalarının düşüncelerinden, ona zarar verecek kadar korkmayı aklım hiç almadı. Bugün de almıyor.
Şu an 17 yaşımda olsaydım, kendimi kafeste gibi hissederdim. Kelimelerimi ağzıma tıkıp, yutup oturmam gerektiğini söyleyeceklerdi bana.
Halbuki 17, içini dışına çevirme zamanıdır artık. Kendini korkmadan göstermeye başlarsın. Bir çiçek gibi yapraklarını açar, renklerine bakar şaşarsın.
Dünyadan da seni olduğun gibi kabul etmesini beklersin.
Bir kadın, yılda bir kez ailece yaptıkları büyük buluşmadan bahsediyordu.
Aile dediğim uzak yakın herkes.
Anne baba kardeş değil sırf.
Yeğenler, amcalar, enişteler.
Dünyanın bir yerinde, bir hafta tatil yapıyorlarmış hep beraber.
Önceleri, bunun onun için çok uzun bir vakit olduğundan bahsediyor uzun uzun.
Kendim olmaktan, nasılsam öyle olmaktan korkmadan.
Nasıl yaşamayı seçtiysem öyle.
Hangi dildeysem, dindeysem, fikirdeysem onunla.
Sokakta yanımdan geçen herkesi kardeşim gibi görmek istiyorum.
Aklımı, ruhumu, idrakımı o kadar genişletmek.
Farkların altını çizmeden.
Sen ben o, biz siz onlara hiç bölünmeden.
Dünyaya henüz gelmiş bir bebek, gözlerini çaresiz bir annede açmıştı. Hepimiz gözümüzü annemize açarız ve onun hayatı hayatımız olur.
Anne, savaştan kaçıyordu. Ailece kendilerini, Bodrum diye bir güney şehrine atmışlardı. Bodrum, tatil yeriydi. Yaşıtları, annelerinin kucaklarında, bellerinde nolur nolmaz diye takılmış simitleriyle, ayak çırpıyordu.
Akşamüstü gölgede bir havlunun üzerinde şekerleme yapıyor, uyanınca tanımadıkları çocuklarla birlikte ha gayret kumdan kaleler yapıyorlardı.
Çocukken, tanımadıkların da senin arkadaşındır. Kardeşindir. Çocukken, yarına kalsın diye kale yapılmaz. Kale yapmanın tadına varmak için kale yapılır.
Dalgaların yıkması hayatın tatlı oyunudur. Hayatla böyle oynanır zaten. Sen yaparsın, o yıkar. Sen bir daha yaparsın.
¡¡¡
O kadar beğendim ki masalı, o kadar ihtiyacımız olan bir şeyden bahsediyor ki, bütün hafta onu düşündüm. Ara ara hep aklıma geldi masalın insanları.
Masal, her zamanki yolunda ilerleyen bir adamla başlıyor.
Adam kendi yolunda yürürken, bir gün bir bakıyor, bir yan yol! “Allah Allah” diyor, “Hiç böyle yan yollar filan olmazdı”.
Bir bakıyor yan yola göz ucuyla... O ne güzellik! Kendi yolu toprak, bu yol yemyeşil çim. Kendi yolunda hiç ağaç yok, bu yol iki sıra ağaçlar dolu, çiçek dolu. Işık huzmeleri süzülüyor yola ağaçların yapraklarından. Hani kartpostallarda görürüz, işte öyle bir yol.
Adamın kafası karışıyor tabii. Kendi yolunu bıraksa da, şu yan yola mı sapıverse? Yan yollar hep cezbedici. Ama şimdi yolundan sapmak da var... Onu da istemiyor.
Sapsa mı sapmasa mı, sapsa mı sapmasa mı, o kadar çok durup düşünüyor ki yol ağzında, mecbur koruyucu meleği yeryüzüne iniyor.
Soruyor adama: “Hayrola, çok durdun burada? Kafan mı karıştı? Sen hiç durmazdın böyle uzun...”
“Türkçe pop müziğe merakınız varsa, Nil Karaibrahimgil’in şarkılarını en azından duymuşsunuzdur. Reklama merakınız varsa, Nil’in hemen hepsi çok tutmuş jingle’ları sizin de kulağınızda bir yerlerdedir. Ama Nil’in ‘nasıl yaşamalı?’ sorusuna verdiği harika cevaplar belki hiç önünüze çıkmamış olabilir. Nil, 10 yıldan fazladır her pazartesi Hürriyet’in Kelebek ekindeki köşesinden erdem ve bilgeliğe giden yolu arayan yazılarını paylaşıyor okurlarıyla. Elinizde tuttuğunuz kitap bu yazılardan bir derleme. ‘İnsan nasıl yaşarsa parlar?’, ‘İnsan nasıl yaşarsa mutluluğu yakalar?’, ‘İnsan nasıl yaşarsa yaşadığına değer?’ Nil, bu sorulara ünlü yaşam gurularını kıskandıracak bir derinlik, bir o kadar da üslup sadeliğiyle cevaplar arıyor. Cevaplar veriyor. Altını çize çize okunacak, kesilip göz önünde bir yere asılacak, sosyal medyada sevdiklerinizle paylaşılacak hayat sırlarıyla dolu yazılar. Nil’in kelebeklerde keşfettiği hayat sırları elinizde.”
Editörüm Handan da şöyle olsa dedi:
“Pişt dedi bir gün... Kelebek’in sayfasından... ‘Neye üzülüyorsun böyle?’
‘Derdinle arana hendek aç!’
‘Nasıl yani?’ dedim önce. Sonra dinledim sözünü. Az öteye ittim derdimi.
Benim değil başkasının olsaydı diye düşündüm. Uzaktan bakınca öyle korkunç da değilmiş dedim... İşe yaradı hendek.
Başka bir gün.
İşte tam bu anda bir peri belirmiş ve onu şövalyeye çevirmiş. Şövalyelik ilk basta harikaymış, ama şövalye olarak da her istediğini tam olarak yapamadığını fark etmiş. ‘Aslında’ demiş içinden ‘kral olsam, çok daha güçlü olurdum ve her istediğimi yapardım.’
Peri onu krala çevirmiş bu sefer. Kral olmak harikaymış ilk başta. Her istediğini yapıyormuş gerçekten. Derken bir bakmış, kraldan büyük güneş var. Güneş varsa bereket var. Bereket varsa, halk mutlu. Kralın elinden bereket için bir şey gelmiyor, güneşin geliyor. Güneş olsam, işte o zaman kraldan büyük olurum demiş.
Güneşe çevirmiş bu defa onu peri. Parlayarak bereket getirmeye, elinde mevsimler çevirmeye başlamış tam istediği gibi. Gökyüzünde hükmünü sürerken, birden bir bulut gelmiş kapamış üstünü. ‘Ah’ demiş. Bulutlar benden güçlü, hem yağmur yapabiliyorlar hem de güneşi kapatabiliyorlar. Bulut olsam demiş. Der demez de buluta dönüşmüş.
Peri bir dediğini iki etmiyormuş.
Bulut olmuş giderken, yağmurlar yağdırıp, istediğinde gökyüzünü kaplarken büyük bir gücün kendisini ittiğini görmüş. Rüzgar! Rüzgar isterse bulutu itip, dağıtıp geçebiliyormuş.
Ondan güçlü rüzgarın olduğunu fark edince, rüzgar olmayı dilemiş bu sefer. Ve olmuş da. Rüzgar olup esmeye başlamış. Oradan oraya hükmünü sürerken bir de bakmış bir dağ!
Dağ, istediğinde rüzgarı durduran koca bir duvar gibi dikilmiş önüne. Dağ olmak vardı demiş. Her şeyin önünde durabilecek kadar güçlü olmak. Ve dediği gibi olmuş. Dağ olmuş.