Paylaş
O gece Açıkhava’da neler oldu?
Açıkhava’da konser vermek hep zordu. Kocaman bir sahne. Önünde bir hendek. Sonra dört sıra protokol sırası. Sonra da, binlerce koltuk.
Hep şu soru: Dolacak mı burası akşama?
Sahnedeysen, gözün boş koltukları, karşında birinin kafasındaki kelleri görür gibi görür. Niye onlar gelmediler dersin...
Bir manileri mi vardı şu en yukarıda sağdaki sıranın? Yoksa yeterince popüler değil miyim? Bir de yazın ortası... Bir de pazartesi. Belki ondan dersin.
Şükür ki, korktuğum hiçbir şey olmadı. Açıkhava ağzına kadar doldu. Ama başka şeyler oldu. Hesapta olmayan.
Ben ki, hayatımı göz önünde ama gözden ırak sürdürmeyi seçtim, bu konserimde bir lahana gibi soyunmaya karar vermiştim.
Korkularımı anlatacaktım. Gerçek hikâyelerimi. Beni cesur, çok cesur sananlara ilham olsun diye. Korkak bir tavşandan, kükreyen bir tavşana dönüşme masalımı.
Bir küçük şarkı yazdım. Konseri sadece gitarımla bu şarkıyı söyleyerek açtım:
Korkardım hep korkardım ben / Başıma geleceklerden / Hakkımda denileceklerden / Korkardım... / Bir küçücük tavşandım / Gece kurtları duyardım / Bir başıma ormanda n’apardım? / Şimdi artık ne zaman bir kurt görsem / Evet hâlâ korkuyorum / Tavşan gibi kaçacakken, cesaretle / Dönüp ona kükrüyorum!
Bir tavşan şapkam vardı, onu taktım söyledim ama durun! Günün sabahına gidelim önce. Çünkü tavşan hikâyem orada başlıyor.
Günlerdir griptim. Yazın ortasında, klimalardan mı, odalardan mı belli değil bulaşan bir virüs sonunda beni de bulmuştu.
Tam zamanında, konserden üç gün önce!
Hemen doktora gittim. “Çok başlangıç, dinlenin, ilaçsız geçer” dedi.
“Peki” dedim ama böyle konserlerin öncesi üç gün dinlenemezsiniz. Ben dinlendiğimi sandım ama çok çalıştım.
Konser günü, ağrıyan boğazımla, uğuldayan kulağımla, öksürüp tıksırarak uyandım.
Önümde iki yol vardı.
Ya bu kadar büyük bir konseri ve satın alınmış onca bileti erteleyecektim. Aklıma manşetler geliyordu. Koca manşetler... (Bunu içinizden canavar sesiyle okuyun) Niiiil konseriniii ertelediii!
Ya da tedavi olmaya çalışacaktım.
Canavar sesli manşetten korktuğum için, ikincisini seçtim. Doktor dedi ki; “Antibiyotik lazım, çok ilerlemiş”. “Tamam” dedim. Burnumu açtılar en azından. Nefes alabiliyordum burnumdan.
Eve gittim, gülerek “Doktor nezleli sesin daha bile karizmatik duyulacağını söyledi” diyerek kendimi akşama hazırladım.
Öğlen provalara gittim, Açıkhava’ya. Gerçek çimle kaplamıştık sahneyi. Ayakkabılarımı çıkarıp, üzerinde hoplayıp zıpladım. Ne güzeldi gerçek çime basarak dans etmek sahnede!
Sağ ve sol kanadımda, bir kızlar korom vardı. Dünya tatlısı İTÜ öğrencilerinden oluşan. Hepsinin sesi ayrı güzel, kendi ayrı güzel. Onlar bütün konser sallansınlar diye salıncaklar asmıştık çimin üzerine. Ve tabii, konserin temasını temsilen, tavşan şapkaları vardı onların da.
Arkadaki dev ekranda, doğada kırlarda bayırlarda ormanlarda görebileceğiniz olağanüstü güzellikte çiçekler, böcekler, kuşlar, ağaçlar olacaktı. Doğa, ekranda canlanacaktı.
İzlemesi güzel olacaktı tüm bunları ama tabii bunlar detaydı, her şeyin yüzde doksanı bendim. Benim enerjim, benim sesim, benim neşem, benim hikâyelerim...
Ve şu meşhur ben, kendimi hayli yorgun hissediyordum.
Burun çekip durmak, hapşırıp tıksırmak kafa kısmımı dermansız bırakmıştı. Kafasına sinek kaçmış gibiydim. Bakalım akşama neler olacaktı...
Derken bir an oldu, bulutlardan bir güneş huzmesi yüzüme vurdu ve bana “Merak etme” dedi. İşaretlere inanan ben, o huzmenin gücüyle eve gidip hazırlandım.
Boyalar, kostüm, tavşan şapka tamam. Yola çıktım. Spotların altında durmaya hazırdım.
Sahne öyle bir yer ki, insan ateşli olsa ateşi düşer. Öksürmez, hapşırmazsın, burnun akmaz. Neden bilmiyorum. Adrenalin hormonu herhalde. Bloke ediyor aksilikleri. Benimkileri de etti. Hazırdım. Şov başlasındı.
Sahneye çıktım. Herkes gelmişti, boş yer yoktu. Merdivenler bile doluydu. Öndeki protokolde, örnek aldığım, hayran olduğum arkadaşlarım vardı. Mazhar Alanson, Şebnem Ferah, Teoman, Sertab. Hepsi de en önde. Ah onlara keşke grip olduğumu söyleseydim. Şimdi kimse anlamasa onlar anlar. Protokol korkusu sardı beni.
Mazhar Abi’nin yanındaki babam. Babam da anlar. Annem anlar. Serdar zaten anlar. Serdar önde değil rejide, ama anlar. Kardeşim anlar. Gerisi anlamayabilir. Çaktırmayabilirim.
İşte şu yukarıdaki tavşan şarkısını söylerken ben, bunları düşünüyordum ne yazık ki.
Dördüncü şarkıda, gribin en beklenmeyen ve beni en mahvedecek etkisi baş gösterdi. Sesim gitti. Tamamen gitti sesim. Sese benzer bir şey ağzımı oynattıkça çıkıyordu ama çok yoruluyordum şarkı söyledikçe.
Işıkların altında, kükreyen bir tavşandan küçülen bir tavşana dönüştüm. Sanki karanlıkta iyileşmek için dururken, üzerine spot vurmuş bir tavşandım.
Ama hayatın öyle bir anındaydım ki, hani o meşhur söz geçerliydi; show must go on. (Şov devam etmeli.)
Ben devam ettim ama aklımda hep “Ah keşke enerjim, sesim tam olsaydı, yüzde otuzum değil de tamamım burada olsaydı” düşüncesi.
Ön sıralarla göz göze gelmemeye çalışıyorum. Her gördüğüm yüzde memnuniyetsizlik, “Nil neyin var senin?” yazısı okuyorum sanki.
İlk yarıda aynanın karşısında iki elimi yüzüme kapatıp, nasıl devam edeceğim diye güç bulmaya çalışırken, içeri hışımla doktorum girdi.
“Fark ediyorum, sesiniz gidiyor, merak etmeyin, sakin olun. Konseri bitirebilirsiniz, o kadar kötü değil ama sakin olmanız şart. Kendinizi kasarsanız hiç çıkmaz” dedi.
Ben “Çıkıp, özür dileyerek bu durumu anlatmayı düşünüyorum” dedim. “İkinci yarı için beni affedin” diyecektim.
Ama şu en baştaki manşetler yine aklıma geldi. Manşetlerden korktum, hayal kırıklığına uğratmaktan korktum. Korkularıma tutunup, ikinci perdenin önünde durdum. Ve perde açıldı.
Sesim beklediğim kadar gittikçe gitmedi ama siz beni bir de hasta değilken görecektiniz. Hep bunu düşündüm. Enerjim olsaydı neler yapacaktım.
Bazı şarkıları attım, bazı sürprizleri ve bir hikâyeyi eledim. Elimden geleni yaptım. Meydan savaşından iner gibi indim.
Alkışları ve sizin seslenmenizi duymayayım diye hemen ışıkları açıp müzik koydular. Biliyorlardı, bis’e çağırırsanız, “Bir daha” derseniz gelecektim ama pilim tamamen bitikti.
Kuliste, herkesle kutlamak isterdim, ama canım hemen eve gitmek istiyordu.
Eve gittim. İki saat önceki büyük savaş bitmişti. Onun rahatlamasını yaşamak istedim ama bütün gece ateşler içinde kâbuslar gördüm. Şimdi çok daha iyiyim. Öyle güzel şeyler duydum ki, inanamadım.
Fark ettiğini düşündüğüm çoğu insan fark etmemiş. Şu korktuğum manşetlerde bir övgü, bir kutlama, mesajlarda bir tebrik.
Üzüntümün yarısı uçtu gitti. Diğer yarısı da, yine bir gün aynı yerde buluştuğumuzda uçacak. Tavşansak kükremek zorundayız, yoksa kurtlar nasıl kaçacak?
Paylaş