İnsan anne olunca, kendi çocukluğuna da bakıyor. Kendi büyüklüğüne de bakıyor.
Arada neler olduğuna da.
Sanki çocuğun bir suymuş, sen koca bir vazoymuşsun, o senin içine dolmuş ve şimdi deliklerin görünür olmuş gibi oluyor.
Sular fışkırıyor orandan burandan.
Su aldığın yerleri görüyorsun. Kusurlarını. Zayıflıklarını. Korkularını. Tahammülünü. Enerjini. Sevgini.
Bugüne kadar kimsenin sana tutamadığı aynayı, o sana tutuyor.
Bu ne bir dev aynası, ne bir cüce aynası.
“Evimi elalem mi toparlayacak tövbe tövbe” demeyin. Evler öyle hallere gelebilir ve eşyalarınız üstünüze öyle bir çullanabilir ki, içlerinde boğulmak üzereyken bir yardım eli için çırpınabilirsiniz.
Bana asıl garip gelen, evi başka birinin nizama sokması sadeleştirmesi değil de, bu konuda koca bir kitap yazılması oldu aslında.
Neyse aldım kitabı geldim eve, biraz da okudum. Derken kitap dağınıklığın içinde kayboldu iyi mi. Kitap şu an evde kayıp. Çok manidar çok.
Kitabı kaybetmeden önce okuduğum kadarıyla durum şu:
Bizler, tükete tükete evimize sürekli bir şeyler taşıyoruz. Sonra bu şeyler git gide birikip, evin kapılarının açılmasını engelleyen, dolaplardan, poşetlerden, depolardan sarkan kullanılmamış eşyalar senfonisine dönüşüyor.
Aklımızı toparlayamaz, istediğimizi bulamaz, atmalara kıyamaz hale geliyoruz. Bu bir kartopu gibi giderek büyüyor ve sonunda... İflas!
İçinden çıkılması imkansız yığıntılarla yaşıyoruz. Nefes alamıyoruz. Ey Allah’ım içinden çıkamıyoruz. Bir gün geliyor. Bari görmeyeyim şu yığıntıyı deyip, yerini değiştiriyoruz.
Müziği anlatmak zor. Hava gibi. İçine çekiliyor sadece. İçinden geçiliyor sadece. Çocukken de büyükken de hep müziği üreten biri olmak istemem bundandı. Tüketmek bana yetmiyordu. Kaynağın kendisi olmak istiyordum.Çünkü doğruyu söylemek gerekirse, tam olarak dinlemek istediğim müziği duymamıştım. Onu oturup kendime kendim yaptım. Sevenler de oldu tesadüfen. Şanslıyım. Müzik işim oldu. Gücüm oldu. Ekmeğim oldu.
Para kazandırmaktan daha mühim bir şey yapıyor benim için. Duygularımı duyuruyor bana. Ben kendimi şarkılarımdan tanıyorum.
Geçmişim ve geleceğimle ilgili rüzgârlar estiriyor. Sanki çok iyi bir falcı gibi. Saklı şeyler, sırlar ayıplar, bas bas bağırabiliyor nakaratlarda.
Fısıltılarla mırıldanarak, ta başından anlatıyorsun kalp kırıklıklarını.
Espriler yapıyorsun. İsim vermeden uzak hikâyeler anlatabiliyorsun. Olmamış şeyler. Olmayacak şeyler. Solle miyle doyla. Kafiyeyle ve ölçüyle.
Gidemeyeceğin yer, diyemeyeceğin şey yok. Öyle deli bir uğraş. Denersin denersin olmaz. Sonra bir gün bir olur...
Dörtyüzellibin kere dinlersin, bunu ben mi yaptım diye. Sonra dörtyüzellibin kere söylersin onu konserde, başkaları da sevdi diye.
Diyordu ki, bebeğiniz gelince uykusuz, yorgun, bitik geceleriniz olacak.
Neden ağladığını çözemediğiniz bu minik insan, gecenin üçünde var gücüyle bağırarak elinizi ayağınıza doladığında, gözyaşlarına boğulmadan önce bir durun.
Derin bir nefes alın. Ve unutmayın.
Bu geçici. Evet geçici.
Bu gece sonsuza dek sürmeyecek. Sabah olacak. Sonra nice sabahlar. Ve sonra başka geceler olacak.
Buna hiç benzemeyen.
Bizim genelde bir şeylere çaresizce üzülmemizin sebebi, onları sonsuza dek öyle sanmamızmış.
Sadece kendinle kaldığın
pek az vakit var
Hep bir sen
hep bir o
hep bir onlar
Alp Dağları’nın tepesine çıkıp, kendimi eteklerinden aşağı bıraktım. İki senedir cesaret edememiştim. Hele şimdi bir de oğlum var. Ya düşersem, bir yerimi kırarsam korkusu had safhada. Zaten her türlü korku had safhada. Bir minicik tavşancık gibi yaşamayı öğreneceğim artık el mecbur. Yine de çıktım o soğuk tepeye. Kimsecikler de yok. Bir tek biz. Mart ayı gelmiş artık. Turistler gitmiş. Yerliler kalmış. Güneş tepemizde. Alnımızdan öpüyor. Soğuk bir rüzgar kulağımıza bir şeyler söylüyor. Ayağıma board’u takıyorum. Birazdan bir çocuk gibi, kendimi dağın eteklerinden aşağı bırakacağım. Düşününce ne delilik! Ne çocukça bir şey! Sanki dağ, beyaz dev bir yorgan. Sanki ben siyah küçük bir pire. Korkumu atarsam eğlenirim bile!
İlk inişte düşüncelerimi dinleyip, sürekli altyazı okuduğum için, filmden hiçbir şey anlamadım. Yani, ay unutmuşum, ay burası dikmiş, ya ters takla atarsam filan gibi düşünceler, beni yaptığım şeyden kopardı. Düşünceler dümene geçince, onların dediklerini yapmak zorunda kaldım. Yani beceremedim. Düştüm. Unuttum. Korktum. Sonraki çıkışta, “Bu ne ya!” dedim. “Ben bu değilim ki!” “Benim bildiğim Nil buradan bir dağ yılanı gibi kıvrıla kıvrıla iner.” “Bu da kim?” dedim.
Tepeye varınca, taktım yine ayaklarıma board’u.
Bu hafta büyük küçük bir sürü şeye keşkeleyip durduktan sonra, kendimden usandım. Bu düşünceyi topyekun def etmek istedim bünyemden. Keşkenin yerine koyacak bir şeye ihtiyacım vardı ve buldum. İyi ki...
“Keşke” cümlelerimi “iyi ki”yle başlayacak şekilde baştan yazıyorum ve harika oluyor. Hikaye akıyor. İnsanın yüzü gülüyor. İnsanın aklı kalmıyor. İnsan sırf bir cümleyi başka bir kelimeyle başlayarak kurdu diye, dünya alem değişiyor. Bulut gidiyor. Güneş geliyor. İşte kelimeler bu kadar güçlü.
Tabii ki her keşkenin yerine iyi ki konulmaz. Mesela keşke yanımda olsaydı. Keşke sağlıklı olsaydım... Böyle yokluklarda “iyi ki” bize yardımcı olamaz. Yanımızda olan sevdiklerimize ve sağlığımıza sık sık şükretmeliyiz çünkü onların olmadığı gün “keşke”ye mecburuz. Onlar dışındaki şeyleriyse idare edebiliriz keşkesiz.
Gün içinde kıymık batar gibi, batmaya başlıyor bu keşkeler. Minik minik bir sürü kararı geri sarmamıza izin vermeyen zaman anne, bize cik cik diyip duruyor. “Kararını verdin, bunu seçtin, şimdi bunu yaşayacaksın. Başka türlüsü yok” diyor. Sen de oturup, hayallere dalıyorsun.
Evet. Keşke, bir rüya hali. Uyur gezerlik hali. Kabus hali. Hayattan kopuk bir şey. Akan olaylar zincirinden kopan bir parça. Bir sanrı. Bir akıl yanılsaması.
Hoşumuza gidiyor herhalde, biraz mazoşistçe, keşke şöyle yapsaydım demek. Çünkü neye yarar yaşıyor olduğumuz şeyi avucumuza alıp, ona gözümüz gibi bakmak yerine, yüzümüzü geriye dönmek? Başka bir karara özenmek. Başka bir cennete inanmak. Olmayana, ölü bir şeye aşık olmak gibi keşkelemek.
Öyle demeyin, kelimeler çoğu zaman nasıl düşüneceğimize karar veriyor. İyi ki, insana iyi geliyor. İyi ki ile başlayınca illa ki bir şey bulunuyor. İyi ki oraya gitmedim de burada kaldım. Bu sayede şunlar oldu, ne güzel oldu, değil mi? Öbür türlü olsaydı, bu olmayacaktı. Öbür türlü olsaydı, nasıl olacaktı hiçbir zaman bilemeyeceğim. Yani oraya gitseydim. Seydim, saydım... Bu ekler fiilleri hadım ediyor resmen. Yapacaklarını yapamıyorlar.
Büyüdükçe, konuşamadığımız şeyler sanki evin pek uğranmayan, kaloriferi yanmayan bir odasına atılıp, orada birikiyor.
Her defasında oraya ‘konuşamadığımız şeyi’ koyarken, yakında, zamanı gelince, onu oradan salona çıkartıp, konuşulur kılacağım deriz.
Ama o karanlık odaya kapıdan alelacele her bir cümle bırakışımızda, oradaki yığılma kendini bize doğru iter.
Sonra gitgide kapının arkası bile o kadar dolar ki, artık kapı tam açılmaz olur.
Her şey içeri o dar aralıktan sığıştırılmaya başlanır.
Oda gürültüyle dolar.
Dünyanın en sessiz ama en gürültülü odası, işte orasıdır.
Sokakta adres sorduğumuz birine bile tam güvenmediğimiz bir yerde yaşamak, bizi bayağı yalnız ve ürkek hissettiriyor olmalı.
Bilemiyorum hiç, başkalarına rahat rahat evimizi, çocuğumuzu, eşyalarımızı teslim ettiğimiz, sorulara verdikleri cevaplardan şüphe duymadığımız bir yerde yaşamak nasıldır. O hâl nasıldır.
Şirketlerin aile fertleriyle, uzak da olsa akrabalarla dolu olması da bundandır. İnsan kendi kan bağı olanlardan başkasını düşman görmeye meylederse, dostu da olmaz.
Asansör örneği bunun en komik göstergesi. Şimdi diyelim ki asansöre bineceğiz ve o sırada birisi bizden önce asansör düğmesine basmış ve düğme yanıyor. Yani asansör bu komutu yerine getirmek için çabalıyor. Biz bunu göre göre yine de, kendimiz bir kere daha basmadan rahat edemeyen bir milletiz.
Bu benim çok komiğime gidiyor. Ki bunu ben de yapıyordum. Dum, çünkü buna dikkat ettikten sonra delilik gibi geldiğinden kestim bunu yapmayı. Kendimi düğmeye basmamak için zor tutuyorum!
Yani şu tanımadığım insanın, düğme cayır cayır yanmasına rağmen tam olarak bastığından ve asansörü çağırdığından bir türlü emin olamıyorum. Ne yapayım kültürümde var. Genlerimde menlerimde var!
Bu tabii ne yazık ki, komşuna güvenmeme, arkadaşlarına güvenmeme, kurumlara güvenmeme olarak yayıldıkça yayılıyor ve biz tıpkı ülkemizin tarih kitaplarındaki gibi, üç tarafı deniz, dört tarafı düşmanlarla kaplı bir yer haline geliyoruz.