Nil Karaibrahimgil

Kalpten yazılmış bir aile manifestosu!

13 Aralık 2015
Şu an hayattaki en büyük derdin ne diye sorarsanız, ne şarkılar, ne şan şöhret ne para ne de başarı.

En büyük derdim, oğluma iyi anne olmak.Oğluma hayat yolunda acıktığında çantasında gerekli şeyleri bulacağı, sevgi dolu ‘aile kumanyası’nı vermek. Böyle bir çantaya sadece, kurabiye koyamazsınız, yabani otlardan kendini kurtarmaya yarayan bıçak da olmalı.Kulağına sırf ninni fısıldayamazsınız, ağıtı da bilmeli. Ben daha yeniyim, öğreniyorum. Okurken, okurken Dr. Brene Brown’un ‘Kalpten yazılmış aile manifestosu’na rastladım. İçindeki palavra olmayan tarafı sevdim.Kusurlarımızı göstererek, onlara ne kadar çok şey öğretebileceğimizi okudum. Kendimce çevirdim. Aziz Arif’e her gece uyumadan önce fısıldadığım şu cümleyle de gurur duydum: Kim olursan ol, ne yaparsan yap seni seveceğiz biz.

İşte manifesto:‘Her şeyden önce emin ol ki, seni çok seviyoruz ve sen bu kadar sevilmeye değersin. Bunu benim önce davranışlarım sonra kelimelerim sana söyleyecek. Sevgiyle ilgili dersler hep benim sana ve benim kendime davranışlarımda saklı olacak.Hayatta önce kendine değer vermeyi bil. Sevilmek ve mutlu olmak senin doğuştan hakkın. Kusurlarımı senden hiç gizlemediğimi ve kendime n’olursa olsun iyi davrandığımı göreceksin.İhtiyacın olduğunda yanında olacağız. Zayıflıklarımızdan utanmayacağız. Sana cesareti böyle öğreteceğiz.Ailece nelerle mücadele ettiğimizi de, nerelerde galip geldiğimizi de seninle paylaşacağız. İkisini de göreceksin.Şefkati, merhameti ilk başta kendimize ve birbirimize göstererek sana öğreteceğiz.Ortak hayatımızda sınırlarımız olacak ve onlara saygı göstereceğiz. Kararlılığı, çok çalışmayı ve umutlu olmayı her şeyin üstünde tutacağız. Dinlenmek ve oyun da hayatımızın önemli bir parçası olacak.Sen benim hatalarımı göreceksin, gerektiğinde nasıl özür dilediğimi ve duygularımı asla gizlemediğimi göreceksin. Bunlar sana sorumluluk almayı ve başkalarına saygı göstermeyi öğretecek.Belirsizlik, sıkıntı ve yoklukla karşılaştığında, bunlar sana ışık olsun.Beraber ağlayıp, korkunun ve yasın gözlerinin içine bakacağız. Acını dindirmek istediğimde, seninle oturup onu hissetmeyi öğreteceğim.Güleceğiz, şarkı söyleyeceğiz, dans edip bir şeyler üreteceğiz. Birbirimize hep kendimiz olmak için izin vereceğiz. Hayatta ne olursa olsun, burası senin yuvan olacak.Sen hayat yolculuğuna başlarken, sana verebileceğim en büyük hediye, kendi hayatımı sevgi dolu ve içimden geldiği gibi yaşamak ve kendi hayallerimin peşine düşmektir.Ben seni kusursuz bir şekilde sevemem, kusursuz bir öğretmen olamam, her şeyi en doğru şekilde de gösteremem ama ben sana kendimi her zaman olduğum gibi göstereceğim ve seni her zaman olduğun gibi göreceğim.

Yazının Devamını Oku

Konuşan Nil

6 Aralık 2015
Yıllar yıllar önce bir astrolog, ‘bilmem ne zamanı Yay’a geçeceksin, işte o vakit vaazlar vermeye başlayacaksın.

Yıllar yıllar önce bir astrolog, ‘bilmem ne zamanı Yay’a geçeceksin, işte o vakit vaazlar vermeye başlayacaksın.
Dediklerini dinlemeye gelecekler’ demişti.
Dediklerimi mi? Benim mi? Şarkı olmasın? ‘Şarkı değil konuşacaksın’ demişti bir de.
Ne yalan söyleyeyim, bu üfürükçü hocalık gibi gelmişti kulağıma. Ayrıca öyle dakikalarca hayattan bahsedecek kadar da bir şey bilmiyorum. Kendi kelime merhem sürme derdinde biri olarak, başka kafalara el uzatmayı da haddim görmem.
Görmezdim... Ta ki ‘Bugün günlerden yarın’ projesi için Aydın Adnan Menderes Üniversitesi’ne davet edilene dek.
Bugün günlerden yarın, gençliğe ilham aşılamaya ve cesaretlendirmeye yönelik bir proje. Ben o yaştayken yoktu. Keşke olsaydı. İlham aldığım insanları dinlemek iyi olurdu. Belki bazı şeyleri atlardım, başka şeylerde duraklardım.
Davet edilince, ben bir konuşmacı olmadığım için, ‘soru cevap yapmak ister misiniz?’ dediler. ‘İstemem’ dedim. Şimdi kimse bozulmasın ama geçmişte, çeşitli yerlerde soru cevap yaptığımda, ‘kıyafetlerinizi kendiniz mi tasarlıyorsunuz?’, ‘single mı şarkı mı?’ filan gibi sorularla karşılaşıp, hay Allah, anlatmak istediklerimi hiç söyleyemeden gitmiştim.

Yazının Devamını Oku

Herkesin canı benimki kadar acır, herkesin annesi benimki kadar üzülür

29 Kasım 2015
O kadar okudum. Yine de hiçbir şey anlamadım. Kim kime niye düşman, kimin eli kimin cebinde kafam basmadı.

O kadar okudum. Yine de hiçbir şey anlamadım. Kim kime niye düşman, kimin eli kimin cebinde kafam basmadı. Üniversitede politika okudum, hem de Boğaziçi Üniversitesi’nde, hem de onur talebesi olarak mezun oldum desem, kimse inanmaz.
Plato’nun dediği gibi, ışığa çıkmadan gölgeleri gerçek zannederek geçecek belki de siyasetle ilişkim ama buna zerre kadar üzülmüyorum.
Bir erkek oyunu. Poker. Joker. Yıkar, döker.
Böyle kafiyelere bile yer yok, bence eğlencesi yok. Faydası yok mu? Elbet var. Onsuz bir arada duramayız ne yazık ki. Aslına bakarsanız çoğu zaman kendi şarkılarımı bile politik buluyorum.
Tek taşımı kendim aldım demek, çocuk da yaparım kariyer de demek hayatta bir saf tutmak, onu savunmak gibi geliyor bana.
Ki politika en kaba şekliyle bu değilse nedir?
Oğlum “şu anda dünyada olup bitenleri bir anlat anne” dese, ne diyeceğimi, nereden başlayacağımı bilemem. Susup kalırım. Ona kendini patlatan insanlardan nasıl bahsederim...

Yazının Devamını Oku

Ah dünya!

22 Kasım 2015
2015’in Kasım ayında artık resmen kabul edildi ki, dünya bir savaştadır.

2015’in Kasım ayında artık resmen kabul edildi ki, dünya bir savaştadır. Dünya savaşındadır hatta. Hani, okulda kitaplarda okuduğumuz, her ülkenin taraf olduğu, sonra birbirine girip her şeyi mahvettiği zamanlara döndük.
Çocukken, savaşın çok geride kaldığını düşünürdüm. Tarih kitabı işte. Adı üstünde. Geçmiş.
Beni gelecek ilgilendiriyordu o zamanlar. Şimdi ilgilendiriyordu. Sınırlar çizilmiş, anlaşmalar yapılmış, alan almış veren vermiş olan olmuş, dünya sütlimandı.
Güzel günlere doğmak diye buna denirdi. Sırtımı güvenle dayıyordum bugüne.
Halbuki bugün öyle mi?
New York Times gazetesi “Gelecek sizce nasıl olacak?” diye şıklar vermiş bize.
Şıklara bakın: Ütopik, gizemli, şiddet dolu, batık, eşitsiz, en iyi halinde, barış dolu, kalabalık, ihtişamlı, otomatikleşmiş, sentetik, lanetlenmiş.

Yazının Devamını Oku

Kim olduğun, kiminle olduğundur

8 Kasım 2015
Düşün ki, sen bir tohumsun. İçinde seni sen yapan, biricik bilgicikler var. Saçının, gözünün, teninin rengi orada. Boyun, posun, huyun orada. Yeteneklerin, maharetlerin, bahanelerin orada.

Derken sen bir toprağa düşüyorsun, yeşerip büyümek için. O toprak, sana vitaminler, mineraller verecek. Tohumuna en uygun topraksa şayet, seni fışkırtacak gökyüzüne. Ailen mesela, senin toprağın sayılabilir. Annelere babalara kitaplar der ki, tohumu değiştirmekle uğraşmayın. Tohumu parçalayıp, aşılamayın. Toprağınıza bakın. Kendinize bakın.

Sadece onu gözlemleyin ve sizden istediklerini verin. Ben bu felsefeyi çok seviyorum. Çocuk senin tohumun değil, sadece yeni bir tohum.
Bir de iklim var, iklim. Tohumun düştüğü toprakta, çoğunluk yaz mıdır? Yağmurlar, cömert midir? Yoksa kurak mıdır mevsimleri? Eğer öyleyse tohum ve toprak ne yapabilir? Hayat tohum, toprak ve iklimin dansıdır. Bunların uyumu, insanın şansıdır.
Novak Djokovic, şu an dünyanın en iyi tenisçisi. Sırbistan’da, savaş uçaklarının bombaladığı bir iklimde, pizzacılık yapan bir karı kocanın toprağına doğdu. Etrafta, tahmin edersiniz tenis oynayan da, tenis raketinin t’si de yoktu.
Toprağına düştüklerinin, oğullarına güveni tamdı. 5 yaşında, ‘ben büyüyünce Wimbledon Tenis Turnuvası’nda şampiyon olacağım’ dediğinde, kimse kahkahalarla gülmedi.


Tesadüf, sayfiye yerinde bir kortta tenis oynayanlar görmüş, ertesi gün gidip, topa birkaç kez vurmak istemişti. ‘Gel topa vur’ diyen kadın, harika bir iklimdi.

Yazının Devamını Oku

Çözüm: Anneler

1 Kasım 2015
- Sence çözüm nerede?

-Çözüm nerede biliyor musun? 

Çözüm, annelerde.
30 Ekim 2015, bir arkadaşımla diyalog...
Eğer biz çocuklarımıza, herkesi sevmeyi öğretebilirsek,
Başkalarının başka fikirleri olacağını, bunun güzel bir şey olduğunu,
Başkalarının tenlerinin, kimliklerinin, dillerinin altında bizim aynımız olduğunu,
Aslında tek kuralın ‘kendine yapılmasını istemediğini, başkasına yapma’ olduğunu,

Yazının Devamını Oku

Ooop-paaa!

25 Ekim 2015
Aziz Arif, yürümeye başladı. Her dengeyi kaybedip düşüşünde, gayri ihtiyari şu sesi çıkardığımı fark ettim: Ooop-paa!

Düşmek gibi paldır küldür ve büyük hayal kırıklığı yaşatan bir şeyin ardından bu ses pansuman gibi oluyor. Sanki düşmek de yürüme oyununun bir parçası. Sanki düşmek de kendi içinde çok tatlı bir şey. Kendisi sert olsa da, sesi yumuşatıyor düşmeyi. Ooop-paaa diyince, kalkıp yürümeye devam ediyor Aziz Arif. Hatta bu küçük müzikli sesi duymak hoşuna bile gidiyor. Düşmek korkutucu olmaktan çıkıyor. Halbuki biz yetişkinler için öyle mi?Çocuğun olunca her şeye baştan bakıyorsun. Baktığın gözler ne yazık ki eski gözler oluyor ama yenilenmeyi öğrenmek, gözünü temizlemek için de fırsatlar dolu. ‘Buna bayılacak!’ dediğin şeyi hiç sevmiyor, ‘burada ne var bu kadar uzun durup bakacak’ dediğin şeyleri seviyor. Taptaze. Yepyeni dünya onu için. Yolları hızla geçip gitmek için yürümüyor. Yolun kendisi gideceği yer onun. Olduğu yer cenneti. Hatırlıyorum. Bir seyahatimizde, bir ev kiralamıştık. Ev fotoğraftakinden o kadar farklı çıkmıştı ki, oturup kara kara düşünüyorduk napalım diye. O sırada evlerden, dekorasyonlardan, lokasyonlardan, fotoğrafla farklı çıkan şeylerden ve bunun gibi kurulmuş binlerce ilişkiden bihaber Aziz Arif’im, mutlu mutlu bir köşede arabasını sürüyordu. Ondan öğreneceğim çok şey olduğunu düşünmüştüm. Bir evin bende bu kadar hayal kırıklığı yaratabilmesi bile aslına bakarsanız utanç vericiydi.Ooop-paaa! da bana bu düşündürüyor. Düşmemek için, başımıza bir şey gelmemesi, kaybetmemek, kaybolmamak, rezil olmamak için o kadar kendimizi kasıyoruz ki bazen kıpırtısız kalıyoruz. Keşke her kaybedişimizde, kendimize de, içimizden şefkatli bir ‘ooop-paaa’ diyebilsek. Kendimize de bir bebeğe gösterdiğimiz hassasiyet ve sevgiyle yaklaşsak. Aptalım, beceriksizim, kaderim bu, yine düştüm demesek; kalkarım hacıyatmazlar gibi desek. Düşmeyi de yaşasak, yaşatsak kendimize. Yeri de tanısak, göğü tanır gibi. Devam etmeye, silkelenip yürümeye engel olmadığını bilsek.Annemizin bir zamanlar bize fısıldadığı o baldan tatlı sesle, yerden yay gibi fırlasak...Ooop-paaa’nın gücünü gözlemlediğimden beri, içimden kendime de söylüyorum. Evet belki yürürken düşmüyorum ama kaç defa kapaklanıyorum yere içimde. İşte öyle zamanlarda size de okus pokus yapsın diye yazıyorum: Kendinize bir ooop-paaa deyin bakın nasıl da kalkıyorsunuz. 

Yazının Devamını Oku

5 yaş yaşlıymış

18 Ekim 2015

Bebeğim olduktan sonra değiştim ben. İnsan olmayı hiç bu kadar önemle düşünmemiştim. Elime bir insancık bırakılana kadar, bir insan nasıl büyür, büyümeli sorusu yoktu kafamda.
Hepimiz büyüdük işte bir şekilde. Anne babalarımız da mükemmel değildi. Ben de olamayacağım. Elimden geleni yapmayı sevdiğimden didinip duracağım ama.
Bilim bize diyor ki, beyin gelişiminin büyük bölümü 5 yaşında bitiyor. Hayatımızın en verimli, en çok şey öğrendiğimiz, zeka patlaması yaşadığımız, istersek aynı anda bir sürü dil öğrenebildiğimiz yaşları ilk beş. Bir, iki, üç, dört, beş. O kadar.
Sonra da değişim, gelişim mümkün ama çok daha yavaş. Daha az bir kapasiteyle.
Özellikle ileride nasıl biri olacağımızı bu yaşlardaki beslenme, sevgi, konuşmalar, bize anlatılanlar ve yaşananlar etkiliyor. Ne acayip.
Bu zamanları neredeyse hiç hatırlamıyoruz ama bizi biz yapıyor.
Şimdi dünyada okul öncesi eğitimin önemi konuşuluyor artık. 5 yaş yaşlıysa, önceden başlamalı birçok şey.

Yazının Devamını Oku