Çılgın dalgalarını sahile vuran derin bir okyanusun kıyısında, ayağına buz gibi bir dalga dokunduğunda...
Bir ressamın önünde, çırılçıplak poz vermek üzere bornozunun iplerini çözerken...
Masada onlarca insanın oturduğu bir toplantı odasında, sunum yapmak üzere kapı koluna elin değdiğinde...
Sevdiğin erkeği, başka bir kadınla flört ederken bulduğunda...
Bir ormanda tek başına, bir kurtla karşılaştığında...
Ayaklarının geri geri gittiğini göreceksin. “ÇEKİİİLLLL” diye bağıracak içindeki orduların çelimsiz kumandanı. Geri çekilmeleri için bütün hücrelerine emirler yağdıracak.
İnsanlıktan önce bile var olan korku, beynine kırmızı bir mürekkep gibi damlayacak. Kaç kurtul posterleri asılacak bedeninin sokaklarına. Geri sar. Arkanı dön. Kaç. Unut. Kıpırdama. Bırak...
Canları olup bitenden ya da olup bitmeyenden o kadar sıkılmıştır ki, bir şey yapmaları neredeyse zaruri hale gelmiştir.
Kendilerini oyalamaya, yokluğa bir şey çıkarmaya mecbur kalmışlardır.Ben sıkılmaya dikkat ediyorum. Oğluma da sıkılması için bol vakit veriyorum.
Yazarların çocukluklarını anlattıkları bir kitap okuyorum. Çocukluk zaten hayatın en romantik dönemi. Bir de üzerine yazarlık eklenince, sayfalardan börekler, kardeşler, mahalleler, baba bıyıkları, anane kokusu taşıyor.
Bir çocuk, ilk üç yılı silinmiş hafızasıyla, geleceğine neler taşır merak ediyorum. Neyi nasıl kaydeder... Özlemini çeker, iç çeker, iç geçirir, içlenir... Merak ediyorum işte.
Kendi Ankara’da geçmiş çocukluğumun, hatırladığım bölük pörçük parçalarından bir kolaj yapıp baktığımda, en kıymetli zamanlarımın sıkıldığım zamanlar olduğunu görüyorum.
Her şeyin arasındaki boşluk sıkıntı. Hayat oradan hava alıyor. Ne saçmalıyorsun sen demeyin. Açın bakın, can sıkıntısının çok kıymetli bir zaman olduğunu anlatıyor son zamanlarda akademisyenler, araştırmalar, kitaplar.
Ne yazık ki, artık canımız eskisi kadar sıkılamıyor. Bizi oyalamak için bir sürü şey icat oldu. Mesela, cep telefonu.
Zaten Facebook’tan alemi sürekli fotoğraf, video, sevdiğimiz yazı şu bu’yla besleyip duruyorduk...
Sonra Twitter’dan 140 karakterle akıllı olmaya çalıştık...
Sonra Instagram’da süper fotoğrafçı olup harika tatillerimizi ve hayatlarımızı sergiledik...
Şimdi de oh! İyice rahat, direk tuşa basıp canlı yayın.
Sonrası ne merak ediyorum. Hepimiz yayıncıyız.
Hepimiz kendimizin medya patronu ve holdingi olacağız.
Orası açık. Ve senin kanalın ne kadar kaliteli, reytingi nasıl olacak tek derdimiz.
Bunlar öyle şeyler ki, ancak o yolu yaptığınızda karşınıza çıkıyor.
Olduğun yerden kırk kilometre uzaklıktaki, çakıl taşlı bir deniz kenarına varıp şaşırmak gibi. Yolu yapınca görüyorsun.
Hayatta böyle bir sürü şey var.
Çoğu ne yazık ki, aktarılamıyor. Yaşaman gerekiyor.
Söylemekle olmuyor.
Yani şimdi ben birine, ileride çakıl taşlı bir deniz kenarı var desem, tamam kafasında bir şey belirir ama oraya kendi varıp da, ayaklarını basıp koklaması, ucunu bucağını görmesi ve o büyüklüğü hücrelerinde hissetmesi gibi olamaz.
Hayatlar yaşamak için. Dinlemek için değil.
Yerli izleyeni var, yok ben sadece yabancı izlerimi var, bir de benim gibi ben dizi izleyemiyorum dizimi bulamadımı var.
House of Cards dediler, denedim olmadı.
Bütün emmy’leri ‘Breaking Bad’ aldı kesin izle dediler, tutturamadım.
Modern Family tamam komikti ama aklıma bile gelmiyordu.
Downton Abbey’i tamamen mahalle baskısı sebebiyle bıraktım.
Curb Your Enthusiasm’ı seviyorum, ama Seinfeld’ı daha çok seviyorum ona bakarsan.
Yok açıp da izleyemem hiçbirini.
Sen ağzını açtın, ben göğsümü açtım, bir yıl oldu.
Sen önce yan döndün, sonra ters döndün, sonra oturdun, sonra ayağa kalktın, bir yıl oldu.
Sen bir şey diyeceksin, henüz demedin, bababa dedin, bir de bazı geceler ateşliyken mamama dedin, bir yıl oldu.
Bir gece kocaman karnıma bir sancı girdi, ertesi gün bir anneye dönüştüm, bak tam bir yıl oldu. Sen sana uzattığımız bir şeye uzandın, onu tuttun, onu uzattın, bir yıl oldu.
Biz sana şarkılar söyledik, sen onları dinleyip uyudun, uyandın, ağlarken sustun, bir yıl oldu.
Sana bir kitap okudum, hayvanat bahçesi bize hayvanlar gönderip duruyordu kitapta. Bu hayvanat bahçesi delirmişti galiba! Bize filler, zürafalar, aslanlar, develer yollayıp duruyordu. Onlar evlere sığmıyorlardı. Ayrıca kaprisliydiler, vahşiydiler. Neyse ki açtığın son sayfada yavru bir köpek vardı. Açtın fil, açtın deve derken bir yıl oldu.
Baban seni kalbinin üstünde uyuttu, sonra göğsüne bağlayıp sokaklarda yürüdü. Bak Aziz Arif bunlar ağaç, dokun oğlum bu deniz, dinle oğlum bu rüzgar dedi, oldu bir yıl. Sen bir yıl boyunca hep, gün ağarırken uyandın, tıpkı baban gibi. Poponu da o yıkadı kuruladı, iyi babalar gibi.
En önemli şey aşk. Onu doya doya yaşa bu bir.Ne yapmayı sevdiğini bul ve sonra o sevdiğin şeyi yapabiliyor musun ona bak. Yapamıyorsan, boşuna enerjini tüketme, yapabilenler yapsın. Yapıyorsan, dünyanın en şanslı insanlarından birisin, dilini ısır, kimseye söyleme.
Sevdiğin insanlar bul. İşlerini onlarla yapmanın yollarına bak. Hayat ‘yap et çalış başar’la geçiyor ve bu maraton çok sevdiklerinle geçerse, iş yapmamış, sürekli aşk yapmış olursun.
Birkaç kişinin elini sıkı sıkı tut. Onların dertleriyle dertlen, mutluluklarıyla uç, dediklerine kulak ver. Onları kaybetme. Her şey değiştiğinde, senin en orijinal halini bilip sevenlere ihtiyacın olacak.
Kendini onunla bununla karşılaştırma. Başkalarının kriterlerine göre seçim yapma. O zaman başkalarının gideceği yerlere gidersin. Oralarda ne işin var? Senin yolun başka. Yokuşların başka.
‘Konu komşu ne der’ diye dinleme. Komşu senin hayatın hakkında topu topu 15 dakika konuşacak. Sense ölene dek, onu yaşayacaksın.
Hareket et. Her gün hareket etmeyi alışkanlık haline getir. Bir spora kafayı tak. Dansa kafayı tak. Satranca kafayı tak. Kafayı taktıkların ileride yaldız olup üzerine yağacak.
Her gün oku. Her şeyi oku. Ağaç olmak nasıldır, Van Gogh olmak nasıldır, İkinci Dünya Savaşı’na katılmış olmak nasıldır? Öğren. Bir gün hepsi, bir yapboz gibi, birleşip sana inanılmaz gerçekleri gösterecek.
Hatalar yapacağım.
Ama benim hatalarım olacak yaptıklarım.
O hatalar beni ben yapacak.
Eşsiz olacağım kusurlarımla.
Bir cümle okudum, diyor ki:
Karakter, karşılaştırma yapılamadığında ortaya çıkar. Yani beni başkalarıyla yan yana koyduğundaki, girinti çıkıntılarım.
İşte benim coğrafyam o.